lhami Güler ile yeni kitabı İlhamiyyât üzerine konuştuk. Kitaptaki aforizmalardan hareket ettik, yeni aforizmalara ulaştık. Heidegger, “Soru sormak düşüncenin zekâtıdır.” der. Biz soru sorduk hoca zekâtını verdi.
Her kitabınızda başka sorular ve başka arayışlarla çıkıyorsunuz okurun karşısına. Sürekli sorular sorduran kısa metinlerden oluşan kitabınızın adı İlhamiyyât. Adınız da İlhami. Tasavvufun çokça kullandığı bir kavram aynı zamanda. Tasavvufu yoğun olarak eleştiren pasajlar da var kitapta. İlham kavramını nasıl anlıyorsunuz?
Kitabın girişinde de tanımlamıştım aslında. İlham, kişinin yoğun olarak üzerinde düşündüğü, kafa yorduğu konularda insanın aklına gelendir. İnsanın durduğu anda kafasında net olarak beliren, bir anlamda aklın gölgesi demiştim ben ilhama. Kafa yormadığınız, hakkında bilginiz olmayan bir konuda ilham gelmez. Sufilerde de öyledir. Teşbihte hata olmaz ayının kırk türküsü varmış kırkı da ahlat üzerine. Ayı kırk tane türkü uydurabiliyor, niye, çünkü kafaya takmış. Dolayısıyla neyi kafaya takmışsanız, neyi düşündüyseniz, neye iştiyaklı iseniz o konuda size düşünmenizin sonucu olarak bir fikir derli toplu halde geliyor. İlhamlar böyle gelir. Giz, kayıp olan bir şey değil yani.
Ameller niyetler kadar sonuçlara da bağlıdır diyorsunuz?
Bu çok önemli çünkü bizim Sünni gelenekte niyetin tek başına yeterli olduğu sanılır. Halbuki bunun kadar tehlikeli bir şey yok. Niyetiniz halis olabilir fakat eğer niyetlendiğiniz şey ve doğuracağı sonuçlar hakkında ciddi bir düşünüm bir kaygınız yoksa o zaman niyetin halisliği cehalet ile birleştiği takdirde çok korkunç sonuçlar doğurabilir. Buna en manidar örnek Haricilerdir. Son derece samimi insanlardır. Namaz kılarken saflarda birbirlerinin omuz başlarının yırtıldığı söylenir. O kadar samimi insanlar ama o dürüstlük onların cehalet ile bir terör yaratmalarını engellememiştir. Diğer örnek Kilisenin Ortaçağ’da yarattığı şiddet ve katliam: Altında samimiyet vardı. Allah rızası(!) için bir gecede 15-20 bin Protestanı öldürdüler. Yani iş aynı zamanda sonucuna da bağlıdır. Sonuçta ne hasıl oluyor hikmet mi cehalet mi? Kuran’a baktığımızda, sonuç da en az niyet kadar önemlidir.
Günel Altıntaş Soyut dergisinde yayımlanan bir yazısında ‘aforizma’ya ‘değinme’ demiş… Sanırım ‘değinme’yi aşıyor ‘aforizma’, dibindeki, bitişiğindeki gerçeklerden ötelerdeki gerçeklere sıçrıyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz aforizmayı?
Yani kitaba isim verirken “aforizma” mı “düşünme” mi “düşünceler” mi koyalım diye bir tereddüt geçirmiştik. Aforizma felsefedeki anlamıyla “alışık olmadık” “bilinenin biraz daha ötesinde”ki düşünce anlamlarına geliyor. Çünkü kitlelerin veya Ortodoksilerin genelde hakikatleri çok bildiktir çok anlaşıldıktır. Aforizmayı, biraz da olayın dibine doğru derinine doğru giden düşünce diye tanımlarım ben.
Aslında bu tip ‘özeldeyişler’ bir anımsatma, bir uyarma anlamı taşımakta, bu anımsatma ve uyarmalarla da hataların, yanlışlıkların yapılması önlenmektedir diyebilir miyiz?
Denebilir. neticede yaygın ve alışıldık olanın yanlış olabileceğini hatırlatıyor. Onun için kitabımı ithaf ederken bir cümle kullanmıştım “Vicdanını kolay kandıramayanlara” diye. Çünkü insan vicdanını kolayca kandırır, yapacağını yapar. Oysa biraz daha uykusuz biraz daha rahatsız, müteyakkız olduğunuz zaman, ilk anda size görünen doğrunun veya normalin böyle olmayabileceğini görebilirsiniz. Yani dolayısıyla biraz üzerine gitmeyi gerektiriyor bazı konular.
Teolog kavramına ilişkin olarak “yarı doğruyu söyleyen kişi” şeklinde bir tanımınız olmasına karşılık hem bu kitabında hem de bundan önceki kitabınızda teoloji ile irtibatlı adlandırmalar söz konusu. Bu kavramı sık kullanma gerekçeniz nedir?
Yaygın olarak hem Türkiye hem de dünya teolojiyi kullanılıyor. Çünkü kelam kelimesi teolojiye göre Türkiye’de daha az biliniyor. Kelam deyince çok ciddi bir adam bana “Hocam konuşma üzerine mi?” demişti. Kelamın anlamını az sayıda insan biliyor. Teoloji yabancı bir kelime ama ben yaygın olduğu için kullandım. Yarı doğru hususu da, bir doğruluk payı var. Çünkü genelde teologlar hep savunma pozisyonundadırlar. Dolayısıyla kolayca kendilerini kandırırlar. Mesela şöyle bir genelleme yapıyorum felsefe daha sorgulayıcı bir düşünce tarzıdır. Kolay teslim olmayan bir düşünce tarzıdır. Hatta düşüncenin kirpisi derler. Sürekli rahatsız edici bir tarafı vardır. Bilim daha tarafsızdır. Bir şeye karşı olma ve taraf olma gibi bir yapısı yoktur. Ama teoloji biraz daha savunmadır. Savunma durumuna geçtiğiniz andan itibaren o psikoloji sizi çok büyük hatalara düşürebilir. Dolayısıyla ben o teolojinin dışına çıkmanın –yani realiteyi daha doğrusu hakikati görmek için savunma mekanizmasının dışına çıkmanın– daha soğuk kanlı olmanın, soru sormanın –Heidegger “Soru sormak düşüncenin zekâtıdır.” der– yani hakikat tutkusunun teolojik duygudan daha önemli olduğu kanaatindeyim. Hani biraz sorgulayıcı düşünceye sahip olmak demek bir imanımızın olmayacağı manasına gelmiyor. Ama teolojik dediğin zaman biraz dogmatiklik akla geliyor. Yani hazır doğrular var ve o doğruları sürekli tahkim etme sürekli savunma ve dolayısıyla her zaman hakikatin yarısını söyleme gibi bir pozisyon ortaya çıkıyor.
Modernlik, kapitalizm postmodernlik ve sekülarizm kavramalarına da değiniyorsunuz. Çağımızın temel sorunu sistem değil dünya görüşü sorunudur diyorsunuz. Dünya görüşünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Dünya görüşü kişinin en temelde varlığın ve hayatın anlamının ne olduğunun cevabıdır aslında. Yani varlık nedir? Ve ben kimim? En temel sorulara verilen cevap kişinin dünya görüşünü oluşturur. Dolayısıyla en temelde metafizik dünya görüşüdür. Şu anda biz bir dünya görüşünün, bir metafiziğin içindeyiz. Yani bu seküler metafizik, bazı filozofların duyumcul kültür dedikleri yani insanın beş duyusuyla kavradığının dışında başka bir hakikatin olmadığını kabul eden adına sekülerizm de dediğimiz böyle bir atmosferin, dünya görüşünün, üst kültürün altındayız. Çağımız bir dünya görüşünün egemenliğinde olan bir çağ. İslam dünya görüşü ise tamamen ayrı. “Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz.” bizim dünya görüşümüzün temelini oluşturan ayettir. Toplumsal hayatımızı tanzim eden iktisat, hukuk, siyaset, mimari, müzik, sanat bütün bunlar aslında temeli itibariyle bir dünya görüşüne bağlıdır. O yüzden bugün çağımızın genel sorununun dünya görüşü sorunu olduğunu düşünüyorum. Ve İslam’ın alternatif bir dünya görüşü olduğu ve bunun yerine ikame edilmesi gerektiğini savunuyorum.
Sizce hangi evler otele dönüşmüştür?
Bir sene İngiltere’de kaldım bunu orada daha yakından hissetmiştim. İnsanlar evlere genelde sadece yatmaya gidiyorlar. Evin otele dönmesi aile kurumuna bağlı. Aile parçalandığı ortadan kalktığı oranda evler otele döner. Ama anne-baba-çocuktan oluşan aileler devam ettikçe evler yuva olarak kalacaktır. Ama bunlar kayboldukça yani menfaat, bencillik giderek arttıkça ev herkesin belli saatlerde gidip yattığı bir otele dönüşmüş oluyor.
Sürekli meşgale içinde olsanız dahi canınız sıkılmaz mı hiç?
Can sıkıntısı… Bence insanın anlamlı bir dünya görüşü varsa her zaman yapacak bir şeyleri vardır. Eğer insan ruhu bir şeye yönelmişse ki bu da hayatın anlamına bağlıdır. Ancak yönsüz insanın ruhu, canı sıkılabilir. Yoksa siz hayata ciddi bir anlam yüklemişseniz o zaman hayatta yapacak bir şey bulursunuz. Bazıları yalnızlığı can sıkıntısıyla özdeşleştirirler bu durum modern bireyin trajedisidir. Çünkü anlamsızlıkla direkt alakalıdır. Tam tersine yalnızlık sizi çok daha derin düşüncelere sevk eder.
Vicdan kavramı metinlerde merkezi yer tutan kavramlardan biri. Vicdanı niçin çok önemsiyorsunuz?
İnsan ancak vicdanını ortaya çıkarabildiği oranda insan olabiliyor. Tanrı’nın beklentisi anlamında insanın değeri, bilim yaratmasından geçmiyor. Dolayısıyla mantık ve konuşma insanın fazilet anlamında ayırt edici özellikleri değildir. O yüzden Tanrı’nın bize ruhundan üflemesini, bize vicdan vermesi olarak yorumluyorum. Kuran’ı Kerim’de geçen “dağların yüklenmediği insanın yüklendiği emanet” vicdandır. Vicdanı önemsiyorum çünkü din aslında vicdandır. İman, salih amel vs. bunların tümü bizim vicdanımızla gerçekleştirebileceğimiz şeyler. Biz çoğu zaman adetlerin geleneklerin peşine takılarak vicdanımızı öldürüyoruz. Tarih ve toplumun kontrolüne girdiğin andan itibaren vicdan devreden çıkıyor. Dolayısıyla her birey kendi toplumunun kültürü altında hareket ediyor ve hakikati bulamıyor. Vicdanın önündeki en büyük engel insanın hevasıdır ve içinde yaşadığı toplumdur. Bunların ikisi de bizi kuşatmıştır. İçimizdeki heva dışımızdaki gelenek tarih toplum zindanlarını, duvarlarını yıkmanın tek bir yolu var o da vicdanımız. Ancak vicdanımızı ayık tutabilirsek bu zindanlardan kurtulma imkanımız ortaya çıkar.
Çağdaş özgürlük kavramını ahlaki bakımdan bütün dinlerin ve kadim felsefelerin iddialarından vazgeçişin göstergesi olarak yorumlama gerekçeniz nedir? Bu günkü özgürlük kavramının anlam dünyasına müdahale de bulunarak bu kavramı ıslah etmek imkânsız mı?
Aydınlanma, hümanite, modernizm bunlar politik olarak krallığa başkaldırı olmasının haricinde kültürel olarak da Tanrı’ya başkaldırıydı biliyorsunuz. Dolayısıyla bunu bir Allah’a isyan ve insanın haddini aşması olarak görüyorum. Bu yönüyle modernite, sekülerizm ve hümanizm yanlış girişimlerdir. Modern özgürlük kavramı insanın kendini yeterli görmesi ve serbest olmasıdır. Serbest olması ne demek yani “ben keyfimin istediğimi yaparım”. İşte bu bence çağdaş özgürlük kavramının dayandığı yanlış noktadır. Oysa dinler özgürlüğü hep sınırı ile birlikte ortaya koyar. Çağdaş özgürlük kavramında insan kendisi içindir. Oysa kadim dinler temelde insanların kendi özgürlükleri yanında bir ötekini de kabul etmeleri gerektiğini savunur. Büyük öteki Tanrı, küçük öteki de diğer insanlar. İşte bu yüzden modern özgürlük kavramını eleştirdim.
Kavramları ve meseleleri yorumlarken somutun bilgisini ihmal etmeyen bir bakışınız var. Nüfuz hırsızlılığı bunlardan biri. Öte yandan da geçmişle şimdi arasında bağlantı kuruyorsunuz. Radikallik kavramını İslam fıkhındaki azimetle birlikte düşünmeniz bu bağlamda anılabilir. Realiteyi hakikat olarak görmeyen bir bakışınız da var somutun analizinde. Realiteye teslimiyet insanlık ve Müslüman bilinç açısından ne tür sıkıntılara sebep oluyor?
Realiteye teslim olduğunuz zaman hakikati ortadan kaldırmış olursunuz. Çünkü bana göre hakikat realite değildir. Çünkü hakikat realitenin ötesinde olan bir şeydir. Gerçeklik görünür olandır. Oysa hakikat derin bir düşünce ve ahlaki kapasite ile anlaşılabilecek bir şeydir. Dinlerin davası aslında hakikat davasıdır. Yani realite değil. Realite zaten bilimin konusudur. Dolayısıyla ister ahlaki mevzular olsun isterse metafizik mevzular olsun her ikisi de hakikat ile ilgili mevzulardır.
Sizce İslam düşüncesinin en büyük talihsizliği nedir? Bu aşılabilir bir sorun olarak görülüyor mu size?
Temel sorun bence düşüncenin durması. İslam düşüncesi dediğimiz zaman aslında ortada öyle bir şey yok. Uzun bir dönemden beri hafıza var. Hafıza ayrı bir şey düşünce ayrı bir şeydir. Hafıza düşüncenin zihnimizdeki yansımasıdır. İslam toplumları olarak neredeyse bin yıllık bir duraklama, geviş getirme, hafızayı tekrar etme dönemi yaşadık. Dolayısıyla adına gelenek dediğimiz alışkanlık dediğimiz şey bu. Oysa hayat dinamik ve devam eden bir süreçtir. Hayat dinamik olduğu için düşüncenin de dinamik olması gerekiyor. Realitenin peşine takılmayıp da onu kontrol edebilmek için hayatın dinamizmini takip etmeniz gerekiyor. İslam düşüncesinin en büyük handikabı geleneğe takılarak uzun süre hayatı takip etmeyi durdurmasıydı. Bunun tekrar düşünmeye başlamakla tekrar düşünmeyi öğrenmekle aşılabileceği kanaatindeyim. Düşünmeyi öğrenmek gerekir biliyor musunuz? Çoğu insan düşünmeyi hazır yani konuştuğumuz gibi düşündüğümüzü sanıyor. Öyle bir şey yok. Düşünme aynen bir mobilya ustalığı gibi bir zanaatkârlık gibi eğitim ile öğretim ile kazanılacak bir şeydir. Biz maalesef uzun süreden beri hayatın her alanında ya geleneği ya da Batı’yı taklit ediyoruz. Birbirlerinden farklı olabilirler ama İslam dünyasının içinde bulunduğu durum sürekli taklittir. Bazı alanlarda Batı’yı taklit ediyoruz. Bazı alanlarda da geçmişimizi taklit ediyoruz. Taklitten kurtulup da tekrar düşünmeyi öğrendiğimiz takdirde ben olayların yoluna gireceği ve kurtulabileceğimiz kanaatindeyim.
Peki kavram ve gerçeklik arasında nasıl bir irtibat kuruyorsunuz?
Kavramlar bizim gerçekliği veya hakikati ifade ettiğimiz kaplardır. Kavramlar gerçekliğe ilişkin de olabilir hakikate ilişkin de olabilir. Bizden önce üretilmiş olan kavramları biz üretmedik. Acaba kavramlarımız realiteyi ve hakikati tam olarak yansıtabiliyor mu? Tekrar kendimizi sınayalım. Yeni kuşaklara düşen bunları sürekli test etmektir. Kavramların üzerine gidip onları yeniden ifade etmektir. Zihnimiz sürekli kritik ederse hazır bulduğunuz dilin sahihliğini her zaman test etme imkânımız olur. Kritik olmasa o zaman her şey ezber olur.
Kalp kavramı tasavvufun çokça istismar ettiği kavramlardan biri. Müminin kalbi ölünce muhafazakarlaşır diyorsunuz. Yaşadığımız zamanlardaki muhafazakarlaşmayı ve bu bağlamdaki tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Tasavvuf kalp kavramını salt pozitif anlamda kullanır. Oysa Kuran’a baktığımız zaman kalp “katılaşan”, “taşlaşan”, “hastalanan”, “paslanan” birçok niteliği olan müthiş bir kavram. İnsanın hem vicdanını hem hevasını hem de aklını birlikte içeren iç içe geçmiş bir kavramdır ki bu çok önemli bir tanım bence. Hem vicdani kabiliyetimizi hem içgüdülerimizi hem de akıl ve mantığımızı içeren bir kavram. Akıl kelimesi Kuran’da isim olarak geçmez; düşünme vb. kavramlar hep kalbin fiilleridir. O yüzden ben düşünceyi mantık ile vicdanın sürekli aktif olduğu bir kavram olarak görüyorum. Aslında Kuran’ın istediği de budur: İnsanın aklederek sürekli doğru yolda bulunmasını istiyor. Dolayısıyla vicdan öldüğü zaman insanın en önemli hasletlerinden birini kaybetmiş olursunuz. Mantık kaybolduğu anda ise taklide düşersiniz, tekrara düşersiniz ki bunun adı da muhafazakârlıktır. Muhafazakârlık geçmişten geleni muhafaza etmektir. O açıdan ben dinî düşüncenin en büyük handikabının muhafazakârlaşma olduğunu düşünüyorum.
Tanrı şehirlerde tutulmuştur diyorsunuz. Şehir ve din ilişkisi bağlamında son zamanlarda liberal aydınlar tarafından gündeme getirilen kent dindarlığını nasıl yorumluyorsunuz?
Metropollerin insanı büyük ölçüde doğadan kopararak bizim dine açık halimizi ortadan kaldırdığı kanaatindeyim. Etrafımız gökdelenler ile ayağımızın altı asfalt ile etrafımız arabalar ile dolu. Sosyal yaşamımızın geçtiği yerler çarşılar, alışveriş merkezleri vs. Bunlar biyolojik duyguların tahrik edildiği mekânlar. Dolayısıyla hevanın endüstriyel olarak üretildiği, kültür olarak üretildiği bir yapıdır modern yapılar. Bir Rus bilginin sözü aklıma geliyor: “Nüfusu altmış bini aşan yerlerde insanlık olmaz.” Çok doğru bir söz bence. Çünkü bu kadar kalabalık ve devasa yapılarda insan tekniğin kölesi haline geliyor. Yani teknik artık kontrolümüzden çıkıp ekonomi ile birleşerek modern insanın kalbini, ruhunu esir aldığı ve beden ve içgüdülerini parlattığı bir süreç. Biz bugün Kuran’da da geçtiği gibi elimiz ile oluşturduklarımızın esiri haline gelmiş durumdayız.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
http://www.fikribeyan.net/2262_Ilhami-Guler–Tanri-nin-Ruhundan-Uflemesi-Size-Vicdan-Vermesidir–.html