23.09.2016
Siyasetin Zorbalık Eğilimine Karşı Hukukun “Tanrılık” Rolü
“Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” Z. Gökalp
Siyaset, doğası gereği bir toplumun oluşmasını, diğer toplumlar içinde var kalmasını, güvenliğini ve refahını amaçladığı gibi; aynı zamanda siyaset erbabının içgüdü, güç istenci, istiğna ve çıkarlarının – genellikle doğu toplumlarında hile/hud’a, pusu, kumpas ve puştluğu da kapsar- arenası iken; Hukuk vicdan, insaf, dürüstlük, hakkaniyet ve adaletin alanıdır. Ahlaka bağlı olmayan siyaset, “Kurtlar Sofrası”, Hobbs’ un deyimi ile “İnsan, insanın kurdu” iken; Aristo’nun “Pratik ahlak” olarak tanımladığı ve dinlerin de önerdiği ahlaka bağlı siyaset, bu sofrada yem olmamaktır veya “Kurt” olmamaktır. Siyaset, K.Schmitt’ in dediği gibi “Dost-Düşman (Biz ve Öteki) ayrımı yapmaktır. Bu ayrım, eğer temelde etnisite/ırk, çıkar ve din üzerinden yapılırsa zulüm; ahlak (adalet ve zulüm) üzerinden yapılırsa maslahat-hakkaniyet doğurur. Bu tespit, ırk-çıkar ve dinin zorunlu olarak “zorbalık/zulüm” aracı olduğu anlamına gelmez; tam tersine, bu unsurlar, ciddi birer “sosyal sermaye” bileşeni de olabilirler. Levinas’ın tespit ettiği gibi, Batı Felsefesine hâkim olan ontolojik bütünlük ve logos/mantık-akıl ile örtüşmesi saplantısı, siyasette emperyalizm-savaş ve totalitarizmi (devlet) yarattığı gibi; İslamcılarda olan “son din” ve “mutlak hakikat”ı haiz olma inancı da, -benzer şekilde- siyasette dogmatik kesinlik ve radikallik doğurarak demokratik siyaseti “şirk” olarak algılamalarına götürmektedir. Demokrasi, -şura ilkesine benzer olarak- şirktir; iştiraktir (siyasal sorumluluk).
İslam’ın erken tarihinden itibaren(Hz. Ömer) feth edilen toprakların “mülk” olarak devlete devri ve “Devlet” in fiili olarak –Allah’ı temsilen(zıllullah)- halife ve sultanda tecelli-tezahür etmesi, özel mülkiyet ve kamu mülkiyetinin ortaya çıkmasını engelledi. Özel Mülkiyet, özgürlük ve hukuk devletinin islam toplumlarında gelişemeyişinin esas nedeni budur. Devlet ile kendini dolayımlayan siyaset erbabı, hem kamu mallarının üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunuyor; hem de bireylerin özgürlükleri üstünde.
İslam’ın oluşum süreci, siyasal bir süreç olarak, yeni bir toplumun(müminun/müslimun) oluşması; düşmanları olan zalimlere korunması ve refahının sağlanması süreci olarak doğdu. Allah, bu süreci, başından sonuna kadar ahlaki siyasal bir aktör olarak yönetmiştir. Siyaset ve devlet, Rahmaniyetin bir tecellisi olmuştur. Bu süreç içinde ihtiyaç duyulan hukuki yasama da, Allah’ın “Adil” sıfatının tecellisi olmuştur. Batı siyaset ve ahlak felsefesinin –Spinoza’nın ifadesi ile “varlıkta sebât/direnme(conatus essendi)” saplantısı ile sürekli kendisi-için insanın “özgürlüğü” ve “mutluluğu” peşinde koşmasına alternatif olarak; İslam, Allah ve Ahiret metafizik ilkeleri ile varlığı(aynıyı-bütünlüğü) yırtan-aşan/aşkın ve ötekini/başkayı ve farklı olanın hakkını tanımayı barındırır. Hukuku ve ahlakı mümkün kılan, Allah ve Ahirettir.
İslam’ın siyasal boyutu, tarihsel süreç içinde “Hilafet” ve “Saltanat” olarak aktüelleşirken; hukuki boyutu “Fıkıh” ve “Şeriat” olarak aktüelleşmiştir. Hilafet Dönemi, İslami telosa nisbî olarak bağlı iken; Saltanat dönemi, daha ziyade içgüdü ve sahip olma olarak başarıya/zafere odaklanmıştır. Birinci dönemin simgesel ismi Hz. Ali iken; ikinci dönemin simgesel ismi Muaviye’dir.
Fıkıh ve Şeriat, hukuk ile birlikte ibadetleri de içine almıştır. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü, Müslümanların “Hukukun Üstünlüğü” prensibini benimsediklerini gösterir. Ulemanın, tarihi süreç içinde resmi olarak saltanata bağlı olmadan toplum içinde bağımsız olarak içtihat yapmaları (fıkhi mezhepler), Şeriatın siyasal iradeden bağımsız olarak toplumun haklarını (Kul Hakkı), “Hukukullah” olarak epeyce korumuştur. Ancak, yine tarihi süreç boyunca İslam toplumlarında hilafet ve saltanatın şeriatı baskıladıkları (siyaseten katl, irade-i şahane…) da bir gerçeklik olarak gözlemlenmektedir. Modern anlamda “Hukuk Devleti”, Burjuva demokrasilerinin yarattığı bir üründür.
Modern Batı toplumları, siyasetin hukuku kontrol altında tutma sorununu çözmek için “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesini (Yasama, Yürütme Yargı) geliştirmiştir. Siyasi iktidar “Yürütme”yi; Parlemento/Meclis (iktidar ve muhalefet birlikte) “Yasama/Kanun yapma” yı; bağımsız hakimler ise, “Yargı/Adliye”yı icra ederler. Bu ayrım, insanlık tarafından genel/sağduyu/vicdan olarak kabul görmüştür. Türkiye, 1950’lerden itibaren şekli olarak bu sistemi kabul etmiş olmasına rağmen; fiili olarak sistemin gereklerini yerine getirememektedir. Siyasi irade, daima hukuku, kendi iradesi doğrultusunda yönlendirmektedir. Türkiye, hukuk yapma, hukukî kurum kurma ve hukuk icrasını başaramıyor. Batının başarısının sebebi, orada hukukun, uzun süren din, milliyetçilik, sınıf/çıkar savaşları sonunda yorgun düşen tarafların, menfaatin altın kuralı olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” ilkesini, hukukun ve adaletin temel ilkesi haline getirip uygulamalarıdır. Ancak bu ilke, “yakın tehlike”nin olduğu durumlarda (içerde) işler. Tehlike, uzakta ise veya yoksa; işlemez. Batının kendi evinde “Hukuk Devleti” olmayı başardığı halde; dış politikadaki ’’iki yüzlülüğü”, buradan kaynaklanır: “Ele verir talkını; kendi yutar salkımı”. Hukuk, -hakkaniyete/ahlaka bağlı değilse- kurallı çıkara bağlı iken(“Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma.”); siyaset, -genellikle- kuralsız çıkar gözetme demektir.
Biz, böyle bir tarihten gelmediğimiz için; bizde hukuk, siyasetin (içgüdünün, güç istencinin, şahsi çıkarın, istiğnanın…) dizginlenmesi olarak başarılı olamıyor. Hukuk, Batıda olduğu gibi, “ortak/kamusal çıkar” saikine dayanmadığı için de, vicdan yetmiyor; vicdan/dürüstlük kapasitemiz son derece cılız, zayıf ve paçoz.
Hukuk, Arapça bir kavram olup, hak’ın çoğuludur. Hakk ise, fiziksel gerçeklik (vaki’î)/var-olanların ötesindeki ahlakî-metafizik “zorunlu var olması gerekeni” ifade eder. Örneğin: Allah, Ahlak ve Ahiret hakikattır. Bundan dolayı “Hakk”, her üçünün de sıfatıdır. Allah, el-Hakk’dır. Metaforik/sembolik olarak Hukuku yeryüzünde “Allahlık” olarak ifade etmek mümkündür.
Hukuk, bir toplumdaki herkesin ortak çıkarını korumak, haksız zarara uğramasını engellemek ve adaleti “güç” ile gerçekleştirme rolü ile, yeryüzünde “Tanrılık” rolünü üstlenmektir. Gücün tümünün siyasette yoğunlaşması, hem o gücü, hem de toplumu çürütür: “Güç, tefessüh eder; mutlak güç, mutlak tefessüh eder.” Siyasi iradenin Firavunlaşmaması, Anayasa denen hukuk metnine boyun eğdirilmesine ve yargının bağımsızlığına, yani siyasi iradenin dışında olmasına bağlıdır. Hukuk devleti, yargıdan korkmaz; bundan dolayı da saygındır. Siyasi iradenin, – “Milli İrade” miti ile dahi olsa- , yazılı, bağlayıcı hukukun dışında icraat yapamamasıdır. Goethe’nin dediği gibi: “Dünyanın en tehlikeli olduğu an, cehaletin örgütlü olarak eyleme geçtiği andır.” Bu gerçeği, ölümünden yüz sene sonra, onun ülkesinde demokrasi ile iktidara gelen Hitler faşizmi ile gördük. Zorba ve cahillerin –hakikatın mutlak/kesin olarak kendilerinde olduğu vehmi ile- hakikat kaygısından kolayca vazgeçmeleri, insanlık tarihinde nadirattan değildir. B. Russel’ın dediği gibi: “Dünyanın en temel sorunu, akıllılar(ahlaki doğrunun neliğinde) hep kuşku içinde iken; cahillerin küstahça kendilerine olan sınırsız güvenleridir.” Cehalet ve gücün birleşmesi, Firavunlaşmanın ta kendisidir. Burada “cehaleti” bilgisizlik anlamında değil; Kur’an’daki anlamı ile içgüdü, çıkar, küstahlık ve kibir olarak anlamak gerekir. Kitle, genellikle mantıkla yargılamaz; hınç, öfke, kin, çıkar ve sevgi ile yargılar. Bundan dolayı, yasama sokak “oy”u ile değil; az buçuk eğitilmiş “milletvekilleri (ehlu’l hall ve’l-akd )” ve uzman hukukçular ile yapılmaktadır. “Çoğunluk”, siyasi iktidarın/hükumetin oluşması için demokrasilerde bir meşruiyet aracıdır; ancak, hukuk yapımında değil. Bir gurup seçmen, öfkesinden dolayı “idam” cezası istiyor diye; idam cezası konmaz. Böyle bir yasa, Kriminoloji, Antrolpoloji biliminin verileri ve tecrübeye dayandırılabilir.
Devletin veya ‘hukukçu’ların hukuk yapması ile tanrının var olmasını mümkün kılan ve kendi karakteri bizzat o olan ‘ahlak’ arasındaki ilişkiyi Levinas şöyle açıklar: Ahlak, adaletin koşulu ve ufkudur. Çünkü aksi takdirde, devletin “yasası” ile adaleti özdeş düşünmek, devletin (veya hukukçunun. İG) her edimini meşrulaştırmak anlamına gelecek; bu yolla kendinden menkul bir meşruluk ile donatılmış devlet; içkinlik düzlemini, tümlüğü/ontolojiyi (totalitarizmi) yeniden inşa etmiş olacaktır. Adalet uygulaması, devletin hukuk düzeninin alanı iken; daha adil bir adalet anlayışının “sonsuzluğu”, ahlakın sayesindedir… Ahlak, kurucu ve aşkın(Tanrısallık, İG) oluşu sayesinde, adaletin ufku olmaya devam etmekte; “daha adil” bir adalet arayışı da (ila nihâye) sürüp gitmektedir.(Duygu Türk, Öteki, Düşman, Olay: Levinas, Schmitt ve Bodiou’da Etik ve Siyaset. İst.2013.s 68)
Mevcut/merî düzenin beklenmedik bir dış saldırı ile bozulması/kırılması (örneğin: deprem, saldırı) durumunda egemen siyasal güce hukuku askıya alma(OHK,KHK), “İstisna” yetkisinin verilmesi, K.Schmitt’in iddia ettiği gibi, egemenin salt siyasal “gücünden” değil; hukukun korumayı amaçladığı kamu yararından kaynaklanabilir ve temel insan hak ve ödevlerini ihlal edemeyeceği gibi; egemene “keyfe-ma-yeşâ=keyfine göre”(Niçin? Sorusuna: “işte öyle” cevabı) yasa çıkarma yetkisi veremez. Mahkum için iptal ve itiraz kapıları kapatılarak “İntikam” alınamaz. O toplumun üyeleri olan bireylerin temel hakların bazılarının askıya alınması, kamunun tümünü ve herkesin geleceğini korumayı amaçladığı oranda meşruiyet kazanır. Nitekim, Anayasamızdaki “Siyasi iradenin OHAL dönemindeki icraatları, hukuki muhakemeye açıktır” hükmü, bu gerçeği ifade eder.
Türkiye’de 15 Temmuz Darbesinin ardından 23 Temmuzda çıkarılan Olağanüstü Hal Kanunu’ndan sonra Kanun Hükmünde Kararnameler ile ortaya konan pratik, hukuk(vicdan) kapasitemizin zayıflığını bir kere daha ortaya koymuştur. Sayın Cumhurbaşkanımızın itirafı ile: “At izi, it izine”; “Sap ile saman birbirine” karıştırılmış ve “Kurunun yanında, yaş da yakılmıştır.” Suçlular aranırken baba-oğul, ana-kız, abi-kardeş, dayı-yeğen, gelin-kaynana, kayınpeder-damat, amir-memur, patron-işçi…ler arasından ispiyonculukla “Cadı avları(Hristiyanlık)”, “Günah keçileri(Yahudilik)” ve “Deccallar(İslam)” yaratılmıştır. Toplumsal birliğin geleceği açısından fevkelâde yanlış icraatlar yapılmaktadır. Hukuk, kasaplık değil; cerrahlıktır.
Din, öz-kor olarak iman-ibadet ve ahlak alanıdır. Siyaset, hukuk ve iktisat, “normatif” disiplinler olarak, “dolaylı” bir şekilde dinden esinlenmeli ve etkilenmelidir. Bu alanların aktörleri, dinsel metinleri okuyup etkilenebilirler; ancak, açık ve aleni olarak Tanrı adına veya onun sözlerine(örneğin: Kur’an’a) atıf yapmamalılar. Çünkü bunun sonucu, -farklı Tanrı tasavvurları ve sözün farklı yorumlarından dolayı- çoğunlukla iç savaş, din sömürüsü ve dogmatizm/totalitarizmdir. Önemli olan, Tanrının muradını aramak ve O’nun yaptığı gibi(gerekçeli ve hakkaniyetle) iş-amel yapmaktır. O’nun adına sığınarak zulümler, cinayetler işlemek değil. “İlahi yasa/kutsal yasa” fikri, düşünceyi dondurarak hukukun gelişmesini engellemektedir. Kilisenin ve Şeriatın tarihi, bu gerçeği yeterince ortaya koymaktadır. Tanrı, Devlet ve Baba, doğu toplumlarının kutsal “teslisi” dir.
Özgürlük, davranışların kısıtlanmaması anlamında serbestlik olduğu kadar; davranışlarını normlar çerçevesinde, sorumlulukla, ötekinin haklarını gözeterek davranmaktır(Hukuk). “Kendisi-için insan” anlayışına dayanan istiğna hali, hayvanlık veya tanrılaşma- şeytanlıktır(Hümanizm).
Hukuk yapma, ahlak ve bilimin, felsefi-derin düşüncenin, objektifliğin ve vicdanın konusu olan bir mevzudur. Tanrılık bir iştir. Fail mümin ise, “dinsel” bir ameldir. Bir ülke, bu kabiliyeti gösterebilecek vicdanı hür, irfanı hür insanları –zor da olsa- çıkarmak zorundadır. “Ahlak yolu pek dardır; tetik bas, önü yardır.” Hukuk, kitlelerin zamansal içgüdülerine, çıkarlarına, hevalarına, heveslerine(oylarına/iradelerine) yani siyasete bırakılacak bir iş değildir; çünkü siyasetin doğası, biraz bunlardır. Hukukçular, gerçekte “Tanrı” olmadıklarına göre, onlar da yanlış kararlar verebilirler. Ancak, soyut olarak “Hukuk” ve “Adalet” ideleri, “tanrılık” rollerini kaybetmezler. Hukukçular, itibar/saygı kaybedebilir; ancak hukuk ve adalet asla itibar ve saygıyı kaybedemez; çünkü onlar, yeryüzündeki “Tanrılık” rolleridir. Bir ülkenin “gözbebeği”, hukuk kurumları olmalıdır; –Türkiye’de olduğu gibi- silahlı kuvvetleri (ordusu) değil. Siyasetin şeytanlaşmasını, hukukun “Melekliği/Melekûtîliği” ile engelleyebiliriz. Ahlaklı toplumlar, siyasal sorunlarını el verdiğince ‘hukuki’leştirirken; ahlaksız toplumlar, hukuki sorunlarını siyasallaştırırlar. Parlamentodan çıkarılan “yasa”lar veya siyasi iradenin icraatları, “Anayasa Mahkemesi” gibi veya “uluslararası mahkemeler” gibi “Bağımsız” yargı/hukuk(tanrılık) organlarınca denetlenmelidir. Zira, zorbaların hukuku(iradesi), kölelerin gönüllü itikadı haline gelebilir. Bu eleştiri, “uluslararası öahkemelerin” gücün iradesi olma ihtimaline karşı da geçerlidir.
Hukuk, evde/yurtta siyasi ortamın yaratmış olduğu husumeti (“ya bizdensin; ya onlardan”) ortadan kaldıran “hakemlik-hakimlik”tir. Kan davasını, kini ve nefreti bitirerek “yürekleri soğutan” kurumdur. İlanihaye uzayan “sözün kesilmesi”dir. Dışarıdan, yukarıdan, ortadan, aradan konuşmak ve karar vermektir.
1 Eylül 2016 da yargı yılının açılış töreninin Sarayın müştemilâtı olan kongre merkezinde yapılması ve bu törene CHP ve Barolar Birliğinin iştirak etmemesi tartışmalara vesile oldu. Bu olayda muhalefetin ve Barolar Birliğinin aldığı tutum doğrudur. Cumhurbaşkanı sayın R.T.Erdoğan, güçlü bir siyasi figür olarak orada siyasi bir konuşma yapmış ve yargı mensupları da onu alkışlamışlardır. Sembolik olarak “Saray” veya Türkçe yanlış isimlendirilmesi ile “Külliye” (çünkü, Türkçede “Külliye”, Selçuklu-Osmanlı döneminde büyük camilerin etrafındaki medrese ve sosyal hizmet kurumlarını(aşevi) ifade eder), siyasal bir mekândır. Sayın cumhurbaşkanının, halkoyu ile seçilmesinden sonra, “tarafsız” cumhurbaşkanı olmayacağını söylemesi; siyasi taraf olarak içinden çıktığı partiyi ilk seçimde aleni olarak desteklemesi ve Sarayı kendinin yaptırmış olması, orayı salt-pür siyasi bir mekân kılmıştır. O mekânın, sayın cumhurbaşkanının ifadesi ile “millete ait olması”, oranın yoğun siyasal mekân olması özelliğini ortadan kaldırmaz. TBMM de, millete aittir. Yargının mecliste açılış seremonisini yapması doğru olabilir mi? sorun, mekânın “kime aitliği” sorunu değildir; sorun, demokrasinin temel ilkesi olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesidir.
Hukukun “tarafsızlığı”na gelince, Türkiye’de “Hukuk Tanrıçası(Themis)” nın bir elinde kılıç bir elinde terazi ve gözleri kapalı olarak hukukun tarafsızlığını ifade etmesi, S. Selçuk’ un da dediği gibi, tam bir garabettir. Oysa eski Yunan’da tanrıçanın bir elinde terazi, diğer elinde kitap, gözleri de açık olarak tasvir edilmiştir. Tarafsızlık ve gözleri kapama yanlış düşüncelerdir. Doğru olan, açık göz ile, adalet duygusu/hakkaniyet/dürüstlük ve yasaya göre, ona bağlı kalarak tarafını belli etmek/hükmünü vermektir. Tarafsızlığın Türkçe’deki bir anlamı; haksız tarafı tutmamak ise; ikinci anlamı, “çekimser” kalmaktır. Çekimserlik, hukukta söz konusu olamaz. Hukuk, kaba zorbayı(zalimi) cezalandırmak; ezilen mağduru(mazlum) korumak, hakkını tazmin etmek ve mağduriyeti önlemek için vardır.
Ayrıca, Sarayın/Külliyenin bahçesinde “Millet Camisi” adı ile bir caminin yapılması, sembolik olarak devletin din ile barışması amacı ile yapılmış olsa bile; – ki o zaman neden orada bir “Cem-evi” nin olmadığı da sorulabilir- zımnen siyasal erkin İslam dinini kontrolü altına alması anlamına da gelebilir. Orada ibadet için bir “mescid”in yapılması, normaldir. Yine sarayda büyük bir kütüphanenin kurulması da, bilimin veya muhafazakârların isimlendirmesi ile “İlmin” kontrol altına alınması anlamına gelebilir. Oysa, siyasi iktidardan –kafasına/hevasına göre- etkilememek için en çok uzak durması gereken kurumlar, milletin göz bebeği gibi koruması gereken hukuk(yargı), bilim(üniversite) ve din(diyanet)dir. Saray/Külliye (yani sayın cumhurbaşkanımız), eğer bu üç kurumu çok seviyorsa; bunların vicdanı hür, irfanı hür insanların elinde gelişmeleri için desteklesin; ancak bunların sembolik anlamlarından dolayı, o siyasi-sembolik anlamı çok yoğun mekândan dışarı çıkarması ve kendinden uzaklaştırması gerekir. –İyi/samimi niyetle de olsa- bunların tek mekânda ve siyasi erkte(Başkan/Lider/Başbuğ…) toplandığı rejimlerin trajik tarihinden ders çıkarmak gerekir.
http://www.islamianaliz.com/yazi/siyasetin-zorbalik-egilimine-karsi-hukukun-“tanrilik”-rolu-3403