8.2.2016
Russo’nun kavramsallaştırması ile Anayasa bir “Toplum sözleşmesi”dir. Değişik etnik, dini-mezhebi, mesleki kimliklere ve ekonomik sınıflara sahip toplum kesimlerinin ortak çıkarlarını ve haklarını korumayı başaracak bir kontrat. Türkiye, seksen ihtilalinin darbe anayasasını ortadan kaldırıp sivil bir anayasa yapmakta uzlaşmış durumda. Ancak bu yeni sözleşmenin siyasal sisteminin ve kimlik tanımının ne olması gerektiğinde bir uzlaşı yok. İktidar, Başkanlık sistemi ve “ümmet” kimliğinde ısrar ederken; ana muhalefet(CHP-MHP), Parlamentarizm ve “Ulus/millet” kimliğinde ısrar ediyor. Kürtler ise, kimliklerinin tanınmasını ve “Öz/Özerk Yönetim” talebinde bulunuyorlar.
Cumhuriyetin “zorla” inşa etmiş olduğu “Seküler Türk Ulusu” kimliğine hem Sünniler, hem de Kürtler itiraz etti. MSP-AKP çizgisi, sekülerliğe; PKK-HDP çizgisi ise “Türklüğe” itirazdır. Seksenlerden itibaren Türkiye Türk-Kürt kavgasına; ikibinlerden itibaren de Laik-Muhafazakâr ve Sünni-Alevi soğuk savaşına girmiş durumda. Türk olan veya Türkleşmiş muhafazakâr Sünni %50 tabanına oturan Ak Parti, diğer toplumsal kimlikler ile kavgasını sürdürüyor. Bu partinin kimliğini(ümmetçilik) diğer toplumsal kesimler kabul etmeyecek. CHP-MHP çizgisinin “Türk Ulusu” kimliğini de Ak Parti ve PKK-HDP kabul etmiyor. Benim önerim, yapılacak anayasa, bu kimliklerin tümünün üstünde “Türkiye Vatandaşlığı” ve “Türkiyelilik” kimliğini esas almalıdır. Buna kimsenin itirazı olmaz. “Hemşehrilik” veya “Mahallelilik” gibi, “Yurttaşlık” da bir ünsiyet saikidir. Çünkü Türkiye’de seküler milliyetçilik ve dinsel ümmetçilik ideolojileri, burada yaşayanların tümünü gönüllü olarak “bir”leştirmeye yetmiyor; her bir ideoloji, toplumumuzun ancak bir kesimini birleştiriyor. Aksi taktirde zorlamanız gerekiyor. O da iç-savaş demektir. Vatandaşlık, kültürel ve kimliksel çokluğun olduğu bir yerde/yurtta birlikte yaşamayı temin edebilecek bir etkendir. Çünkü bu kimlik etnik, ideolojik, dinsel-mezhepsel bir ima taşımıyor. Her kesim kendi kimliğini korusun ve geliştirsin. Temel insan Hakları, kuvvetler ayrılığı, demokrasi ve laiklik de rejimin ana nitelikleri olsun. Bunlara da kimse itiraz etmez. Muhafazakâr dindarlar, bu aparatlar içinde kendi İslami değerlerini politik olarak hem iktidarda hem de muhalefette aktualleştirebilirler. İslam, bireysel planda yeşil(sıbğatullah) ve görünür; toplumsal planda güzel koku, ışık ve hava gibi görünmez ve siyah-beyaz renkler arasında gridir(orta yol/ümmeten vasatan). “Radikal İslam”, koyu bir adalet/insaf/hakkaniyet taraftarlığı ve zulüm, baskı ve sömürü karşıtlığı anlamına gelir; yoksa “Selefi” zevzeklerin sandığı gibi “Tekfir İdeolojisi” veya cahillerin “Mezhepçilik” ideolojisi değil. Tunus’taki Gannuşi’nin önderliğindeki “Nahda” İslami hareketinin öğrendiği gibi, Türkiye’de kendilerini “muhafazakâr-demokrat” olarak kodlayan İslamcılar da takiyye yapmaktan vazgeçip “muhalefet”in zannettikleri gibi kategorik olarak “hainlik” değil; demokrasinin gereği ve kendilerinin de vazifesi olduğunu öğrenmeliler. Milli Görüş, muhalefete “mahkum” iken; bunlar da “iktidara” mahkum olduklarını sanıyorlar. Nihai hedefiniz “ebedi kurtuluş” ise, muhalefet yapmakta da “sevap” vardır. Becerilemediğinde iktidarda kalmak insanı cehenneme de götürebilir.
Güney Kürdistan’ın Irak ve Suriye parçaları federasyona doğru giderken, Kuzey’in bundan etkilenmemesi söz konusu olamaz. Kürtlerimizi memnun edecek bir çözümü, müzakereler ile bulmalıyız. Tüm temel kültürel haklar ile birlikte yerinden yönetim/yerel yönetimler güçlendirilmeli; isteyenlere anadilleri ile eğitim hakları teslim edilmelidir. Kuzey’in sosyo ekonomik-politik pozisyonu ıslah edilirse, Güney’e katılmak, cazibe olmaktan kendiliğinden çıkar. Her insanın istediği temel iki şey onur ve refahtır.
Başkanlık sistemine gelince, bunu Tayyip Erdoğan’ın cumhuriyetin yaratmış olduğu kültürel içerlemenin bir semptomu olarak görmek mümkün(Said Nursi-Fethullah Gülen de). Abdullah Öcalan ise, Kürt halkının yaşadığı içerlemenin semptomudur. Tıpkı Atatürk’ün, İmparatorluğun yıkılmasının yarattığı içerlemenin bir semptomu olduğu gibi. Hitler de, Birinci Dünya Savaşında yenilen Almanların yaşadığı içerlemenin semptomu oldu.
Sünnilerin kültürel mağduriyeti giderildikten sonra -ki şu anda rövanş alınmış durumda-, toplumu daha fazla zorlamanın gereği yoktur. Batı standartlarında bir demokrasi yaratmak Türkiye’deki İslamcı hareketin tarihsel misyonudur. İkibinlerden itibaren “Arap Baharı” ile Ortadoğu’daki otoriter/totaliter rejimler yıkılırken; aynı süreçte Türkiye’nin tersi bir istikamette otoriterliğe gitmesi anlamsızdır. Sayın cumhurbaşkanımızın sistemde yarattığı kırılmalardan dolayı bazı toplumsal kesimlerde yarattığı “düşmanlık” duygusu, onda yaşam güvenliği korkusu yaratarak hayatta kaldığı sürece sürekli iktidar olmanın yollarını(Başkanlık) aramaya sevk ediyor. Türkiye, kaderini bir kişinin kaderine bağlayamaz. “Benim kaderim, Türkiye’nin kaderidir” noktasına gelmiş olmak çok kötü bir durumdur. Hitler, Saddam ve Kaddafi, ülkelerini böyle batırdılar. Yüzde elli, menfaatini ve kültürel psikolojisinin tatminini bu lidere sarılmakta gördüğü için peşinden gitmesi, anlaşılır bir şeydir. Fakat, sorumluluktan kaçarak çatal yürekli/kefen giymeyi göze almış birini ileri sürerek arkasına saklanmak, dindar olduğunu iddia edenler için ahlaki bir tutum değildir: “Müminlerin kamu işleri(emruhum) aralarında(beynehum) ortaklaşadır(şura)”(42/38). Karşı tarafa/muhalefete saygılı olmak, demokrasinin gereğidir. Muhalefetin kimliksel parçalanmışlığı dışında iktidar karşısında tutum, tavır ve psikoloji olarak pek fazla bir farkının olduğu da söylenemez. İç barışı korumak, her toplumsal, kültürel ve politik çevrenin ilk vazifesidir. Ölüler, mahpuslar ve mülteciler bir şey yapamaz.