4.12.2017
Vahy/peygamber din geleneği, tarihte ilk defa “ideolojik toplum” oluşturma projesidir. İlkel dinler, genellikle tek dilli kabile dinleridir. Vahy/peygamber geleneği, bunu aşarak farklı dillerden, kavimlerden insanları aynı dava altında toplanmaya çağırır. Yahudilik, özünde böyle bir din davası idi. Ancak İbraniler, onu “seçilmişlik” iddiası ile kendi milli dinleri haline getirdiler. Hristiyanlık, doğuş anı olarak kozmopolit bir din davası olarak doğdu: Roma imparatorluğu. İslamiyet de öyle. Ancak zamanla bu dinlerin müminleri/müntesipleri, “dinlerini parçalayıp, mezheplere ayrıldılar; her bir gurup da kendi yorumu ile mutlak doğru olduğu vehmine kapıldı.”(30/32). Yahudiler, kendi bönlükleri yüzünden kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık ile maluldürler(5/64). Oysa Allah, müminlerin kendi aralarında “düşmanlık” değil; iyilik ve takva üzere yarışmalarını istemiştir (5/2). Kur’an, müminlerin kendi aralarında “kardeş” olduklarını ve eğer iki mümin gurubun arasındaki ihtilaftan dolayı bir “savaş” çıkarsa; aralarının bulunması ve düşmanlığın giderilmesi önerilmiştir (49/9-10). Ayrıca Kur’an, Müslümanlar ile aralarında düşmanlık bulunan gurup arasında –tekrar dostluk oluşabileceği ihtimalinden dolayı- kinleşmeye gidilmemesini önermiştir (60/7).
Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve diğer İslam devletleri, Müslümanların birinci sınıf; gayri müslimlerin de “cizye” ödedikleri ve “zımmi” olarak “ikinci sınıf” statüye sahip oldukları siyasal imparatorluk yapıları olarak kuruldu. Bana göre cizye, o günkü koşullarda düşmandan bir kereye mahsus olmak üzere alınmış “savaş tazminatı”dır (9/29). Buradan bir “vatandaşlık hukuku” çıkarılması yanlıştı. Buna rağmen, İslam imparatorluklarında gayri müslimlerin can, mal/mülkiyet, namus, dil ve din özgürlükleri ve hakları güven altına alınmıştır. Roma ve Bizans İmparatorluğunda(Katoliklerde ve Ortadoxlarda) kendilerinden olmayanlara bu hakların verilmediği bilinmektedir. Tarihi süreç içinde bu üç büyük dinin gerek kendi aralarında, gerekse bu dinlerin içinde oluşan mezhepler arasında yoğun-kanlı iç çatışmalar ve katliamlar yaşanmıştır. Dinler tarihi buna şahittir. Bugün de bu çatışmalar -İslam dünyasında yoğunlaşmış olduğu halde- devam ediyor.
Avrupa’da Rönesans-Reform ve Aydınlanma ile birlikte din savaşları yanında Milliyetçilik-Irkçılık savaşları oldu. Uzun süren bu savaşlardan sonra “Ulus Devlet” denen siyasal bir kategori yaratıldı. Burjuva sınıfının hâkim olduğu değişik coğrafyalarda sınırlar içinde bu sınıfın dışındaki etnik-dilsel guruplar asimile edilerek, hatta yer yer katliamlar yapılarak “Laik” karakterli ulus devlet yapıları kuruldu. Bugünkü Avrupa ve ABD böyle doğdu. Bu oluşum, bütün dünyayı etkiledi, imparatorlukların yıkılmasından sonra, sanayi devrimine paralel olarak bütün dünyada “ulus devlet”ler kuruldu.
İslam imparatorluklarında gayri müslimlerin “ikinci sınıf” sayılması ve “Ulus Devlet”lerin hâkim/burjuva sınıfının ait olduğu etnisite dışındaki etnik yapıları asimile etmesi, bugünün ahlaki/vicdani bilinci tarafından onaylanmamaktadır. İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Anayasal Demokrasi ve Laiklik ilkeleri, bir coğrafyada/devlette yaşayan bütün vatandaşların eşit onura ve hukuka sahip olmaları gerektiğini söylüyor. AB ve ABD’nin, dış politikada gavurluk yapmaları ile içerde uzun süre birbirlerini yemenin sonucunda keşfetmiş oldukları toplumsal barışı ve adaleti tesis eden sistem yaratmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Bu ikinci durum, İslam’ın “Rahman” olan Allah’ın insanlıkla ilişkisi anlayışına uygun olduğu kanaatindeyim. Coğrafya, İbn Haldun’un dediği gibi, insanlar için eğer büyük oranda zorunlu bir “kader” ise; bir ülkenin içinde yerleşik olarak bulunan/kalan insanların adil bir tarzda yönetilmesinin temel ilkesi “eşit yurttaşlık” olmalıdır. İletişim ve ulaşım ile “çoğul” hale gelmiş(küreselleşmiş) modern toplumlarda bu kaçınılmazdır. Devlet, Rahmaniyetin tecellisi olarak, o ülkede bulunan bütün insanlara karşı dil, din, ırk, sınıf… ayırımı yapmaksızın, onlara “İ’yalullah (Allah’ın ailesi) muamelesi yapması gerekir. “Ümmetçilik” -Medine Anayasasında olduğu gibi- benim nezdimde de dincilik(milletçilik) değil; Rahmaniyetin tecellisi olarak “Adalet/Hakkaniyet Devleti”dir. Devletin dini adalettir. Mazlumun dini sorulmaz. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur(2/193). Bu devlet, sadece yeryüzündeki Müslümanlar ile değil; bütün mazlum/mağdur ve madunlar ile ilgilenir. İmam Şafii’nin: “Beden bilimleri, din ilimlerinden öncedir” fetvası gereğince, vatanın/milletin-vatandaşların varlığının korunması, tebliğ ve din davasından öncedir; daha doğrusu, öncelikli “din davası” budur.
Avrupa’da bugünlerde tekrar hortlamış olan İslam düşmanlığı ve ırkçılık tutumu gerekçe gösterilerek, yukarda saydığım ve kendi içlerinde geliştirmiş oldukları kurumsal yapının doğruluğu bir birine karıştırılmamalıdır. Müslümanlığın teorisi/teolojisi ile bugün içinde bulunduğu mezhep savaşlarının karıştırılmaması gerektiği gibi.
Türkiye bağlamında konuşacak olursak, “Milli Görüş”, “Cemaat” ve “Muhafazakarlık/İslamcılık” adları altında dinin/mezhebin siyasete tekrar sokulması, FETÖ olayı ve Ak Partisi(Sünni)-CHP(Alevi) ayrışmasını doğurmuştur. Buradan derhal çıkılması ve “Vatandaşlık” ortak paydasında “hizmet/maslahat” eksenli siyaset yapılmasına dönülmesi gerekiyor. Aksi halde, “15 Temmuz Darbesi” gibi, yeni dinsel içerikli iç-savaşlar yaşamamız mukadderdir. Dinî saik ile siyaset yapacak olanlar, dillerini dine sokacakları yerde(çünkü bu durumda riya, istismar, bağnazlık, totalitarizm, dogmatizm ve iç-savaş ihtimali artıyor), vicdanlarını, akıllarını ve ahlaklarını siyasete soksunlar. Ahirette umdukları Allah rızasını ve mükâfatı kazanacaklarına ben garanti veririm: “Allah, sizin dillerinize(ayet-hadis), isimlerinize ve yüzünüze bakmaz; kalplerinize ve yapıp-ettiklerinize bakar.”