Türkiye’de Siyasal Partiler Neden ‘Cemaat’leşiyor? (I)

BATI İCADI OLARAK CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

Siyasal parti, Demokrasinin en temel unsurlarından biridir. Toplumun kültürel kimliği, ekonomik gelişmesi ve devletin yönetilmesi hususunda fikri, ideolojisi ve programı olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir örgüttür. Seçimler sonucu iktidara gelir, ortak olur veya muhalefette kalarak programı doğrultusunda topluma, ülkeye, devlete hizmet eder. Demokrasi, doğası gereği “Tek Parti” değil; çok partili bir rejimdir. Parti, doğası gereği ortak akıl, istişare (şura) yolu ile fikir-çözüm üreten bir yapıdır. Demokrasi ve Parti, geleneksel Kilise ve Feodal bağlılıkların çözüldüğü, şehirleşmiş, mesleki olarak uzmanlaşmış ve bireyleşmiş toplumsal yapılarda ortaya çıkmış bir olgudur. Parti başkanı, kendine partinin iç tüzüğü gereği bazı yetkiler verilmiş bir temsilci ve sözcüdür. Başbakanlık yapacak bazı özel yeteneklerinin bulunması gerekir. Ancak Parti başkanı, karizmatik “Lider” niteliklerine sahip olsa da, düşüncelerini, partinin organlarından özgür tartışma ve oydaşma ile geçirir. Bir “Çoban” değildir. Cumhuriyet ve Demokrasi, bireysel ahlaki sorumluluklarını müdrik insanların oluşturdukları katılımcı rejimlerdir. Diğerleri, bireysel güç istenci veya toplumsal cehalet-sürü niteliklerinin ürünleridir. Cumhuriyet ve Demokrasi, Avrupa’da uzun süren Aristokrasi-Krallık, Feodalite ve Kilise egemenliğinin Fransız İhtilali ile sona erdirilmesinin akabinde Burjuva sınıfı tarafından geliştirilmiştir. Doğu toplumlarında ise, istisnasız, genellikle “Çoban-Sürü İlişkisi” siyasetin egemen kodudur.

TÜRKİYE’NİN SOSYOLOJİK GEÇMİŞİ-GENETİĞİ

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan gelen ve Aile-Kişi kültüne (Osmanoğulları) dayanan “Saltanat” rejiminin ilga edilmesi ile kurulmuştur. İlk otuz yılı, bu genetiğe yaslanan “Tek-Adam/Tek-Parti” rejimi ile idare edilmiştir. Türklerin tarihsel-toplumsal yaşam formasyonları “Asker”lik (Garnizon), Akraba-Kabile (Yedi sülale) ve Mezhep-Tarikattır. Cumhuriyet döneminde bunlara “Cemaat” ve göçten doğan “Hemşehricilik/Getto”lar eklenmiştir.

Türkler, asker bir millettir. Yani “emir-komuta” zincirine bağlı olarak hareket eder. Hakan, Han, Kağan, Başbuğ, siyasi ve aynı zamanda askeri bir otoritedir. Toplumun tümü de “Er” veya “Ordu”dur: “Bütün Türkler bir ordu/Katılmayan, “kaçak”tır/Töremizde yazılı/Harpten kaçan, alçaktır.” (Z.Gökalp). Kadınlar, evlendikleri zaman, buna: “Er’e gitmek” denir. Hoca, efendi, cenaze namazını kıldırırken, ölen kişi, eğer erkek ise, “Er-kişi niyetine” diye cemaate hatırlatma yapar.

Boylar-Soylar-Obalar halinde göçebelikten yerleşik hayata geçeli uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen; tarım ve hayvancılık sürdüğü, endüstri ve şehirleşme gelişmediği için, akrabalık ve sülale/kabile-aşiret yapıları kolayca çözülmemiştir. Küfrederken “Yedi Sülale”nin işin içine karıştırılması, bunun ifadesidir. Evliliklerde akraba içi evlilikler korunmuştur. “Bizim kepeğimizi, bizim köpekler yesin” deyimi, bunu ifade eder.

“Dayanışma” anlamında “Mezhepçilik”, Türklerde daha ziyade Türkmen kökenli “Alevilik” olarak tezahür eder. Bunun sebebi ise, Alevilerin, Osmanlıda takibata uğratılmaları ve dini bağlamda aşağılanmalarıdır. Sünni iktidardan uzak tutulmalarıdır. Sünnilerin bu tavrı da, tersten “Mezhepçilik”tir. Bu sosyoloji, Cumhuriyet döneminde de çeşitli şekillerde devam etmektedir. Diyanet kurumu, “Sünniliği” esas alarak kurulmuştur. Sayın Erdoğan, Muhalefet partisinin başkanının “Alevi” kökenli oluşunu, aşağılama iması ile kendi seçmenlerine ilan etmiştir.
“Tarikat”, Türklerin en yaygın dini örgütlenme tarzıdır. Bir şeyhin etrafında örgütlenmiş müritler topluluğu, sıkı bir şekilde –sorgusuz-sualsiz- birbirine ve şeyhe bağlıdır. Bu bağlılık, siyasal otoriteye olan bağlılıktan daha sıcak ve güçlüdür. Bu örgütlenme tarzı, “dini” olduğu kadar, aynı zamanda “iktisadi”dir. Yoksul kitlelerin hayata tutunma vesilesi olmuştur: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”
“Cemaat” yapıları, Cumhuriyet döneminde Şeriatın-Tarikatın ve Hilafetin ilga edilmesine ve seküler yaşam tarzı telkinlerine-baskılarına karşı ortaya çıkmış, “Tarikat” örgütlenmesine benzer, sosyolojik yapılardır. Reislerini “Hoca”, “Efendi”, “Hoca Efendi”, “Ağabeyi” diye çağırırlar. Dini ve –gizli olarak da siyasi- olan otoriteye ve kendi aralarında birbirlerine bağlılığı, tarikatlardakinin aynıdır.

Hemşehricilik, 1950 sonrası büyük şehirlere doğru oluşan göçün ürettiği dayanışma yapılarıdır. Önceleri, şehirlerin kıyılarında “Gecekondu” şeklinde gettolaşırken; daha sonraları “kentsel dönüşüm”den sonra apartmanlara (TOKİ) taşınsalar da, dernekler-vakıflar şeklinde varlıklarını sürdürmektedirler. İktisadi ve siyasi alanlarda birbirleri ile dayanışmakta ve yer yer “mafyöz” ilişkiler geliştirmektedirler.

Türkiye’de Siyasal Partiler Neden ‘Cemaat’leşiyor? (II)

SOSYOLOJİNİN SİYASAL TEZAHÜRLERİ

Bütün bu sosyolojik genetik, Türkiye’de demokratik kurumların geliştirilmesinin önündeki tarihsel-toplumsal, kültürel ve politik bagajdır. Tek-adam ve Tek Parti dönemini, “Devrim”den doğan, anlaşılabilir bir kırılma momenti olarak yorumlayabiliriz. 1950’den sonra resmen demokrasiye geçilmiş, muhafazakâr kitleler, Egeli bir çiftlik ağasının oğlu, seküler bir şahsın (Adnan Menderes) önderliğine bir “cemaat” şuuru ile bağlanmış ve onun haksız yere idam edilmesinden sonra, onu “Veli” mertebesine çıkarmıştır. Altmış ihtilalini yapan ordu kurmayları, kendi aralarında ideolojik bir “cemaat” gibi davranmış; ancak nispeten demokratik bir Anayasa yapmışlardır. 1970-80 arasındaki “sol-sağ” ideolojik örgütleme tarzları, demokratik olmaktan çok, “para-militer-militan”, hiyerarşik yapılardı. 1960-2000 arasında “Askeri Vesayet” otoritesi altında sağ-muhafazakâr kitleler, Demirel-Erbakan-Özal ve Türkeş önderliğinde demokrasi oyununu meşru yollardan sahici olarak oynamaya çalışmışlardır. Ancak, Demirel, parti “başkan”ı olduğu kadar “Baba”; Erbakan, “Hoca”; Türkeş ise, “Başbuğ”idi.

M. Kemal’in kurup iktidar yaptığı CHP, 1950 sonrasında “Kemalist” bir ideolojik cemaate dönüşmüş, parti içi demokrasiyi “Kurultay” lar ile sürdürmesine rağmen; muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir köprü kuramamıştır. “Karaoğlan” B. Ecevit’in karizmatik (dürüst-nazik) önderliği, CHP’ye kısa bir dönem iktidar olma şansı vermiş; D. Baykal’ın parti başkanlığı döneminde parti “Katır Kuyruğu”na dönüşmüştür. K. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında Aleviler, kendilerine sığınılacak siyasal bir liman elde etmiş; ancak parti, muhafazakâr kitleler ile sağlıklı bir bağı yine kuramamıştır. Kılıçdaroğlu’ nun bu yönde bir gayret gösterdiği gözlenmektedir. “Hata yaptık” ve “Muhafazakârlarla helalleşmemiz gerekir” ifadeleri, bunun göstergesidir.

1970’lerden itibaren Fethullah Gülen “Hoca Efendi”nin “Mehdilik” misyonu ile yaratmış olduğu “Paralel Yapı (The Cemaat)” hiyerarşik örgütlenmesi, devlet kurumlarına sızarak devleti içerden ele geçirmeye çalıştı ve sonunda Partneri Ak Partiye darbe yapma teşebbüsü ile sona erdi. (15-Temmuz-FETÖ). Ahlaki açıdan kendi içine kapalı ensest benzeri bir ilişki ağı oluşturan bu yapı, soru çalmada ve askeri bürokrasiye “kumpas”lar hazırlamada bir beis (kötülük) görmemiştir.

İki binli yılların başlarında kurulan ve merkez sağın dağılması ile bu boşluğu doldurarak iktidara gelen Ak Partisi, yirmi yıllık iktidarının ilk yarısında demokrasiyi daha da geliştirmiş ve politik partneri The Cemaat ile birlikte askeri vesayeti tasfiye etmiştir. Ancak, Ak Partisinin ikinci on yılında yukarıda saydığımız sosyolojik genetik tekrar nüksetmiş; parti, Sayın R. T. Erdoğan’ın karizmatik önderliğinde cemaatleşmeye-tarikatlaşmaya başlamıştır. Demokrasi, sadece seçim ve sandık olarak onaylanıp; sonrasında Sayın Erdoğan, kendi deyimi ile “çoban”lık rolüne soyunmuştur. Politik kültür olarak çobanlığın arkasında 1400 yıllık “Halife” ve “Sultan”, “Biat (koşulsuz itaat)” kodları bulunmaktadır. Son on yıldan itibaren parti içinde bir de “Bizim Uşaklar” olarak nitelenen Karadeniz bölgeciliği hâkim hale gelmiştir (“Bize her yer Trabzon”). Ayrıca bürokraside “partizanlık” ve “Akrabacılık” had safhaya ulaşmış durumdadır. Objektif sınavlarda alınan puanlara itibar etmeden, “Mülakat” ile partililerin, cemaat ve tarikatların akrabaları işe alınmaktadır. Erzurum’da KPSS sınavlarında birinci sırada olduğu halde mülakatlarda elenip işe giremeyen genç, bir tür “Nurcu” cemaati olan “Kırkıncı Hoca”ya intisap ederek iş bulduktan sonra: “Birinci olduğumda iş bulamıyordum; “Kırkıncı” olunca buldum” demiştir. Bu ifade, bugünkü Türkiye’yi özetler niteliktedir. Bu gidişattan rahatsız olan A. Davutoğlu ve Ali Babacan, ayrılarak yeni partiler kurdular.

SONUÇ

Seçim ve sandık, demokrasinin “Elif-Ba”sıdır. Ahlaki bir fazilet olarak demokrasi yani ortak akıl, şura, kurumsal yapılar, emaneti ehline tevdi etmek, kuvvetler ayrılığı, yasama ve yürütmede uzlaşma/konsensüs/icma arayışı, muhalefetin denetleme sorumluluğu, bütçe hakkı (vergilerin nerelere harcandığını vatandaşın sorgulaması) çoğulculuk…tur. Batı, bu kurumları, uzun bir tecrübe sürecinde yaşadığı iç çatışmalardan damıtarak geliştirmiştir. Bizim demokrasiyi içselleştirmemiz için daha bir fırın ekmek yememiz gerekiyor. Demokrasi, her iklimde yetişen bir bitki değildir. İradi-ahlaki bir çaba ve kültürel iklim/atmosfer, eğitim gerektiriyor. Türkiye’nin, Osmanlı bakiyesi, çok etnisiteli, Müslüman toplulukların sığındığı bir ülke olması, demokrasiyi, vatandaşlığı, uzlaşıyı kurmanın bir dinamosu/avantajı olması gerekirken; yukarıda bahsi geçen sosyolojik genetikten dolayı, demokrasiye köstek olmaya devam etmektedir. Kürt sorununun bir türlü çözülemeyişi, bunun göstergesidir.

‘İhanet’ ve ‘İşbirlikçilik’in Sebebi Olarak Aile İçi Şiddet

1- TEORİK ÇERÇEVE

Politik birer kavram olan “İhanet” ve “İşbirlikçilik”, kendi toplumu veya devleti aleyhine kişisel veya grupsal menfaati uğruna, yabancılarla işbirliğini veya içinde yaşadığı devletin-toplumun aleyhine, onların menfaatine olacak şekilde hareket etmeyi ifade eder. Bu tutumun arkasında çıkar güdüsü olabileceği gibi, ideolojik nedenler de olabilir. Vatanseverlik veya Milliyetçilik duyguları taşımayan, kişisel veya grupsal çıkarlarını, içinde yaşadığı devletin veya toplumun aleyhine olacak şekilde önceleyen insanların bu tutumları, normal olarak/ahlaksızlık olarak kınanır ve aşağılanır. Ajanlık, böyle bir şeydir. Her toplumda –azınlık- olarak böyle insanlara rastlanır. Bizim üzerinde duracağımız konu bu değil. Bizim üzerinde duracağımız konu, Kendi devleti veya bu devleti yöneten iktidara karşı toplumun hatırı sayılır bir kesiminin veya muhalefetin, iktidar aleyhine başka devletler ile işbirliğine yeltenmesinin arkasında iktidar ile bu toplum kesimleri arasındaki yukarıdan aşağıya doğru yaşanabilen baskı ve şiddet ilişkisidir. Tek yanlı, zora dayanan bu ilişkinin sebebi, grupsal (aile, kabile, mezhep, din, ordu, parti…) çıkar olabileceği gibi; ideolojik farklılık da olabilir. Bu tutuma genellikle Tek Parti, Askeri, Kabilevi, Totaliter yönetimlerin olduğu toplumlarda rastlanır.

Aile, akraba, kabile, millet, mezhep, din ve devlete bağlılık, insani yaşama formasyonlarıdır. Medeni toplum, bu bağlılıkların birbiri ile dengelendiği; birine bağlılığın, diğerinin aleyhine olmadığı, ona zarar vermediği toplumdur. Kur’an şöyle der: “Ey iman edenler, kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız olsa da Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. Muhataplarınız zengin veya fakir de olsalar, adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah, bu ikisine sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede hevanıza (başıboş arzular) uymayın. Eğer şahitlik yapmaktan çekinir veya sahtekârlık yaparsanız, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135).

Aile baskısından dolayı Anadolu’da erkek veya kız çocukların evden kaçtıkları bilinmektedir. Bazı kız çocuklarının da, sevmediği bir erkekle evlendirilmek istenmesi durumlarında sevdiği erkeğe kaçtığı da bir olgudur. Ensest ilişkilerin de, mağdurlar tarafından itiraf edilmesi zor olduğu için, gizli kalan bir olgu olarak yaşandığı ve zamanla psiko-patolojik olarak dışa vurduğu bilinmektedir. Demem o ki, politik düzlemde de iktidar ve muhalefet, demokratik olarak meşru kurumsal yapılara kavuşturulmamış ise; iktidar, diğer toplum kesimlerine baskı ve zulüm yapıyorsa; mağdurlar, yabancı-dış güçler ile kolayca ilişkiye/işbirliğine girebilmekte ve kendi devletlerine ve siyasal iktidara karşı “hainlik” yapabilmektedirler. Siyasal baskılardan dolayı “mülteci” durumuna düşmüş insanlarda da bu tutum oldukça yaygındır. Avrupa ve ABD, Demokrasiyi, Hukuk Devletini, Laikliği ve İnsan Haklarını kendi içinde yerleştirerek bundan kurtulmuştur. Ancak, dünyanın her yerinden hainlerle ve işbirlikçilerle iş tutmayı dış politika açısından yeğlemektedir.

Maiyyetinde bulunan kişilere şiddet uygulayan bir babanın veya politik bir liderin psikoanalizini Erich Fromm şöyle izah etmektedir: “Freud, içimizdeki gerçeklerden büyük bir kısmının bilinçli olmadığını; buna karşın, bilinçli olanların da gerçek olmadığını farketmiştir… Şiddete eğilimli olduğu için çocuklarını döven bir baba, genellikle çocuklarına erdemli olmayı öğretmenin ve onları kötülüklerden korumanın en iyi yolunun bu olduğuna inandığı için çocuklarını cezalandırdığını söyler. Aslında baba, sadist doyumunun farkında olmadığı gibi, çocuklarını eğitmenin tek doğru yolunun bu olduğunu ve bir baba olarak sadece görevini yaptığı inancındadır. Başka bir örnek olarak savaşçı bir lider üzerinde de durulabilir. Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına karşın gerçekte kendine onur sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir.” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük sorunları. Çev: Bozkurt Güvenç. İst. 1973. s 110-111)

Bu konuda G. Jung ise şöyle diyor:

“Hükumetin en yüksek konumunda bulunan kişiler, devlet politikası kisvesi altında devletin öğretilerini kendi iradeleri doğrultusunda manipüle ederek kendi bireyliklerini işe koşabilirler. Ama böylesi bireyler, topluma kendi değerlerini ve dolayısıyla devlet politikasının kendisini dikte eden “Üstinsan” benzeri kişiler, kendi kurgularının köleleri olmaya daha meyillidirler. Lider, neredeyse her zaman kendi şişkin ego-bilincinin kurbanı olur. Bu, tüm ulusun bir koyun sürüsü olduğu, kendilerini iyi eyleme yönlendirmesi için her zaman bir çobana ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. Bir süre sonra çobanın kadroları sert bir yönetime geçer ve çobanlar kurda dönüşür.” (Lucy Huskinson, Nietzsche ve Jung. çev: M. Çetin. İst. 2021, s. 192)

Benzer bir durumun grup üyeliklerinde de ortaya çıkabildiğini Fromm şöyle izah ediyor: “Bir kişinin içinde yer aldığı toplumu, grubu, cemaati, tarikatı eleştirel bir göz ile değerlendirebilmesi için, ensest türü bağlarını koparmış olması gerekir. İster ilkel kabilevi, ister ulusal, isterse dinsel yapılarda olsunlar toplulukların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Üyelerini, grubun dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için üyelerinin yapısında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da üyelerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için, kişiyi kendi grubunun ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnendiğinde şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz duruma gelirler.” (E. Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. S. 82)

2- ORTADOĞU’DAN ÖRNEKLER

Bu duruma, örneğin Ortadoğu’nun totaliter rejimlerinde sıkça rastlanır. Bazı örnekler verelim. İran’da Şah rejimi, muhaliflere şiddetle muamele ettiği için, Ayetullah Humeyni Fransa’ya yerleşti. Fransa, onu korudu ve sonunda uçakla Tahran’a indirdi ve devrim gerçekleşti. Devrimden sonra muhalifler, dünyanın değişik ülkelerine giderek gittikleri ülkelerin istihbarat örgütleri ile işbirliğine girerek devrimi devirmek için faaliyetlere giriştiler. Irakta Saddam, muhaliflere zulmetti, muhalifler, başta ABD ve İsrail olmak üzere dış güçlerin istihbarat örgütleri ile ilişkiye girerek onun devrilmesi için çalıştılar. Afganistan’da Babrak Karmal, Rusya ile ideolojik işbirliğine girerek mevcut rejimi devirdi. Arkasından mücahitler, ABD ile işbirliğine girip onu devirdiler, Daha sonraları ABD, Afganistan’daki rejimi içerden bulduğu işbirlikçilerin (H. Karzai) de yardımı ile devirdi. Sonunda Taliban, Pakistan ile girdiği etnik-dinsel işbirliği ile ABD’nin desteklediği yönetimi devirdi. Libya’da Muammer Kaddafi’yi muhalifler, Fransa ve ABD’nin desteği ile devirdiler. Suriye’deki totaliter rejim, muhaliflerin başka ülkelerin desteği ile devrilmeye çalışıldı, başarılı olunamadı. Yemen’de benzer durum yaşandı; iç savaş, “işbirlikçilik” ve “ihanet”ler hala devam ediyor…

3- TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye’de tek parti yönetiminin yarattığı baskı, dinsel kesimde belli bir içerleme ve uçuklama yaratmıştır. Ancak muhalefet, daima meşru-demokratik yollardan mücadele etmeyi tercih etmiştir. 1961 askeri darbesinden sonra oluşturulan askeri vesayet rejimine karşı Ana muhalefet, yine demokratik yollardan mücadele etmeyi tercih ederken; “The Cemaat”, ABD ile işbirlikçiliğine girmiş, meşru yollardan seçilmiş ve kendisi gibi muhafazakâr olan iktidarı darbe ile devirmeye kalkışmıştır (FETÖ). Önceleri Kürtler üzerinde tek parti yönetimi ve askeri vesayet rejimi tarafından belli oranda bir baskı yaratılmış; ikibinlerden sonra muhafazakâr iktidar bu baskıyı azaltmaya başlamıştır. Ancak, 1980’lerde kurulan PKK, İsrail ve ABD ile işbirliğine girerek terör ve bölücülük politikası yürütmeye başlamıştır.

4- SONUÇ

Demokratik yollardan seçilen muhafazakâr iktidarın yirmi yıldır iktidarda olması, şimdilerde muhalefetin bazı unsurlarını FETÖ, PKK ve ABD ile işbirliğine yönlendirmektedir. Türkiye’de demokratik prosedürler yerleşmiş ve aktiftir. Muhalefete tavsiyem, bu yollara tevessül etmemeleridir. İçerde baskı hissediyorlarsa bunu, Türkiye halkına şikâyet etmeleridir. Halkımızın sağduyusu, bunu kavrayacak ve aşacak kapasitededir. İktidara tavsiyem de, kendilerine muhalif olan her çıkışı “ihanet” ve “işbirlikçilik” ile yaftalamamalarıdır. Muhalefeti, yabancıların kucağına itmek, marifet değildir. Marifet, muhalefeti “yerli” yerinde tutmaktır.

Karar Gazetesi Röportaj: Hasan Hanefi’nin Ardından (1. Bölüm)

İslami sol hareketinin kurucusu, Mısırlı yenilikçi düşünür Prof. Dr. Hasan Hanefi 21 Ekim’de Kahire’de vefat etti. İslam düşünce dünyasında ilk kez 1940’larda, sosyalizmin yükselişte olduğu bir dönemde Suriyeli Mustafa Sibai tarafından gündeme getirilen ‘İslami sol’ yorumu Şiilikte de İranlı sosyolog Ali Şeriati ile anılıyor. Prof. Dr. Hanefi ise Sünnilikte bu yorumu yapan, İslami sol hareketinin kurucusu olarak ardında iz bırakan bir isim. Yaşamı boyunca 60’ya yakın eser ortaya koyduğu halde Türkçede ne yazık ki yalnız 6 kitabı bulunan Hanefi’yi, onu Türkiye’deki düşünce dünyasına tanıtan bir isim olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhami Güler ile konuştuk.

Saliha Sultan

hasan-hanefi.jpgProf. Dr. Hasan Hanefi

İlhami hocam, öncelikle Hanefi’nin ‘İslami sol’ söyleminin arka planındaki düşüncesi neydi, anlatabilir misiniz?

Hanefi bu söylemi özellikle Filistin’in İsrail tarafından işgal edilmesine, İslam dünyasının Batı tarafından sömürge haline getirilmiş olmasına karşı, İslam’ın özünün haktan, hukuktan, emekten yana olduğunu öne çıkarmak için oluşturmuştu. Bu konular esas İslam’ın sorunudur demek istiyordu. Arap dünyasında biliyorsunuz iktisadi bir sınıfın hegemonyası söz konusu. Bu söylem, onların hegemonyasındaki kitlelerin haklarını savunma amaçlı bir söylemdi. Dogmatik bir düşünce yerine, aklı, tecrübeyi, tümevarımı esas alan bir düşüncenin İslam’ın özünde olduğunu vurgulayan bir görüştü. Yani çağın gerçekliğini takip etme, ondan kopmama anlamında… Ancak Hanefi Sovyetler Birliği’nin yani sosyalizmin çöküşünden sonra artık sol jargonunu artık kullanmamaya, ‘aydınlanmış İslam’ kavramını kullanmaya başladı.

Bizdeki İslami düşünce dünyasında geleneksel ekolü sürdüren isimler negatif olarak ele alır bu kavramı. Hanefi’nin bu ‘aydınlanmış İslam’ kavramı Arap dünyasında nasıl karşılandı?

‘Aydınlanma’ kavramı Arap dünyasında pozitiftir. Yeniliği ima eder. Kendi çağdaşları Muhammed Arkon, Muhammed Abid Cabiri, Taha Abdurrahman, Nasr Ebu Zeyd gibi isimler de bu yenilikçi ekoldeydi. Fakat Hanefi aynı zamanda politik bir yanı, ideolojisi de olan bir isim olarak diğerlerinden ayrılır. Hanefi’nin projesi genel anlamda İslam düşüncesini yenileme üzerineydi. Çünkü Ehl-i Hadis ekolü metni ve dogmayı merkez alır, Hanefi bu düşüncenin Orta Çağlarda o günün toplumsal koşullarına göre şekillendiğini savunur. Ama o dönemde rey ehli dediğimiz vicdanı, vakayı, düşünceyi, tümevarımı, olguyu da esas alan bir düşüncenin de ortaya çıktığını fakat aktif olamadığını belirterek, bugünkü İslam dünyasının bu düşünceye ihtiyacı olduğunu savunur. Yenilenmeyi bu ekol damarı üzerinden güncellemeye, aktif hale getirmeye çalışmıştır.

İNSANIN İHTİYACINI DİKKATE ALAN BİR DÜŞÜNCE ORTAYA KOYDU

Hanefi’nin bu projesinin üç ayaktan oluştuğunu biliyoruz. Özetle neydi üzerinde durduğu konular?

Evet üç ayaktan oluşuyor. İlki geleneksel kültür karşısında konumumuz ne olacak sorusu üzerinedir. İkincisi çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak, üçüncüsü ise İslam dünyasının ve Mısır’ın bugün içinde bulunduğu gerçeklik yani vaka karşısında takınacağı tutum ne olacak… Kitaplarının hepsinde bunları anlatıyor.

İlkinde, yani geleneksel kültür karşısındaki tutum konusunu ise dört maddede ele alıyor. Kelam, felsefe, fıkıh ve tasavvufun yenilenmesi üzerine düşüncelerini yazıyor.

Kelam hakkındaki ‘Akideden Devrime’ kitabında Eş’ariliği ve tasavvufu esas alan geleneksel Sünniliği kritik ediyor, yerine Mu’tezileliği, akılcılığı, gerçekliği esas alan bir teolojinin oluşturulması gerektiğini savunuyor.

Felsefe konusunda ise 9 cilt ‘Nakilden Yaratmaya’ adlı bir çalışması var. Bunda da klasik İslam felsefesinin içeriklerin arkaik kaldığını belirtiyor ve nasıl yeni bir felsefeyi inşa edebileceğimizi anlatıyor.

‘Nastan Vakaya’ adlı iki ciltlik fıkıh çalışmasında ise, geleneksel fıkıhın nastan hareketle hüküm verdiğini belirterek, bugün vakadan, yani bugünün gerçekliğinden yola çıkan bir fıkıh kurulması gerektiğini, yani metropolün sorunlarının bu yolla nasıl çözülebileceğini ele alıyor. Tasavvufla ilgili ise ‘Fenadan Bekaya’ adlı bir çalışması var. Tasavvufun dünyadan el etek çekme gibi negatif içeriklerin bugünün ihtiyacı olan ama aynı zamanda insanın sezgisel kapasitesini de göz önünde bulunduracak, toplumsal, iktisadi, siyasi sorunları derinden sezerek toplumların devam etmesini sağlayacak çözümler üretmesi gerektiğini savunuyor. Yani tanrıyı ve ahireti esas alan düşünce yerine, insan ihtiyaçlarını, gerçekliğini dikkate alan bir düşünce tarzı ortaya koyuyor.

Kur’anla ilgili de ‘Vahiy ve Vaka’ başlıklı bir makalesi var. Kur’an-ı Kerim döneminde ayetlerin bir toplumsal gerçekliği esas olarak oluştuğunu, yukarı ve aşağı arasında bir diyalektik yani diyalog olduğunu savunuyor. Tanrının kelamında insanların sözlerini iktibas ettiğini ve onları yorumladığını söyleyerek ‘Kur’an sadece gökten inmedi aynı zamanda yerden bitti’ diyor. Yani Kur’an dogmatik değil, aynı zamanda insani bir şey diyor. Mesela bir örnekte Allah’ın toplumdan soru aldığını hatırlatarak ‘Sana ayın hallerinden soruyorlar’ gibi ayetleri örnek göstererek, insanlara cevap verdiğini belirtiyor. Ve ‘Allah bugün konuşsaydı nasıl konuşurdu?’ sorusuna ‘Sana Filistin’den soruyorlar’ diyebilirdi ve Filistinli çocukları kastederek ‘Taş atmaya devam edin’ diye ayet inebilirdi diyor. Yani bugünkü vakalarda da Kur’an tarzında düşünmemiz gerektiğini söylüyor işin gerçeği.

“KUR’AN SADECE GÖKTEN İNMEDİ AYNI ZAMANDA YERDEN BİTTİ”

Kur’an-ı Kerim’e yönelik ‘yenilikçi’ bakış açısı neydi?

Kur’anla ilgili ‘Vahiy ve Vaka’ başlıklı bir makalesi var. Kur’an-ı Kerim döneminde ayetlerin bir toplumsal gerçekliği esas alarak oluştuğunu, yukarı ve aşağı arasında bir diyalektik yani diyalog olduğunu savunuyor. Tanrının kelamında insanların sözlerini iktibas ettiğini ve onları yorumladığını söyleyerek “Kur’an sadece gökten inmedi aynı zamanda yerden bitti” diyor. Yani Kur’an dogmatik değil, aynı zamanda insani bir şey diyor. Mesela bir örnekte Allah’ın toplumdan soru aldığını hatırlatarak ‘Sana ayın hallerinden soruyorlar’ gibi ayetleri örnek göstererek, ‘Allah bugün konuşsaydı nasıl konuşurdu?’ sorusuna “Sana Filistin’den soruyorlar diyebilirdi ve Filistinli çocukları kastederek ‘Taş atmaya devam edin’ diye ayet inebilirdi” diyor. Yani bugünkü vakalarda da Kur’an tarzında düşünmemiz gerektiğini söylüyor işin gerçeği.

‘BATI BİLİMİN NESNESİ HALİNE GETİRİLMELİ’ DEDİ

Projesinin ikinci ayağı günümüzün önemli meselelerinden biri hala. Çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak? Ne öneriyordu?

Bu konuda 800 sayfalık ‘Oksitandalizme Giriş’ adlı bir eseri var. Oryantalizmin İslam dünyasını ve dünyanın her yerini kendine nesne yaptığını vurgulayarak “Onlar alim oldu biz öğrenci” diyor. Bugünkü Müslüman dünyasının entelektüellerin özgüvenle Batı’yı bilimin nesnesi haline getirmesi gerektiğini savunuyor ancak bir şart koşuyor burada, ‘Onlar sürekli tepeden bakarak yaptılar, biz daha hakkaniyetli, araya mesafe koyarak onların hatalarını da doğrularını da gören bir disiplin oluşturmalıyız” diyor. Batı biliyorsunuz kendini tarihin sonu olarak lanse ediyor. Hanefi, bunu ortadan kaldıracak, Batı’ya haddini bildiren, insanlığı bugün getirdikleri yerin hayırhah olmadığını anlatacak bir disiplin öneriyor.

ilhani.jpg(Prof. Dr. İlhami Güler ve Saliha Sultan)

 

Karar Gazetesi Röportaj: Hasan Hanefi’nin Ardından (2. Bölüm)

Hanefi, bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı

İslam dünyasındaki yönetimlerde bugün şahit olduğumuz adaletsizliklere ve acziyete dair görüşleri neydi peki?

Bu onun projesinin üçüncü ayağı. Vaka, yani gerçeklik karşısındaki konumumuz için 8 ciltlik ‘Mısır’da Din ve Devrim’ adlı bir çalışması var. Onunla anılan ‘İslami sol’ düşüncesi işte bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bugünkü İslam dünyasının içinde bulunduğu gerçekliği göz önünde tutuyor. Mısır’da biliyorsunuz fakirlik çok fazla, gelir dağlımı çok dengesiz, tabii bu tablo genel olarak bütün İslam dünyasında mevcut. İslam dünyasındaki yönetimler büyük ölçüde ya tek parti ya aile ya da askeri diktatörlüklerinden oluşuyor. Hanefi ise demokrasiyi benimseyen biri ve İslami solun siyasi ayağını oluşturarak, ezilen, söz hakkı olmayan kitlelerin demokrasi yolu ile yönetime nasıl katılabileceklerinin yolunu arıyor.

BATILI FİLOZOFLARDAN ETKİLENMİŞ AMA KLASİK SÖYLEMİ TERKETMEMİŞTİR

Hanefi’yi araştırırken ilginç bir şey öğrendim. Malezya’daki takipçileri kendisini ‘karpuz’ lakabıyla anıyormuş. Neden?

Malezyalılar, Hanefi için ‘İslami dilini kullanıyor ama içeriğine modernitenin bütün kazanımlarını giydiriyor’ düşüncesiyle şüpheyle bakmış. Benim bu konudaki kanaatim şu, Hanefi’nin Batı’daki dört filozoftan Spinoza, Feuerbach, Husserl ve Lessing’den büyük ölçüde etkilenmiş bir isim. Bir panteist olan ve tanrı ile alemin bir olduğunu savunan Spinoza’nın kitabını Arapça’ya tercüme etmiş Hanefi. 1970’lerde yazdığı bir makalesi de var ayrıca, ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adında. Sait Yazıcıoğlu bunu Türkçeye aktardı ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nin dergisinde yayımlandı. Ben de Hanefi’yi bu makaleyle tanıdım. Makalede antropolijiyi esas alıyor, teolojiyi antropolojiye göre yorumluyor. Bunu yapan da esasında Feuerbach’tı, o teolojik dilin insanın kendine yabancılaşarak oluşturduğu bir dil olduğu tezini savunur. Hanefi onu izleyerek din dilini daha insani bir dile çevirmeye çalışıyor ama bunu geleneksel dili kullanarak yapıyor. Buna da imkan veren Husserl’dir, çünkü Hanefi bütün projesini Husserl’in fenomenolojik yöntemini benimseyerek oluşturuyor. Fenomelojinin özü ise şudur, kavramların veya sistemlerin bütün tarihini parantez içine alır, siz o içeriği yeniden kendi iradenizle doldurabilirsiniz. Dolayısıyla Hanefi bu yöntemleri benimsemekle birlikte, Allah, ahiret gibi bütün klasik söylemleri de kullanıyor ama dünyevi bir içerikte veriyor. ‘Allah aştır’ diyor mesela, ‘İhtiyacın neyse tanrı da odur’ demek istiyor. Bu dört ismin felsefesini benimsemiş olması Malezya’da Hanefi hakkında ‘Bu adam Allah, peygamber, din diyor ama bize Batı’nın felsefesini aktarmaya çalışıyor’ minvalinde bir şüphe doğurmuş.

Bizde Malezyalılar gibi bakmıyor muyuz böyle yenilikçi düşünürlere? Şundan soruyorum, ciltler dolusu çalışması var Hanefi’nin ancak bizde çok az çevirisi var. Yani bizim düşünce dünyamızda da böyle bir şüphe mi var Hanefi’ye karşı?

Tabii bizde de yenilik yoktur. Bizim entelektüeller arasında da Malezya’dakiler gibi bir şüphe var. Daha doğrusu aslında başta bende de vardı o şüphe. Hanefi bir cümlesinde ‘Sekülerler ne diyeceklerini biliyorlar fakat nasıl diyeceklerini bilmiyorlar. İslamcılar da nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlar’ diyor. Burada sekülerizme, modern dünyaya prim veriyor gibi görünüyor. Ben bunu daha sonra şöyle yorumladım. Kendisi Mısırlı, eski Orta Çağdaki İslam uygarlığının ihtişamını göz önünde tutuyor ancak bugünkü İslam dünyasının eğitim, sağlık, bilim alanlarındaki korkunç pasifliğini görüyor. Müslümanların Allah’a ve ayete yüklediği enerjiyi yeryüzüne boşaltmak, insana döndürmek istiyor, ahireti ise İslam toplumlarının geleceği olarak yorumluyor. Yani yeryüzünde cenneti nasıl kurarız sorusunun cevabını arıyor.

Bu arada vefatına kadar Kahire’de Felsefe bölümünde görev yapıyormuş, oradan emekli olmuş hatta. Bu bana ilginç geldi, El Ehzer’le tanıdığımız Mısır’ı geleneksel İslam düşüncesinin önemli merkezlerinden olarak biliriz. Hanefi bu ‘yenilikçi’ söylemlerine rağmen nasıl aforoz edilmemiş?

Çok doğru. Mesela Hanefi’nin öğrencisi olan Nasr Ebu Zeyd, yazdığı bir kitaptan dolayı Ezher uleması tarafından dinden çıktığına hükmedilip, hakkında fetva verildi. Zeyd de Hollanda’ya gitmek zorunda kaldı. Hanefi ise bu konuda, ‘Ebu Zeyd İsa gibiydi, açık söyledi ve çarmıha gerdiler. Ben Muhammed gibiyim, ben sözümü stratejiyle, siyaset yaparak konuşuyorum’ demişti. Hanefi eleştirisini yapıyordu ama yasalara veya mevcut egemen ‘sünni ortodoksi’ye ters şekilde söylemediği için ülkesinde kalabildi. O neyi, nasıl söyleyeceğini bilen biriydi yani.

Vefatının ardından Türkçede artık daha fazla Hanefi çevirisi görür müyüz sizce?

Şu anda Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel kapasitesi 2000’li yılların çok çok gerisinde. O yıllarda az çok İslam dünyasındaki Muhammed Arkon, Cabiri, Ebu Zeyd gibi isimler takip edilirdi. Çünkü muhafazakarlar o zaman muhalefetteydi, ve bu muhalefet hali ürettiriyordu. Ama 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş tedrici olarak İslami entelektüel düşünce kapasitesi dumura uğradı, yani iktidar her şeyi bozdu. Nietzsche ‘Tahakküm, güç tutkusu insanı aptallaştırır’ der, Türkiye’de de olan bu şu anda. Bu yüzden ben Hanefi’nin kitaplarının bu dönemde Türkçeye çevrileceğini düşünmüyorum.

TÜRKİYE’NİN LAİKLİK VE İSLAM SENTEZİNİ ÖNEMSİYORDU

Türkiye’de nasıl tanındı Hanefi? Şahsen tanıştığınız bir isim bildiğim kadarıyla, insan olarak nasıl biriydi?

Hanefi’yi Türkiye’ye tanıtan benim aslında. ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adlı bir makalesi bende büyük etki bırakmıştı. Gittim Mısır’da kendisini buldum, 1992’de Kahire’de derslerine devam ettim. Kendisiyle bir röportaj da yaptım ve 1992’de İslami Araştırmalar dergisinde yayımladım. Gelirken kitaplarını da yanımda getirdim ve Türkiye’de tanınmaya başladı. Sonra birkaç kez de davet ettik Türkiye’ye, İstanbul, Ankara’ya beş on kez geldi gitti. Mustafa Kemal’in devrimlerinden sonra sekülerizmle yani laiklikle İslam arasındaki sentezinden dolayı Türkiye’yi çok önemsiyordu. Erbakan’la görüşmek istedi mesela bir geldiğinde, ayarladık, iki saat kadar görüştüler. Görüşmeden döndüğünde “Dehşete düştüm. Erbakan bana bir saat İslamiyet’i anlattı” dedi. Laikler ne dediklerini biliyorlar, ne söyleyeceklerini bilmiyorlar, İslamcılar nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlara döndü iş. Türkiye’ye çok önem veriyordu, takip ediyordu. Eşi de burada yaşamayı seviyordu, geldiklerinde epey kalıyorlardı.

Şahsi düşünceniz nedir kendisi hakkında, insan olarak nasıl biriydi?

Hanefi’nin ömrü Mısır’da ihvan dilinin arkaik oluşu, sekülerlerin de totaliter oluşu üzerine geçti. O dilleri ıslah etme çabası üzerine yaşadı. Çok iyi, dürüst bir akademisyendi, Sorbonne’da eğitim almış, İngilizce, Fransızca biliyor, Batı ve İslam düşüncesine de hakim bir isim. Sadece lafızları yenileme değil muhtevayı da yenileme, İslam düşüncesine yepyeni bir çehre kazandırma çabasındaydı. Ben samimi olduğuna inanıyorum. Hanefi Hindistan’dan Mağrip’e bütün İslam dünyasının derdiyle dertlenen, üzülen, sevinen biriydi. Dini hamiyeti vardı ve bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı.

Ahlaki Eylemin Üç Saiki Üzerine – 1.Bölüm

Ahlaki amelin/eylemin (fazilet-erdem) başlıca üç saiki, motivi yani etkeni-sürücüsü vardır: 1- Vicdan, 2- Tanrı Rızası, 3- Menfaat-Mutluluk. Bu yazıda bu üç saiki seküler ve Kur’an açısından analiz etmeye çalışacağız. Kadim değerleri, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” “Güç İstenci” veya “Übermansch=Üstinsan” kavramları ile reddedip, Egoizmi yani yukardaki saiklerin “iyilik” olarak kodladıklarını reddedip, “kötülük” olarak kodladığını savunan Nietzsche’nin teorisine değinmeyeceğiz. Kur’an’da bu teori “Tağutluk”, “Şeytanlık”, “Ğarurluk”, ”Firavunluk” ve “Karunluk” olarak reddedilir ve “Kötülük” olarak nitelenir.

1-Vicdan

Vicdan, insanın doğasında olan bir yeti olarak, ahlaki eylemi bir karşılık beklemeden, kendiliğinden, iyi olduğu için yapmaktır. Kant, ahlakı bu saike dayandırmıştır. Onun “Ödev” ve “Kategorik Buyruk” kavramları, bunu ifade eder. Bunların açılımları şöyledir: “Yapmalısın”, “Öyle hareket et ki, senin yerinde olan herkes, senin gibi hareket etsin.” “İlişkilerinde insanları “araç” olarak görme; onları, kendi başına birer “amaç” olarak gör”. Ahlaki davranışın ucunda kişisel bir çıkar, haz, mutluluk… varsa; o davranış ahlaki değildir. (İ. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1982. S 24 vd)

Kur’an’da bu saik ile eylemde bulunmak “İhsan” ve “merhamet” olarak kavramsallaştırılır. İnsanlara merhametle muamele edilmesi tavsiye edilir (90/17). İhsan, karşılık beklemeden, iptidaen iyilik yapmaktır. Bu davranış, karşı tarafta da kendiliğinden aynı tutumu doğurur: “İhsanın karşılığı, ihsandan başka bir şey değildir.” (55/60). Bir başka ayette “Allah rızası” ve vicdani saik ile eylemde bulunmak birlikte zikredilir: “Mallarını Allah rızasını kazanmak ve vicdanlarını tatmin etmek için başkalarına dağıtanların (infak) misali…” (2/265). Yaratılışta insana bahşedilen “Vicdan” veya “Fıtrat” kapasitesi (91/8; 30/30), Allah’ın Rahman, Rahim ve Rezzak sıfatlarının insandaki yansımalarıdır. “Rabbaniyyun” (3/79) ve “Ribbiyyun” (3/146) kavramları, “Allah’a râm olmuş” anlamında bunu ifade eder. Hz. Muhammed’e yapılan: “İyiliği, (burada) daha fazlasını bekleyerek yapma.” (74/6) tavsiyesi, yine vicdanı ima eder.

Vicdanın sesini duymak, ayrı ve büyük bir sorundur. İnsanlar, hazır buldukları toplumsal değerlerini, Freud’un kavramsallaştırması ile “üstben”lerini (toplum/kültür/gelenek) veya kişisel “Bilinçaltı (id-içgüdü)”nı kolayca vicdan sanabilirler. Yunanlı filozof Ksenophanes’in deyimi ile: “Kanı (zan-İG), herkesi gafil avlar.”. Z. Gökalp’ın uyarısı haklıdır: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.”

2-Allah Rızası/Hatırı

Allah Rızası, Kur’an’da bulunan bir ahlaki amel saikidir. Allah’ın insana lütuf, ihsan, rahmet ve cömertlik olarak bahşetmiş olduğu nimet, rızık ve ikramların karşılığı, insanın şükran, sorumluluk ve minnet duyguları yani O’nun “hatırı için” kendine ve insanlara karşı tavsiye etmiş olduğu emir ve yasakları yerine getirmektir. Kur’an’da sık sık tekrarlanan bir husustur (2/207, 265; 4/114; 5/2; 60/1)

Ahlaki eylem saiki olan “Allah Rızası”nın aşırıya götürülerek saptırılması, insanı hemcinsine karşı eylem, aksiyon ve fiilde bulunmaktan uzaklaştırarak eylemsizlik olarak “çileciliğe” ve “zühde” götürür (mistisizm). Yani “Ribbiyyun” ve “Rabbaniyyun” olmaktan, -insanlara emredilmemiş olan “Rahbaniyyet”e götürür (57/27). Ruhbanlık, dünyadan el-etek-ayak keserek/çekerek, Tanrıyı “Takıntı” haline getirmektir (aşk, vecd, istiğrak, fena…). Kur’an, insanların –normal olarak- Allah’ı unutabileceklerini varsayarak, O’nu sık sık hatırlamalarını tavsiye ederken (2/198; 33/41; 62/10…); mistikler, Tanrı’yı “unutmamayı” dindarlık olarak vazederler. Kur’an, insanlara yatay olarak, ileriye doğru, yeryüzünde, doğru yolda (sırat-ı müstakim, sebilullah, şeriat) yürümelerini emretmiş olduğu halde; mistikler, dikey olarak, Allah’a doğru yürümeyi (seyr-i süluk, miraç, tarikat) seçerler. Kur’an’da dindarlık olarak “Takva”, içgüdüleri onaylayıp düzenleyen “dünyada dindarlık” iken; zühd ve çilecilik, içgüdülere kök-söktüren (nefsi öldürme-fena) ve “dünyadan kaçan” bir dindarlıktır. Allah’a doğru “yükselen” doğru söz söylemek ve salih/sağlam iş yapmaktır (35/10).

Tanrı’ya doğru bu dikey yürüyüş, uzak doğu dinlerinde (Hinduizm-Budizm-Taoizm) ”Nirvana”, “Tao”, “Kutsal Hiçlik” ve “Çok Katlı Sonsuzluk” gibi Tanrısal imgelerde sona erir iken; İslam mistisizminde (Tasavvuf) Tanrı ile ittihat, vusul, hulul, vahdet ve onda yok olma (fena fillah) ile sonuçlanır. İslam Tasavvufunun hepsinin böyle olduğunu söylemek, haksızlık olur. “Ticaret ve alış veriş yapmanın, Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiğini” (24/38) şiar edinmiş, “Dil (gönül-kalp) be yâr; dest, be kâr= Eli işte; kalbi, Allah’ı ile” ve “El-kâsibu, habibullah= Kazanç peşinde olan, Allah’ın sevgilisidir.” diyen Tarikatlar ve Esnaf Loncaları da mevcut olmuştur.

3-Mutluluk-Menfaat

a) Seküler Yaklaşım

Aristo, mutluluğun, insanları ahlaki eyleme sürükleyen bir saik olduğunu şöyle izah ediyor: “Hiçbir zaman bir başka şey için tercih edilmeyip, hep kendisi için tercih edilen ise, (ona) sadece kendisi amaçtır diyoruz. En çok, mutluluğun böyle bir amaç olduğu düşünülüyor. Çünkü onu, hiçbir zaman başka bir şey için değil; hep kendisi için tercih ediyoruz.” (Aristo, Nikhomakos’a Etik. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1988. S 13). Yani Aristo’ya göre, bizi ahlaki eyleme sevk eden saik, o eylem sonunda mutlu “olmak”tır.

Çağdaş etik düşüncede ve seküler bağlamda mutluluğu-menfaati temel saik olarak gören iki teori daha mevcuttur. Birincisi, J. S. Mill’in “Faydacılık (Utulitarizm)”ı; diğeri, W. James’in “Pragmatizm”idir. Bu üç teorinin ortak paydası, “Tanrı Rızası” ve Ahireti yani “te’cil edilmiş/veresiye menfaati” açıkça hesaba katmamalarıdır. Her iki teorinin, Aristo’nun mirasçıları olarak “Tek Dünyalı (seküler)” Kapitalist Ekonominin geliştiği İngiltere ve Amerika’dan çıkmış olmaları, manidardır. Bu teorilerin, Hz İsa’nın ve Hristiyanlığın Ruhbancılığı, Çileciliği/Zühdü (“Tanrı’nın Krallığı”) ile hiçbir alakaları yoktur. Protestanlığın, kuruluş aşamasında ortaya koyduğu püriten “dünya için dindarlık” teorisi, M. Weber’in teşhis etmiş olduğu gibi, sonunda bu iki teori ve bunların toplumsal hayata yansıması olan “Kapitalizm” ile sonuçlanmıştır.

Ahlaki bir sorumluluk olarak Tanrı’ya imanı ve onu memnun etmeyi (Tanrı Rızası) veya insanlara karşı vicdani ödevi/merhameti hesaba katmayan Mill, mutluluğu-faydayı yegane motivasyon olarak şöyle tanımlıyor: “Mutluluk, istenir ve amaç olarak biricik arzu edilecek şeydir; meğer ki o, amaca erişmeye bir araç (motiv-İG) ola… Bir şeyin istenir, arzuya değer olduğunu ispat için, onun “şimdiki zamanda” (burada/dünyada-İG) bütün insanlar tarafından arzu edildiğini söylemekten başka bir kanıtımız olmamasından korkarım… İspat etmeli ki, insanlar, yalnız mutluluğu istemekle kalmazlar; belki, mutluluktan başka bir şeyi asla arzu etmezler. Kendisine bağlı olan zevk (haz-menfaat) fikri ile ölçülmüş olmaksızın bir şeyi arzu etmek, fiziksel ve metafiziksel bir imkânsızlıktır. Arzunun, zevki (amaçlamaktan) ve ıstıraptan (kaçınmaktan) daha yüksek bir amacı olabileceği hakkında bir itiraz akla gelmez.” (J. S. Mill, Faydacılık. Çev: N. Coşkunlar. İst. 1986. S. 54-55,61).

W. James ise, ahlaki iyiyi şöyle tanımlıyor: “İyi, basitçe talebin karşılanmasıdır (satisfy). Talep, “Güneşin altındaki (burası/dünya)” her şeydir. Fiziki fenomenler için farz edilecek tek bir kanun olmayışı gibi, tüm taleplerimizin temelleneceği evrensel bir motivasyon da yoktur. Ahlaktaki temel belirleyici kuvvetler/motivler, fizikte olduğu gibi çoğul olabilir.” (W. James, The Will To Belive, Newyork, 1907, S. 201). Burada altı çizilmesi gereken nokta, bütün taleplerin “güneşin altında” yani “peşin” yani “Dünya” da karşılanmasıdır. Bu ahlak filozoflarının her ikisi de İngilizdir. F. Nietzsche, bir aforizmasında: “Çocuklar, kadınlar, inekler ve İngilizler, “mutluluk” peşinde koşar” der.

Ahlaki Eylemin Üç Saiki Üzerine – 2.Bölüm

b) Kur’anî Yaklaşım

Kur’an, Karl Marks’ın (Kapital) ve Kapitalizmin insanı “Homo Economicus” olarak tanımlamalarına katılır: “İnsan, menfaate çok düşkündür.” (99/6); “Kendini ebedileştirecekmiş gibi, malı istifler.” (104/2-3); “Çoklukla övünmek, sizi ölünceye kadar oyaladı.” (102/1-2). “İnsan, bir kazanç/kâr elde ettiğinde, cimrileşir.” (70/21). Bu tutumun, başıboş kalması sonucu olarak ortaya çıkan Tağutluk (Güç İstenci), Şeytanlık (İstiğna-İstikbar), Ğarurluk (ayartıcılık), Firavunluk (zulüm) ve Karunluk (İstif-israf) tipolojilerini de ahlaki bağlamda “kötülük odakları” olarak yadsıdığı ve lanetlediği açık bir gerçektir. Bu konuda Fazlurrahman şöyle diyor: “İnsan, önemsiz şeylere dalıp giden bir zihin(petty mınd), dargörüş ve çileden çıkarıcı bir bencillile haraket eder. Bu, siyasi,, toplumsal, ekonomik ve dahası dini bütün insani davranış alanlarında böyledir. İnsan çok zayıf/akılsız ve kıt düşüncelidir(17/100,4/28).”İnsan doğası kararsızdır; başına bir fenalık gelince feryadı basar; bir menfaata ulaşınca da, onun başkalarına ulaşmasını engeller.”(70/19-21)”( Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları” Çev. A.Çiftçi. Allah’ı Elçisi ve Mesajı Ank.1997 içinde. S 17)

Yaşamı bir “Denenme” olarak vazeden Kur’an evrenin (semavat), Güneş sisteminin, ekosistemin/dünyanın ve insanın düzenli ve bir gayeli olarak Tanrı tarafından yaratıldığını ve insanın kendisinin de Tanrı’ya karşı İman-ibadet ve insanlara karşı da adalet ve merhamet etmek sorumluluğu ile denendiğini (din) anlaması gerektiğini tavsiye eder. Böyle bir ahlaki kapasite de insanın derininde mevcuttur: “Fıtrat” (30/30).

Kur’an, denenmenin özü/kendisi olan ahlaki eylemin vicdan ve Tanrı Rızası saiklerinin ötesinde bir de menfaat saiki koyar. Ahlaki eylemin insani boyutu olan, hemcinsine karşı adil davranmanın saiki, dünyevi menfaattir. Bu, “Adalet” kavramı ile ifade edilir. Adil olan ahlaki ilişkide menfaatler dengelenir. Bir tarafın “lehine”, diğer tarafın “aleyhine” olmaz. Adaletin temeli, menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya tersinden: “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran”dır. Yani dünyevi menfaat gözetme saiki ile de ahlaki eylem yapılır. Bu ilkeyi çiğneyerek başkalarına zarar vermek, acı çektirmek, haddi aşmak, hakkaniyetsizlik yapmak zulüm, fesat, fücur, tuğyan… dır. Dünya nimetleri, insanlar için hazırlanmıştır. Onların, salih/sağlam (Sabiğat-34/11) bir şekilde üretim yolu ile çoğaltılması, adil bir şekilde (mizan) bölüşülmesi (83/2-3) ve israf edilmeden tüketilmesi (6/141; 7/31) helal/meşrudur ve ahlakidir.

Allah-Kur’an, insanın menfaatperestliğini göz önünde tutarak, yukarıda saydığımız “kötülük odakları” haline gelmemesi ve hemcinsine karşı katil, gasıp, zalim ve hoyrat olmayıp; adil ve merhametli olması için, dini anlamda “denenme”yi kazanabilmesi için, ona bir de “Ahiret Menfaati” vadetmiştir. Bunu ifade eden odak kavram “Hayr”dır. Yukarıda belirttiğimiz gibi “İhsan” kavramı, karşılıksız vicdani iyiliği imlerken; “Hayr” kavramı, “karşılıklı iyiliği” imler. Bu dünyada Tanrı’ya İman ve kullarına iyilik yapmanın, onun dinini korumanın ve tebliğ etmenin karşılığı olarak “Ahiret”, peşin/âcil (kapitalizm) ekonomi yerine; veresiye/tecil edilmiş (17/18; 75/20; 76/27) bir ekonomidir; kesintiye uğramayan bir ticarettir (35/29), bir tür alış-veriş (bey’)tir (9/111); Allah’a verilmiş bir borçtur (64/16-17). Aynı zamanda hukuki bir hakketmektir. “Bu menfaat, daha çok ve daha uzun sürelidir” (87/17).

Malını, “Allah yolunda” yani cihat veya fakirlere yardım etmek için harcayanlar/dağıtanlar, yardım edenler (infak), yani “hayr” yapanlar, Ahirette kat be kat fazlasını alacaklardır: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her başakta da yüz tane bulunan tohum gibidir. Allah, dilediğine kat be kat verir, O, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (2/261). İnfak, yoksullara her türlü nakdi yardımı içerdiği gibi; günümüzde saile (dilenci) sadaka vermek değil; işsizlere istihdam yaratmaktır. Kur’anda ahlaki bir saik olarak “Ahiret”in yeri hakkında Fazlurrahman şöyle diyor: “Herşeyden evvel Ahiret olmaksızın insan, anlık yaşama haline düşer ve sadece “dar görüşlü” olmakla kalmayıp, aynı zamanda hayvanlar gibi olur. İnsana geniş görüşlülüğü veren ve “takva”yı harekete geçiren “Ahiret”tir. “Bu dünya” peşinde koşmak, hali hazıra(here and now) dalıp gitmenin diğer bir tezahürüdür. Böyle bir hayat görüşüne/tutumuna sahip insanlar,”hayvanlar gibidirler, hatta daha da kötüdürler; çünkü onlar, düşüncesizdirler.”(7/179). Kur’an’ın “takva”yı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu gelip geçici(hour to hour) hayatın üstüne çıkarmaya, böylece de onun davranışlarını uzun vadeli hedefleri ve “amellerin Sonu(the End of affairs)nu gözeten sağlam bir temele oturtmasına yöneliktir.”(Fazlurrahman, Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları, a.g. e, s15)

4-Sonuç

Kur’an’ın benimsemiş olduğu üçlü yani vicdan, Allah rızası ve menfaat saikleri, “Takva” kavramında toplandığı gibi, “Dünyada Dindarlık”tır. Bu üç motivin kendi içinde “Yücelik” sıralaması: 1- Allah Rızası, 2- Vicdan ve 3- Menfaattir. Tek motivli ahlak teorilerinden daha geniş ve gerçekçidir. Kant’ın “Ödev” teorisinde olduğu gibi “gazoz ağacı (zor)” değildir. Aristo’nun, Mill’in ve James’in teorilerinde olduğu gibi, Allah’ı ve Ahireti unutan seküler ve tekçi saikli değildir. Allah rızasını aşırıya götüren mistik teorilerde olduğu gibi yeryüzünü, bedeni, içgüdüleri (insanı) ihmal edip; onları düşman belleyen, dikey olarak Tanrı’ya veya O’nun ile birleşmeye, Sonsuzluğa, Hiçliğe giden bir yol da değildir. Dünyaya saplanmadığı gibi; dünyadan da kaçmaz. Gerçekçidir