Akılsız İman ve İmansız Dinin Dindarı Olmak

Muhafazakâr /Dindar Türk Halkının Hikâyesi

Akılsız İman

İmanın insanın akıl yeteneğine mi yoksa irade ve teslimiyet yeteneğine mi dayanacağı, dayanması gerektiği tartışması dinler tarihi kadar eskidir. İlkel ve insan ürünü dinler ile birlikte İbrahimi-monoteist dinin bir kanadı, irade ve teslimiyeti önceler. İbrahimi-monoteist dinin peygamberleri ile birlikte diğer bir kanadı ise akli-eleştirel temele dayanan irade ve teslimiyeti önceler. Kur’an, Hz. İbrahim’in Tanrı’yı arayışını ve ahiret hayatının vuku bulacağına dair itminan talebini buna örnek olarak verir (2/124-140, 3/65-97, 6/74-83,21/51-69). Kur’an’a göre din konusunda “Akıllarını iyi kullanmayanları Allah rezillik (pislik) içinde bırakır” (10-Yunus/100). Sağlam, mantıklı, hikmetli, meşru, sağduyuya dayanmayan imanın Allah katında -samimi de olunsaherhangi bir değeri yoktur. Doğru imandan saparak buzağıya tapınmaya başlayan Yahudilere Allah şöyle seslenir: “Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor” (2-Bakara/93). Taklit yoluyla atalardan, tarihten devralınan dinî inançlara inanma, insanın ihmalkârlığının ve tembelliğinin bir sonucu olarak çok yaygın bir davranış tarzıdır. Kur’an, oluşum sürecinde böylesi inanca sahip olan Müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanlarla polemiğe girmiş; onları kıyasıya eleştirmiş ve hatta onlarla yer yer alay etmiştir. Ne yazık ki aynı tutum aradan bir zaman geçince Müslümanlara da musallat olmuş ve birçok “büyük” Ehl-i sünnet âlimi, taklidî imanı caiz görmüş ve meşrulaştırmıştır. Mutezilî âlimler, Maturidi, İbn Teymiyye ve Davud ez-Zahirî gibi âlimlerin gayretleri bir işe yaramamış; Gazali kitleleri “teslimiyet” ve “taklide” teslim etmiştir. Hıristiyanlığın başından beri aklı dışladığı, irade ve teslimiyeti savundu- ğu bilinmektedir. Protestanlığın kilise yerine kutsal metne geri dönüşü ve metnin literal yorumunu savunurken aklı lanetlediği bilinmektedir. Spinoza ve Descartes’in dinî düşüncede aklın kullnılmasını savunan görüşlerine rağmen Pascal, Kant, Kierkegaard ve Witgenstein gibi filozoflar, adına “Fideism” denen akılsız iradeciliği savunmaya devam ettiler. Dinî hayatta düşünceyi ve eleştirel olmayı zorunlu kılan gerekçe gayet basittir: Kitleleri kendi hâline bıraktığınız zaman tabir caiz ise ya davulcuya ya zurnacıya kaçmaktadırlar. Dinler tarihi, bunun en güzel kanıtıdır. Hakikatin bu zor alanında akıl (düşünce ve eleştiri) yaşam için oksijen ve su kadar önemlidir. Yalnız, düşünce ve aklın imandan ve inançtan önce gelmesi gerekir. Sonra geldiğinde, batıl itikat ve hurafelerin teolojisini yapmaya başlıyor ve kendi eşip kendi düşüyor. Bu arada sözü bir süre usta psikanalizci ve düşünür Erich Fromm’a vermek istiyorum. Akla dayanan ve akıl dışı inanç konusunda o şöyle diyor: ‘‘Akıl dışı inanç deyince, insanın kendi düşünce ya da duygu yaşantısının sonucu olmayıp akıl dışı bir otoriteye duygusal boyun eğişin üstünde temellenen, bir kişi, bir düşün ya da bir simgeye duyduğu inancı anlıyorum… Akıl dışı inanç, kişisel ya da kişisel olmayan akıl dışı bir otoriteye boyun eğmekten kaynaklanan bir obje veya bir kimseye duyulan bağnazca kanıdır. Akli inanç, bunun tersine, üretici düşünsel ve duygusal etkinlik üstünde temellenen kesin bir kanıdır… Akıl dışı inanç yalnızca bir otorite ya da çoğunluk öyle olduğunu söylediği için bir şeyin doğru olarak kabul edilmesidir. Oysa aklî inanç, insanın kendi üretici gözlem ve düşünceleri üzerinde temellenen bağımsız bir kanıdan kaynaklanır… Akıl dışı inanç, ezebilecek kadar güçlü, her şeyi bilen ve mutlak kudret sahibi olduğu hissedilen bir güce boyun eğmekten; insanın kendi güç ve kuvvetinden vazgeçmesinden kaynaklandığı hâlde; akli inanç bunun karşıtı olan bir deneyim üstünde temellenir. Akli inancın temeli üreticiliktir. İnancımızla yaşamak üretici bir şekilde gelir…[salt] Güce duyulan hiçbir akli inanç yoktur. Güce boyun eğme ya da bu güce sahip olanların onu koruma istekleri vardır. Güç, insanların çoğuna tüm şeylerin en gerçeği olarak göründüğü hâlde insanlık tarihi, onun tüm insani başarılar içinde en geçici olduğunu kanıtlamıştır.”1

Çoğu kimse, inancın kesinliği ile körlüğünü birbirine karıştırır. İnancın akla dayanması ile sürekli şüphe; kör inanç ile kesinlik arasında bir paralellik kurulur. Kör inanç ile kesin inançlılık arasında (dogmatik/taklit) bir paralelliğin olduğu doğrudur fakat inancın düşünceye/ akla dayanması ile şüphe arasındaki koşutluk geçicidir. İnanç sağlam, güvenilir, makul ve meşru temellere yaslanınca ikna ve itminan gelir. Tıpkı Hz. İbrahim’in Tanrı’yı arayış ve ahiretin vukuuna ikna oluş süreçlerinde olduğu gibi. Topçu’nun dediği gibi, “Dinin ruhu olan düşünceyi çıkarırsanız hareket ve ibadetlerin hepsi manasını kaybeder. Öyle iken her dinî cemaat, zamanla dinin ruhunu azar azar kaybederek onun yerine manasız kalan hareketleri çoğaltmaktadır. Bütün eski dinlerin akıbeti bu olduğu gibi İslam dini de aynı kaderle karşılaşmıştır.”2 İnsanların kendileri iman “ettiklerinde” imanın ruhunu, özünü ve kendisini edinirler; gelenek yoluyla taklidî olarak devralı- nan iman, imanın şekli, resmi ve kalıbıdır. Yine kör inanç (kocakarı inancı) ile irade, teslimiyet ve coşku; akla dayanan inanç ile bunların yokluğu arasında bir paralellik kurulur. Oysa bu da doğru değildir. Burada önemli olan irade, teslimiyet ve coşkunun bizzat bulunması değildir; bunların yöneldiği nesne ve amaçtır. Kör inançta irade, teslimiyet ve coşkuyla ne bağnazlıkların yaşandığı; nasıl insan kıyımlarının gerçekleştiğine dinler tarihi şahittir. Akla dayanan inancın teslimiyeti, iradesi ve coşkusu insanlığa zarar verme yerine onun manevi, ahlaki, ruhani ve estetik gelişmesine, yücelmesine hizmet eder.

İmansız Din ve Batıl Dindarlık

İmanın kendisi bizatihi bir değer olmadığı gibi dinin ve dindarlığın kendisi de bizatihi bir değer değildir. “Nasıl bir din?” ve “Nasıl bir iman?” soruları Kur’an’ın ana sorunlarından ikisidir. Yanlış iman üzerine bina edilmiş dinin de yanlış olacağı mantıken ortadadır. İman öldükten sonra inanç (akide) hâline gelir. Bireyi etkilemez olur. Yanlış imanın bireyi etkilemesi tehlikeli olduğu gibi imanın ölüp bireyi etkilememesi de vakidir. O zaman ortada din adına ezbere yapılan davranışlar kalır ve dinin özü olan ahlak yok olur. Kuran, bu gerçeği şöyle ortaya koyar: “İman edenlerin, Allah’ı ve O’nun katından inen gerçeği hatırlamaları zamanı gelmedi mi? Yoksa önceki çağlarda kendilerine kitap verilip de sonra üzerlerinden uzun zaman geçince günaha dalarak kalpleri katılaşanlar gibi mi olacaklar?”(57-Hadid/16)Burada kastedilen Yahudilerdir. Aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşıp günaha, ahlaksızlığa dalmışlardır. Kalplerinin katılaşmasının anlamı, imanın ölüp yerine sadece basmakalıp, kör inançların ve taklitle tekrarlanan dinsel pratiklerin(ritüel ve hukuk) kalmasıdır. Bu, tam da bizim “imansız dindarlık” veya “imansız din” dediğimiz şeydir. Bu uyarı, Kuran’ın indiği dönemdeki bazı müminlere yapılmıştır.

Aradan 1400 sene geçti ve maalesef Müslümanların bü- yük çoğunluğu da aynı duruma düşmüştür. Rahmetli Nurettin Topçu, İslam dünyasının içinde bulunduğu dinî yaşantıyı yıllar önce şöyle teşhis etmişti: “Türlü sefaletlerle ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslam dünyası, en bedbaht devirlerden birini yaşıyor ve her İslam memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirlerine saldırıyorlar. Her sene yüz binlerce ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi, ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu hâlin sebebi İslam’ın temeli ve Kuran’ın özü olan [imanın,İ.G.] ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri (ibadetler) dikkat ve titizlikle yapmaktan baş- ka endişesi olmayan ilk çağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an harikası olan ilahî ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür. Ahlak idealine karşı ruhlarda işlenen bu zulmün çok tekrarlanan tehditleri, bugün büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. Belki yakın bir gelecekte büyük petrol kuyularıyla İslam ülkelerinin tröst sahipleri, bu vasıflarını şeyhlikle birleştireceklerdir. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkâr ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilikle taassup, bu zulme sığınmış bulunmaktadır. Kalbe karşı gelen kaideleri İslam çerçevesi içinde, insan ruhunun esaret zinciri yapmakla geçinenler, kendilerine din adamı dedirttikçe ve halkın bunlara hürmet ve itibarı devam ettiği müddetçe, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sefaletten kurtulması imkânsızdır. Her türlü şer ve fitne kendini mübarek gösterecek başka bir şerre işaretle onu yerdikçe kendini yükseltme ve hayır maskesine bürünme fırsatını elde edebiliyor. Asırların artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek onu itham yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar. Hakikatte ise onlar, dinî hayatı, maddi şekil ve hareketlere bürümüş maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridir. Ruhlarını kaybetmiştirler. Allah yolculuğu mevlithanlıktan, duacılıktan, mukabelecilikten ve kasidecilikten geçmediği gibi kinin, tekfirin, tehdidin ve ruh karartıcılığının da ilahî yolculuğa yoldaşlığı olamaz.”

Bu konuda merhum Aliya İzzetbegoviç ise şunları söylemektedir: “Din söz konusu olduğunda, insanları genel olarak inanan ve inanmayanlar olarak ayırırız. Dikkat edelim ki bu ayrım çok sathi ve epey basitçedir. Bunun içinde en kalabalık olan, üçüncü topluluk eksiktir. O topluluk, kendini inanan sayan ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur. Onlar az ya da çok Allah’a ibadet eden, bayramları kutlayan, dinin belli bazı “adet” ve sembollerini yerine getiren fakat onlar korkudan savaş alanından hemen kaçan, ticarette son derece soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymadan baş- kasının sırtından geçinen, içki içen ve eğlenen, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını, mallarını ve makamlarını yitirmekten korkan veya kendilerinden güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yapan kimselerdir v.s. Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur. Hayat için korku, mal için korku, makam ve mevki için korku. Bir güç sahibi veya hükümetin desteğini kazanmak için çabadır onların yaptıkları. Bütün bu korkular arasında bir tek korku eksiktir: Allah korkusu. Bu ruhla ve böylesine belirsiz ve ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.

Ancak bu üçüncü kitlenin varlığını dikkate aldığımız zaman, dünyada birçok şeyi daha kolay anlamaya başlarız ve neler olduğu ile neden öyle olduğunu anlama imkânına kavuşuruz.

Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az fakat sözel, şeklî dinin çok olduğu dinlerin tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok-fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak-din kayıtsız olarak öne çıkarılır ancak dinin somut taleplerinin pratikte bu kadar az yerine getirildiği görülmemiştir. İşte bu paradoks, şekil ve içeriğin bu karşıtlık durumu, İslam ülkelerinin çoğundaki vaziyeti açıklayabilir. Belki bu, iradesiz ve hareketsiz bir durum olmayan, artık uyuşukluktan uzak ancak hakiki yönü ve neticesi olmayan kendine has bir yerde sayma ve zaaf durumundadır.

Bu dünyadaki Kur’an’ın vaziyeti çok plastik bir biçimde durumu yansıtmaktadır. Orada, her evde Kur’an’ı özel, yüksek bir yerde bulacaksınız. O, en iyi hediye olarak kabul edilir, onun için en iyi kâğıt kullanılır, insanlar ise bugün bile onun için en iyi kaligrafiyi kullanmak ve onun kapakları ve sayfalarını fantastik süslemelerle çizmekte yarışmaktadır. Çocuğun ilk okuduğu ve öğrendiği şey Kur’an’dır fakat bütün bunların yanında bu çocukların çok büyük bir bölümü Kur’an’ın gerçek içeriğini ve önemini öğrenmeden büyüyecek ve yaşlanacaktır. Kur’an tartışmasız bir semboldür. Ancak kanun olmaktan çıkmıştır. Hâlbuki tersi olmalıydı. Dikkat edin ki Kur’an okunmak yerine, güzel sesle seslendirilip yorumlanmaktadır. Böylece ne Araplar ne de Arap olmayanlar artık onun manasına ulaşmıyorlar ve Kur’an’ın benzersiz melodisinde, artık hiç kimse emredici ve kesin, bazen tatlı tatlı uyaran ve davet eden bazen ise tehdit eden yüksek sesle haykıran fakat her zaman ve yeniden tüm insan hayatının değişmesini talep eden hükümlerini tanıyamamaktadır.”4 Bu imansızlığın çözümü, ayette önerildiği gibi, Allah’a ve O’nun indirdiği hakikatlere olan imanımızı önce doğrultmak, sonra da diriltmektir. Doğru iman olmazsa doğru amel olmaz; ölü ve kör inanca dayanan insanın amelleri ezberedir. Çoğunlukla hevasını (arzularını) inancına karıştırır ve kendini kandırır. “Evet”lerini ve “Hayır”larını vicdanın sesine göre veremez; vicdanın sesini duyamaz. Vicdanı olsa bile çoğu zaman bu vicdan, toplumun veya çoğunluğun görüşünün iz düşümü olarak çalışır. Hâlbuki halkın sesi her zaman Hakk’ın sesi olmayabilir. İmanı canlı olmayan insanın, Allah’tan bir yardım (hidayet) ve uyarı alması imkânsızdır. Kuran’da sık sık tekrarlanan “takva” kavramı, canlı imanı(Allah bilincini)ve hakikat konusunda sürekli uyanık ve müteyakkız olmayı ifade eder: ‘‘Eğer Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olursanız(in tetteku) o size hakkı batıldan ayırmaya yarayan bir ahlaki değerlendirme yeteneği (furkan) verecektir”(8-Enfal/29). Oysa yanlış imana sahip olup da yeryüzünde kötülük çı- karanlara “Bunu yapmayın.” dendiği zaman, onlar: “Biz sadece ıslah edicileriz”(2-Bakara/71) derler. Birçok yanlış imana sahip kimse, iyi işler yaptıklarını sanırlar oysa yanlış yapmaktadırlar(18-Kehf/103–104).Özetle gerek iman konusunda olsun gerekse ahlak(amel) konusunda olsun, imanı canlı tutmak ve eleştiri kılıcını sürekli çekili bulundurmak(nefis muhasebesi) Kuran’ın müminlere sürekli öğüdüdür.

İman, Allah’a karşı huşu (saygı), korku (haşyet), sevgi ve şükran; ahirete karşı ise korku ve umut besleme gibi duygusal değerlilik yaşantılarıdır. Yani kalp fiilleridir. Doğru bir benzetme yapacak olursak imanın temeli olan “Tasdik” testiye, iman da içindeki suya benzer. İçi boş testi (tasdik, inanç) olabilir. “Testinin içinde ne varsa dışına o sızar.” sözü, imanın amelden ayrı olduğunu ifade ettiği kadar, imanın zorunlu olarak amel doğurduğunu da ifade eder. Dışarıda salih amel ve günahtan kaçınma (ıslaklık, ten) yoksa içerde de iman(su) yok demektir. İman, amelden (ahlak) ayrı bir şeydir fakat ikisi birbirine bağlı şeylerdir. İman zorunlu olarak ameli doğurur. İmanı olmayanın ameli olmaz. İnanç (akide, amentü), amel doğurmaz çünkü ölüdür. Ölüden fiil çıkmaz. İnanç, akide, dogma eriyip, çözülüp iman hâline dönüşmedikçe (duygusal değerlilik yaşantıları, kalp fiilleri) amel doğurmaz. İnancın dirilmesi ise ancak Allah’ın lütfunu, rahmetini ve nimetlerini derin düşünce (tetebbür) ile takdir etmek ve Kur’an okumak ve düşünmekle olur. İman artar ve eksilir; buna bağlı olarak ahlak da artar ve eksilir. Dinî anlamda imansız olup da dürüst ve ahlaklı olanların bu durumu, onların başka ilkelere, örneğin hümanizme olan imanından kaynaklanır. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. İmanın sadece “tasdik” olduğu fikri (Ehl-i sünnet) ve taklidî imanın “caiz” olduğu düşüncesiyle birlikte İslam dünyasında iman ve ahlak dumura uğradı. Taklidî iman, ezbere inanç olduğu için doğru imana ve yanlış imana eşit uzaklıktadır. Çünkü bu inanç, kanıt, delil, argüman, düşünce ve eleştiri taşımamaktadır. İtikat ise salt zihinsel bir kesin kabul olduğu, bünyesinde kalp fiilleri(saygı, korku, sevgi, ümit, güven, coşku vs.) taşımadığı için sahibini amele, ahlaka sevk etmez. Ehl-i sünnetin popülizmi, İslamî kimliğe(mümin) hayli zarar vermiştir. Oysa “Müslüman” olma (akide), vatandaşlık gibi genel bir aidiyetlik ise “mümin” olma, özel bir niteliktir; bir çaba, gayret, eğitim ve meşakkat gerektirir. Beleş ve içi boş bir nominalizm değildir. “Bedeviler iman ettik dediler. Söyle onlara siz henüz iman etmediniz, ‘İslam’a girdik’ demeniz daha doğrudur. Çünkü henüz iman kalplerinize yerleşmiş değil”(49-Hucurat/14). Zira yokluk üzerine hüküm bina edilemez.

Kur’an’ın önerdiği Allah’a iman, mutlak bir güce körü körüne boyun eğme değil zatı sonsuz iyiliğin, sorumluluğun, ahlakın, merhametin ve adaletin kaynağına güven duyma ve itminandır. İman, doğası itibarıyla Allah ile daimi canlı, dinamik ahlaki bir ilişkidir. İnsandan Allah’a doğru şükran, huşu, saygı… ifadesi; Allah’tan insana doğ- ru ise yol gösterme ve yardım ilişkisidir. İmansızlık, insanı yırtıcı hayvanlar derecesine, belki de daha aşağılara düşü- rür. Tanrı diye kayıtsız bir tirana boyun eğme şeklindeki iman ise insanı solucana, böceğe dönüştürür. İmansız dindarlık, insanları bağnazlaştırır; katı kalpli, sofu,yobaz ve bağnaz dindarlıkların insanlara nasıl kötülükler yaptırdığına bütün dinlerde şahit olmaktayız. M. İkbal, İslam dünyasında buna benzer bir durumu şöyle tasvir eder: “Önümüzde yıpranmış bir âlem var; Millet onun tozunda durup oynuyor. Tatar ve Kürtlerin kalp ateşi söndü; Ya Müslümanlar öldü veya Kur’an ölmüştür. Hak dini kâfirlikten daha bednam oldu; Çünkü molla, kâfir yapan bir mümindir. Bu Kur’an satan adamın hilelerinden dolayı, Ruhu’l Emin(Cebrail)’in haykırdığını bile gördüm.”5 Allah’a yönelmiş doğru bir iman ilişkisi bünyesinde saygı, heybet, şükran, sevgi, korku, güven, ümit, coşku, tefekkür, endişe ve sevinç taşır. Bunlar sona ermişse orada iman değil, onun ölmüş hâli olan itikat (inanç) vardır.Bu ise artık bir “ilişki” değildir; zihnin bir köşesinde uyuyan ve zaman zaman hatırlanan kesin bir kanaattir.Ünlü Yahudi filozofu Martin Buber’in ortaya koyduğu gibi Tanrı ile olan “iman” ilişkisi bir “Ben ve Sen” ilişkisidir.İman öldüğü zaman veya inanca dönüştüğünde ilişki “Ben-O” ilişkisine döner. Buber şöyle diyor: “Bağımlılık doktrini saf ilişki dünyasının BEN tarafını o kadar zayıf ve önemsiz sayar ki onun kubbeyi destekleme kabiliyeti, gü- venilirliğini yitirmiştir; beri taraftan, bir dalma(kendine içine yöneliş) doktrini mükemmeliyet içinde bu kubbeyi bütünüyle lağvederken,bir diğeri ona yenilmesi(mağlup edilmesi) gereken bir ejderha gibi davranır.” “Tecelli eden Tanrı” lafı ne kadar bulanık ve haddini aşmıştır. Fakat, diri Tanrı’nın tecellisini, biz kalplerimizde devamlı ve kesin olarak biliriz.”6 Görüldüğü gibi doğru bir dinî tecrübe (iman) için canlı bir “Ben ve Sen”in hazır olması gerekir. “Ben”in kaybolması da “Sen”in “O”ya dönüşmesi de bu ilişkiyi imkânsızlaştırır.

Doğru bir iman ve ondan zorunlu olarak doğan dürüstlük ve ahlak, Allah katında ebedî (uhrevi) kurtuluşun ön şartıdır. Bu anlamda “Dinsiz” kurtuluş mümkündür. Kur’an şöyle der: “Rabbimiz Allah’tır” diyerek dürüst olanlara ne bir korku ne de bir sıkıntı vardır. Bundan hiç kuşkunuz olmasın” (46-Ahkaf/13). Fakat Kur’an’ın bütün karşıt muhatapları “dinsizler” değil, yanlış dinler ve sapık dindarlardır. Şeriati’nin dediği gibi dinler tarihi doğru dinin dinsizlikle mücadelesi değil; yanlış, sapkın dinle mücadelesidir. Yani dine karşı din mücadelesidir: “Tarih boyunca her zaman din ile din çarpışmıştır yoksa hiçbir zaman bugün anladığımız anlamıyla din ile dinsizlik savaşı görülmemiştir.”7 “İslamda, antik uygarlık döneminde, tarih boyunca ve her din çevresinde “küfr” den söz edildiğinde “dinsizlik” kastedilmiyordu. Niçin? Çünkü bu anlamda dinsizlik yoktu ve küfrün kendisi de ayrı bir “din” idi. Bir din diğer bir dine “küfr” demekte idi… Şu hâlde küfr, dinsizlik değil, başka bir din demektir.”8

Bu bağlamda, Kur’an’ın ve İslam’ın kendinden önceki İbrahimi dinler(Yahudilik ve Hıristiyanlık) karşısındaki konumu onlardan eşit biri olmak değil; onların doğrulukları-yanlışlıkları hususunda “hakem” olma pozisyonudur: ‘‘Sana(Muhammed) hakikati ortaya koyan bu ilahî kelamı geçmiş vahiylerden(Tevrat, İncil) kalan doğruları tasdik edici, yanlışlarını da reddedici olarak (müheymin) indirdik. Öyleyse onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelmiş olan hakikati terk ederek onların mesnetsiz görüşlerine uyma”(5-Maide/48). Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta bazı dinsel doğruların olması, onları bütünüyle doğru yapmaz.

Sonuç:

Egemen, uluslararası dinsel söylemin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi bütün dinlerin Allah’a giden farklı-doğru yollar olduğu(dinsel çoğulculuk) iddiasının doğru olmamasının yanında egemen İslami dinsel söylemin de büyük oranda canlı bir iman ve ondan doğan ahlak ve dürüstlük olduğunu söyleyemeyiz. Egemen Sünni ve Şii dinsel söylemler(mezhepler) Kur’an’ın diriltici iman ve salih amel özüne epeyce uzaklaşmış tarihsel, yorumsal, kurumlaşmış ve en önemlisi de ölmüş(inanç, akide hâline gelmiş) tarihsel gövdeleridir. Sonucu, Allah’ın daha vahiy indirirken bazı müminlerin içine düştüğü iman kaybını (inançsızlığı ve akidesizliği değil) gidermek için Yahudilerle yaptığı mukayese ile bitirelim: “Müminlerin Allah ve O’ndan inen hakikati hatırlamalarının zamanı gelmedi mi? Yoksa, önceki çağlarda kendilerine kitap verilip de daha sonra üzerlerinden uzun zaman geçince günaha dalarak kalpleri katılaşanlar gibi mi olacaklar? “(57- Hadid/16).1400 sene az bir zaman mıdır Yahudi ve Hıristiyanların durumuna düşmemek için? Ve onların durumuna düşmedik mi? Kitabımızın tahrif olmadığı doğru ama ya “mümin” kimliğimiz?

1 Fromm,Erich, Kendini Savunan İnsan çevi: N.Arat.İst.1991.196-203

2 Topçu, Nurettin, İslam Ve İnsan, İstanbul, tarihsiz.31

3 Topçu, a.g.e.(önsöz)

4 İzzetbegoviç, Aliya İslam deklorasyonu çev:Dr.Rahman Ademi İstanbul 2007,68-69

5 İkbal, Muhammed, Cavidname çevi: Annemarie Schimmel. İst.1999.223

6 Buber Martin, Ben Ve Sen çevi: İnci Palsay.Ank.2003, s. 106, 108

7 Şeriati, Ali Dine Karşı Din çevi: H.Hatemi.İst.1987, s. 13

8 Şeriati, a.g.e.,18