‘Türkiye-biz’ Olmanın Kriterleri Üzerine

1- GİRİŞ 

İnsan benliğinin sürekli değişmesine ve farklılaşmasına rağmen, tutarlı, yaratıcı bir kişilik, karakter oluşturabileceğini söyleyen H. Bergson, aynı şeyin toplumlar için de geçerli olduğunu vurgular: ”Vardığım sonuca göre, acaba yalnızca bireyler mi “kişi”dir? Yoksa bunların bir araya gelmesiyle oluşmuş toplumlar da belirli bir olgunluk noktasına eriştiklerinde, gerçek kişilik seviyesine ulaşmış sayılabilirler mi? Kendi adıma ulaşabildiklerini söylemekte tereddüt etmiyorum: Bir toplum, büyüyüp olgunlaştığında, kendinin tamamen bilincinde olduğunda, bir kişi olur. Bir toplum, geçmişi oluşturan gelenekler, yasalar ve kurumlara sahip olduğunda ve bunlar her bireyde hafızanın üstlendiği rolü oynadığında, o toplum kişi olur. Kendine mahsus biçimi belli bir şahsiyeti olan ve bu biçim ile şahsiyeti gerçekleştirdiği eylemlere uygulayan toplum, bir kişidir. Değişen, bozulan, yeniden kurulan, gelişen, kendinde yeni bir şahsiyet yaratan bir toplum, bir kişidir. Kendinde bir anlamda bu ayrıcalıklı şahsiyeti geliştiren ve bu anlamda dünyada özel bir rol oynayan ve kendi için kusursuzca tanımlanmış bir misyonu yerine getiren toplum, bir kişidir. Ulusun, büyük veya küçük olması önemli değildir. Bir birey, boyu kısa diye, bir kişi olmayı bırakacak değildir. Bir ulus, küçük olabilir ve kimi durumlarda bu, onun ruhunun büyük olmasına mani değildir. Aynı şekilde, ufak bir bedende de toplumsal açıdan kısıtlanmış bir bedende de büyük bir ruh yerleşmiş olabilir. Toplum bir kişiliktir ve her kişilik gibi, dokunulmaz haklara sahiptir. Gelenekleri olan ve kendi bilincinde olduğunu göz önünde bulundurduğumuz takdirde, her toplum bir kişidir.” (H. Bergson. Ruh Teorileri-İnsan Ruhu ve Kişiliği. Çev: E. B. Altıntaş. İst. 2020. S. 95). Türkiye toplumu, bugün maalesef böyle bir “kişilik/karakter” özelliği taşımıyor: “Sen onları birlikte sanırsın; oysa kalpleri, paramparçadır.”(59/14). Bu yazıda bunun sebepleri ve çözüm yolları üzerinde duracağız.

2- SORUN 

Osmanlı İmparatorluğu, -diğer imparatorluklar gibi- çok dinli ve çok dilli, resmi dili Türkçe, resmi dini İslam (Sünnîlik) olan bir Türk imparatorluğu idi. İmparatorluk çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra elimizde kalan Anadolu’da İmparatorluktan buraya sığınmış Müslüman (Arnavut-Boşnak, Çerkez, Pomak…) ahali ve burada mukim ve meskûn Müslüman ahali ( Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Rum, Laz…) ile M. Kemal’in önderliğinde bir “Kültür Devrimi” yaparak seküler bir “Ulus-Devlet” olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Anadolu’da kalan Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryaniler de “Dini azınlık-Cemaat” olarak eşit “Vatandaş”lar olarak kabul edildi. Seküler kültür ve siyasi devrim, içerde bir uçuklama yarattı. Kürtlerin bir kısmı (Şeyh Sait-Dersim) başkaldırdılar ve bastırıldılar. Şapka devrimine karşı çıkan münferit şahıslar, idam edildi. Alevi vatandaşların, mezhebi bir talebi olmadı. Diyanet teşkilatı, Sünni vatandaşların din hizmetlerini yerine getirmek ve dini kontrol altında tutmak için Sünnilik mezhebi (Hanefi-Mâtürîdî) üzerine kuruldu.

1950’ye kadar zorla (Tek Parti), ondan sonra sağ iktidarlar ve askeri vesayet rejimi ile devrimin ideolojisi ve kurumları, halk nezdinde belli bir meşruiyet kazandı. 1970’lerden itibaren dindar muhafazakârların bir kısmı (Milli Görüş), 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir kısmı (PKK), rejime ve ideolojisine itirazlara başladılar. Daha sonra da bunlara kısmî olarak Aleviler katıldı (Cemevleri-DHKP-C). İki binlerden sonra Ak Parti ile muhafazakârlar, bir yandan devrimin kurumlarını daha bir bilinçle benimserken; diğer yandan da “Laiklik” ilkesine itirazlarını yükselttiler. Temel saiki devleti içerden ele geçirmek olan FETÖ, AK Parti yönetimi ile (teolojik-politik) ihtilafa düşmesi üzerine, onu darbe ile düşürme teşebbüsünde bulundu (15 Temmuz). Alevi-CHP tabanı ise, AK partinin politikalarından memnuniyetsizliklerini “Gezi Kalkışması” ile ortaya koydular. Şu anda Türkiye, -kısmen- ideolojik olarak Laik-Muhafazakâr, mezhebi olarak Alevi-Sünni, etnik olarak da Türk-Kürt ayrışması ile karşı karşıya bulunmaktadır. Siyaset, ağırlıklı olarak bir ortak “kişilik/karakter” yaratma yerine; genellikle “kimlik” politikaları üzerinden yürümektedir. Bu bağlamda, AK Parti hükumetinin ümmetçi politikası, Milliyetçi-Muhafazakârlar ile seküler Türkleri ve seküler Kürtleri karşı karşıya getirdi. İktidar, ”Gönül coğrafyası” veya “Osmanlı Hinterlandı (Yeni Osmanlıcılık)” üzerinden “Ümmetçi (din kardeşliği)” bir perspektifle Arap dünyasına-sokağına, Balkanlara uzanırken; “Düzensiz Göç” ile doğu sınırlarını sığınmacılara açık tutmaktadır. Kürtler ve seküler Türkler, bu politikalara karşı ABD ve Avrupa ile kenetleniyor. Örneğin, CHP Genel Başkanının, halkına mezhepçi saiklerle zulmeden ve orada yaşayan Sünnileri Türkiye’ye doğru süpürmeye çalışan B. Esat ile aynı düşüncede olması, onda -muhafazakârlarda olduğu anlamda- bir “Türkiye” kavramı olmadığını gösterir. PKK/HDP ise, öteden beri “bölücü” bir politika izliyor. Böylece her politik-ideolojik tutum için ortak bir “Türkiye” kavramının içi boşalıyor. “Rabia” işareti ile Arap sokağına uzanan Sayın R. T. Erdoğan, bu politikaların çıkmaza girmesi ile Rabia’yı yeniden “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak- Tek Vatan” olarak yorumladı. Ancak bu yorum, içerde beklenen, yukarda Bergson’dan alıntıladığımız anlamda bir birliği (kişiliği/karakteri) yaratmış görünmüyor.

3- ÇÖZÜM

Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım ile çağımızın zorunlu politik bir gerçekliği/sonucu (Ulus-Devlet) olarak oluşan “Türkiye” toplumunu bir “kişilik/karakter” olarak yeniden oluşturmak mümkündür. Şöyle ki, Rahmani siyaset, ”Biz ve Öteki” ayrımını inanç, mezhep, dil, etnik köken, zengin-fakir (çıkar)… üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden yapar. Rahman (Allah) da Dünya hayatında böyle davranıyor: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). Böylece “Öteki” içerde siyasetin değil; hukukun mevzusu olur. Devletin dini adalettir. Bütün vatandaşlar, hukukun önünde eşittir. Hukukun bağımsızlığı (Kuvvetler Ayrılığı) ahlaki-dini bir zorunluluktur. İslam toplumlarında hukukun icrasını üstlenen “Ulema” da, siyasi erke bağlı değildi: “Şeriatın kestiği parmak, acımaz.”
“Evrensel Ümmetçilik” açısından baktığımızda da, “Ümmet” kavramı Kur’an’da ve Medine vesikasında da görüldüğü gibi,  “Din kardeşliği”ni değil, -O, Kur’an’da “millet” kavramı ile ifade edilir (2/135, 6/161, 2/120)-, işlevsel, fonksiyonel, adalet, güvenlik, ortak çıkar gibi maslahat gereği oluşturulan birlikteliği ifade eder. “Medine” yerleşkesinin güvenliğinden ve ortak maslahatlarından dolayı orada yaşayan Yahudi-Müşrik ve Müminler, bir “Ümmet” oluştururlar. Bu anlamı ile de bugünkü eşit hukuka sahip “ vatandaş” kavramı ile aynıdır. Türkiyede yaşayan laik, muhafazakâr, Alevi, Sünni, Kürt… ve Türkler, ortak maslahatlarından dolayı bir “ümmet” oluştururlar. Özgürlük, güvenlik, gönenç ve refah, sınırları –zorla- çizilmiş bir coğrafyada/yurtta/ülkede/devlette eşit vatandaşlar olarak “Biz” oluşturmak için yeterlidir. Gerisi, alt kimliklere ve bireylerin kendilerine kalmıştır. Burada da ayrım (Biz ve Öteki, Dost ve Düşman) inanç üzerinden değil; adalet-zulüm, maslahat-mefsedet/mazarrat üzerinden kurulabilir. Bu birlik/karakter-kişilik sağlandıktan sonra (aile ve ev olmak), mevcut kritere göre yakın akrabalar, kardeşler, komşular ve yedi yabancı ile ilgilenmek, insanî-İslamî bir sorumluluktur.

Farklı diller etnik-ırki farklılaşmalar (milliyetçilik/Kabaile-Şuub), Allah’ın bir “ayet”idir. (30/22). Bir aile asabiyetinin meşruluğu gibi meşrudur. Irkçılık ve kibir gibi “üstünlük” taslama veya çıkarcılığı dışlar. Ancak, toplum/ümmet ve devlet oluşturma söz konusu olduğunda, esas olan, umumi eşitlik ve maslahattır. Laikliğe gelince, dinler tarihi (özellikle Hristiyanlık ve İslam) göz önünde tutulursa, dinin aktif-günlük siyasete sokulması veya siyasi dilin, din diline başvurması (Teokrasi): 1-Din istismarı, 2- Dogmatizm, 3- Totalitarizm, iç savaş ve şiddet doğurmaktadır. Bu sonuçlardan sakınabilmek için, din dilini siyasetten-bürokrasiden ayrıştırıp örgün veya yaygın eğitim olarak topluma bırakmak gerekir. Tıpkı elektrik enerjisinden ısı, ışık, hareket elde etmek için, onun bir “Kablo” ile izole edilmesinin zorunlu olduğu gibi -diğer türlü çarpılırız-; siyasetin de, aleni din dilinden uzaklaştırılması zorunludur. Siyaset, doğası gereği güç ve çıkar istenci olduğu gibi; bir yönü ile de ahlaktır. Ahlaki saik veya dini saik ile siyaset yapmak isteyenlerin, dillerini ahlaki ve akli gerekçelere (delil-burhan-beyan-istidlal…) dayandırmaları, amaçlarını gerçekleştirmek için yeterlidir. Tanrı ve Peygamberi de böyle yapıyordu.  Dış politikada “düşmanlar”, gayr-i müslimler değil; “Ey Rabbimiz, bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar; bize bir dost-yardımcı gönder” diye yalvaran zayıf, zavallı-yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna, savaşılması gereken” (4/75) zalimler ve tağutlardır (2/265).

Politik sorunların prosedürel çözümü konusunda da İslam “Şûra”yı emreder. Bu da, İslam tarihinin tümüne egemen olduğu gibi kişi kültünü (halife, sultan, karizma, mehdi, imam, şeyh, lider) değil; ortak aklı, oydaşmayı, emaneti ehline vermeyi (kurumlaşmayı) gerektirir. Bugün bunun ismi de çoğulcu (çoğunlukçu değil) demokrasidir: Yönetişim, Yerel Demokrasi, Radikal Demokrasi, Sivil Toplum. Bunun alternatifi, iç savaş ve parçalanmadır: Allah korusun.