1 – DİNİ SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Ahirette cehennemlikler/kaybedenler, pişmanlıklarını şöyle ifade ederler: “Ey Rabbimiz, “Husumetimiz bize galip geldi; hatalıydık” (23/106). Demek ki, dini bağlamda hidayeti bulamamanın, dalalete sürüklenmenin temelinde yatan husus, ahlaki konularda cehalet, korku, çıkar veya kibir saikleri ile tek tek insanların veya grupların içine kapandıkları kör/taklidi-dogmatik husumet/düşmanlık, kibir/istiğna ve kesin inançlılık durumudur. Şüpheyi, eleştiriye açık olmayı ve sürekli “düşünceli” olmayı terk etmektir. İnsanda yerleşmiş, tabiatının en derin temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü ve arzuların “makuliyete” bürünmesi, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir. İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu duvarın aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir. Örneğin, Kur’an şöyle der: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Ne münasebet, biz sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.” (2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: “Senin (yeni) ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.”(ll/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve keyfi arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi ve toplumsallaştırılmasıdır. Cehalet, tembellik, korku ve çıkarın ürünü olan mitoloji ve şirkin/paganizmin, İlahi dinlerdeki uzantısı veya paraleli, dogmatik/taklidi körlüktür. Muhteva/ajanda değişse de; karakter, psikoloji ve saikler aynıdır: “Dinlerini paramparça ettiler; her mezhep de (hizb) kendinden son derece emindir.” (23/53)
Çıkarlar, arzular ve güdüler toplamı olarak heva, havalanıp/şişip benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23 … ) ve giderek kişi kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın, ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘’Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.
İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır. Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan” da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği, otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin yani cemaat, mezhep, parti, lider, toplum, devletin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan (İnsanın Dört Zindanı) iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’ (kültür)dur. Bir ‘canlı’ türü olan insan, toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise, ancak o zaman giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan/zindanlardan kurtulur ve özgürleşir; ünsiyet sahibi “İnsan” olur.
Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), “Atalarımızın böyle yaptığını gördük.’ Derlerdi” (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini, kesinlikle reddetmektedir (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23). Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak “Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk” (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.
2 – POLİTİK SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Demokrasinin olmazsa olmazı olan İktidar-muhalefet ve siyasal partilerin varoluş gerekçesi, zorunlu olarak “çoğul” ve “ideolojik” olan kimlik/kültür, güvenlik, hukuki asayiş veya ekonomi/çıkar politikalarının eleştiri, tartışma-uzlaşma ve rekabet içinde yürütülmesidir.
Türkiye’nin, kültürel/ideolojik bir “devrim” ile kurulması ve bir imparatorluk bakiyesi olarak demografisinin etnik-mezhebi olarak çoğul yapısı, politik faaliyeti kolayca “Kimlik” eksenine kilitleyerek demokrasiyi felç etmektedir. Son dönemlerde politik hayatta kullanılan ”İttifak” veya “Cephe” kavramları ve oluşumları aslında militer/savaş-düşmanlık imaları taşımaktadır. İkinci Dünya savaşında “Müttefik Kuvvetler” vardı. Yetmişli yıllarda da Türkiye’de “Milliyetçi Cephe” hükümeti kurulmuştu. O yıllarda toplumun “sol-sağ” diye bölünerek ne hale geldiği, hafızalarda mevcuttur. Demokrasinin kavramları uzlaşma, rekabet, koalisyon, icma, şura… vs dir. Son dönemlerde Türkiye’de siyaset, vatansever-vatan haini, yerli-işbirlikçi… gibi “bölücü” ve insanlarda nefret, kin, hınç yaratan kavramlarla yürütülmektedir. ”Yerliliğin bir ideolojiye dönüştürülmesi, sürekli dışardan alma kadar “ergen” bir tutumdur. Her ikisi de, aynı madalyonun iki yüzüdür.” (Besim Dellaloğlu, Poetika ve Politik, İst.2020. s. 28) Hegel’in Aufhebng kavramının, Tanpınar’ın “değişirken devam etmek, devam ederken değişmek” ifadesi ile çevrilebileceğini ileri süren Dellaoğlu, “Rönesan”sın da geleneğin yaratıcı yenilenmesi(tecdit) olarak aynı anlama geldiğini ifade ederek şöyle devam ediyor: “ Batının yaptığı ve Türkiye’nin yapamadığı budur. Batı, hem değişiyor, hem de devam edebiliyor. Türkiye ise, ikisi arasında bir tercih yapmaya zorunlu hissediyor kendini. Bu nedenle de Türkiye ya değişiyor(devrim-İG); ya da devam etmeye çalışıyor(Katı Muhafazakârlık-İG); ama ikisini aynı anda yapamıyor. Tıpkı bisiklet binerken, sakız çiğneyememek gibi. Devam etmek isteyenlere, “Muhafazakâr”, “Yerlici”; değişmek isteyenler, “Batıcı-Kemalist-(Seküler)” diyorlar.”(Dellaloğlu, Poetika ve Politik.s51). Bu tutumlar, Kur’an’ı ve Nutuk’u kutsal kitaplara dönüştürerek “kültürel kamusallık” olarak –İstiklal Marşında olduğu gibi- herkesin okuyup anladığı ve benimsediği “Kanon” veya “Klasik”lere dönüştürme yerine, politik-kültürel hayata “husumet” olarak yansıyor.
Kesin-kör inançlılık (dogmatizm/taklit) ve husumet, tezyif, tahkir ve itham, tarafların diğerlerinde bulunan iyiliği, erdemi ve doğruluğu görmeyi engeller. “İttifak” yapma ve “cepheleşme”, bu ithamlarla yapılmaktadır. Oysa, Ulus Devlet’in/sınırların, hepimizin “zorunlu” evi olduğu ve hepimizin yine zorunlu olarak “aynı gemide” olduğu; eşit “vatandaşlık” dışında etnik, dini/mezhebi, ideolojik kimlik farklılıklarının modern toplumda ve demokrasilerde “normal” olduğunu hepimiz kabul etmek zorundayız. “Kimlik” oluşturma süreçleri, beton dökme ameleliği değil; düşünsel, ahlaki ve estetik süreçlerdir. Su sızdırmaz “ölümcül kimlikler(E.Maluf)” yaratmak yerine; geçişken-olgunlaşan, evrilen, gelişen kimlikler yaratmak, “medeniliğin/insaniliğin” temel ölçüsüdür. C.G. Jung: “ Bir içsel durum, bireyde bilinçli hale gelmediği takdirde; dışarda kader(kahraman) haline gelir” der.(Jhon Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler. Çev: H.Aral. Ank. 2019. S 273)“Husumetin galip gelmesi”, dini hayatta ölümcül ve büyük bir hata olduğu gibi; politik hayatta da ölümcül ve yanlıştır. Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’u Firavun’a elçi olarak gönderdiğinde, onlara tavsiye olarak şöyle dedi: “Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır ve çekinir.” (20/44). Hz. Muhammed’e de şu tavsiyede bulundu: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et.” (16/125).
3 – SONUÇ
Hâsılı, iç-siyaset savaş, husumet, hile, kumpas, kurnazlık, düşmanlaştırma değil; yarış, rekabet, işbirliği, eleştiri-uzlaşıdır. Marifet adaleti, hukuku/hakkaniyeti ifade eden ”Tarafsızlık” ile Rahmani siyaset olarak bunlara “Taraftar olma” nın diyalektiğidir. İletişimin/ilişkinin, birlikteliğin, toplum olmanın zemini(kamusallık bilinci) ben-sen, biz-siz arasındaki yaratıcı diyalektik ilişki, karşılıklı bağımlılıktır. Husumet, “öteki/düşman”laştırma olarak bu bağların tahrip edilmesi, hakikatten ve dostluktan uzaklaşmaktır. Tarafların ibtidaen ortaya koyacakları söz ve davranış, jest ve misillemenin çapı, etik kapasitesi ve niteliği, onların karakterinin ve kültürlerinin tekâmül derecesine (medeniliğine) bağlıdır; ham da olabilir, olgun da. Kur’an şöyle der: “Rahmanın kulları ortalıkta vakar ve tevazu ile dolaşan kimselerdir. Cahiller, onlara laf attıklarında “Selam” der, geçerler.” (25/63). “Onlar, yalana şahitlik etmez; faydasız/boş bir şeyle karşılaştıklarında, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” (25/72). “Boş söz işittiklerinde, ondan yüz çevirirler ve “Bizim görüşümüz/işimiz, bize; sizin ki de size; selametle; cahillerle işimiz olmaz derler.” (28/55). Lokman (a.s), oğluna şöyle öğüt vermişti: “ “İnsanları küçümseyerek, surat asarak, sırtını onlara dönme. Sokaklarda böbürlenerek caka satarak dolaşma; tabii ol. Allah, böbürlenen-kibirlenenleri sevmez. Muhataplarınla konuşurken, eşekler gibi bağırıp çağırarak hakaret etme. ” (31/18-19).