03.09.2016
Sünniliğin Yapısökümüne Giriş
“Size kimlerin hükmettiğini öğrenmek istiyorsanız, sadece kimleri eleştirme izninizin olmadığını bulun”
Mevcut Sünni(Ehli Sünnet) sahihlik çemberinin(ortodoxi), ikinci ve üçüncü yüz yıllardan itibaren bünyesinde barındırdığı bir kanadı/ekolü olan “Rey Ehli”ni(Mutezile, Hanefilik-Maturidilik ve Malikilik) metodolojik düzlemde elimine ederek/boğarak muhafazakâr kanadı olan Hadis/Sünnet/Eser/Rivayet Ehlinin(Hanbelilik, Şafiilik, Eş’arilik ve Tasavvuf) hegemonya kurması ile oluştuğu malumdur. Sünnilik, merkezi büyük imparatorlukların(Emevi-Abbasi-Selçuklu ve Osmanlı) yaygın(cami) ve örgün(medrese) eğitim kurumlarında devletin resmi ideolojisi olarak talim ve tedris edilmiştir. Bu yazıda dinin temel bazı konularının ve kavramlarının teorileştirilmesinde/teolojileştirilmesinde Rey Ekolü’nün Sünnet/Hadis Ekolüne yaptığı itirazları ana hatları ile(teferruata girmeden) başlıklar olarak ortaya koymaya çalışacağım.
I-SİYASET (İSLAMÎ TELOSUN ÖLÜ DOĞUMU)
1- Şura’dan Saltanata:
Kur’an’da “Emr” ve “Emanet” olarak nitelenen kamusal işlerin, “Ehliyet/Liyakat”(4/58) ve “Şura”(42/38) ilkelerine göre icra edilmesi istenmiş iken; Emeviler, bu soruna kendilerinin hakkı olarak baktıkları ve sonunda Muaviye tarafından girişilen bir isyan sonucu zorla yönetimin bu aileye tapulandığı bilinmektedir. Sünnilik, her ne kadar Hz. Ali-Muaviye kavgasında gönlü Hz. Ali’den yana olsa da; Muaviye’nin tasarruflarını “içtihat” farkı olarak görüp, olup-biteni onayladığı bilinmektedir. Ebu Hanife’nin ve Mutezile’nin, Emevi saltanatını onaylamadıkları ve saltanata karşı çıktıkları/direndikleri bilinmektedir. Kur’an’ın siyasette gerçekleştirmek istediği ıslah, kabilecilik ve “çoban-sürü” politik kodunun egemen olduğu atmosferde-dünyada başarılı olamamıştır.
2- Kabileciliğin Hortlaması(Kureyşlilik):
Kur’an’ın kabileciliği ortadan kaldırarak iman kardeşliği üzerine bir toplum oluşturmaya çalıştığı halde, Hz. Muhammed’in ölümü ile birlikte Kureyş ile diğer kabileler arasında ve Kureyş’in kendi içinde Emeviler ile Haşimiler arasındaki kavganın Cahiliyye döneminde bırakıldığı noktaya geri döndüğü müsellemdir. Dört halifenin, dördünün de Kureyş’ten olması tesadüf değildir. Tarihsel determinizme sığınarak: “Araplar, Kureyş’in otoritesinden başka bir kabilenin otoritesini tanıyamazdı” demek, Kur’an’ın boşa uğraştığını söylemek demektir. “İmamlar Kureyştendir” sözünü, “Hadis” olarak kabul etmek, kabileciliği/ırkçılığı, peygambere onaylatmaktır. Kabileciliğin, İslam toplumunu ilk yüzyılında iç-savaşa boğduğu(Cemel-Sıffin-Kerbelâ) bilinmektedir. Haricilerin, Mutezilenin ve Ebu Hanife’nin kabileciliğe karşı çıktıkları malumdur. Sünnilik, “Büyük Fitne”nin(iç savaşın) yarattığı travma ile kabileciliği eleştirmeyi aklından bile geçirmemiştir: “Denize düşen, yılana sarılır.”
3- Zulüm yerine Küfrün Savaş Sebebi Sayılması(Daru’l-Harp)
“İşkence/zulüm(fitne) ortadan kalkıncaya ve dini tercih Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.”(2/193) ayetini, Ebu Hanife ve Mutezile, gayri müslimler ile savaş sebebinin “zulüm” olduğu bağlamında yorumlarken; Şafii ve Hanbeli alimleri, “fitne” kavramına şirk ve küfür manaları vererek; savaşın sebebini “Küfür” olarak vazetmişlerdir. Bu yorum, gayri Müslimlerle “sürekli savaş” halinde olunması gerektiği şeklindeki “Daru’l-Harp” kavramını üretmiştir. Oysa Maliki alimleri, dünyayı “Daru’l-İslam” ve “Daru’d-Da’ve/Daru’l-İcabe=Davet yurdu” olarak ayırmışlardır.
4- Gayri Müslimlerin Aşağılanması(Zımmilik)
Tevbe Suresinin 29. ayetine dayandırılan “zımmılik” statüsü, bir yanlış yorumdur. Ayette geçen “…tâki baş eğdirilip cizye verinceye kadar onlarla savaşın” ifadesi, saldırganlardan savaş tazminatı almayı ve Muhammed Esed’in de ifade ettiği gibi, İslam toplumunda sözleşmeli olarak bulunan(Ehl-i zimmet) gayri müslimlerin güvenlik vergisi olarak “cizye” ödemelerini ifade eder. Yoksa vatandaşlar olarak, onursal açıdan “ikinci sınıf” olmayı veya müminlerin “öz evlat, gayri müslimlerin de “üvey evlat” olma statülerini değil.
5- Tebliğ Heyetleri Yerine, Zorla Toprak İşgali(Fütuhat)
Kur’an: “Rabbinin yoluna/dine/İslam’a güzel öğüt/nasihat ve en güzel tartışma/hikmet ile çağır.”(16/125) dediği halde; dört halifeden itibaren, İslam’ın kuruluş aşamasında 23 sene boyunca Yahudi ve Müşriklerle sürekli savaş halinde olmaktan kaynaklanan “ordu millet” haline gelme psikolojisi ile komşu topraklara “fütuhat”a çıkıldığı müsellemdir. İbn Haldun’dan naklen Cabiri’nin dediği gibi, “Ganimet” ve “Kabile”, Arap siyasal aklının en temel iki motivasyon kaynağı olmuştur. Bir diğeri de din(cihat)dir. Oysa bir önceki Peygamber olan Hz. İsa’nın Havarileri, Kur’an’ın tavsiye ettiği gibi, ilk 400 sene boyunca, asla şiddete başvurmadan -hatta yeraltına çekilerek(Kapadokya)- ısrarla tebliğlerine devam etmiş ve sonunda dünyanın en güçlü devleti olan Roma İmparatorluğunu Hristiyanlaştırmayı başarmışlardır. Onuncu yüzyıldan itibaren İslam dinine girerek Abbasilerden siyasal hegemonyayı devralan Türkler, ‘asker-göçebe’ olma vasıfları ile bu “Fütühat” geleneğini sürdürmüşlerdir. Bu tutum, “Çağın Ruhu=Zeit-Geist” kavramı ile -belki- açıklanabilir(çünkü, fütuhat yapmayıp, yerinde-yurdunda(evinde-barkında) oturan bir çok millet var); ancak “İslami” olmadığı kesindir.
II-USUL(FIKIH)
1-Kur’an ve Hadislerin Dondurulması(Mutlaklaştırma)
Allah, tarih boyu toplumsal ve bireysel bilincin gelişmesine paralel olarak toplumsal teşriyi(yasama) tekâmül ettirdiği halde(Esbab-ı Nüzul ve Nasih-Mensuh); Şafiilik ve Hanbelilik, Kur’an ve Sünneti son kez ve kıyamete kadar bütün zamanlar ve toplumlar için olacak şekilde dogmatik olarak dondurdu. İmam Şafii şöyle demişti: “Hakikat, Allah’ın ve Resulünün söylediğidir; geriye kalanlar, Şeytanın vesvesesidir.” Bu dogmatik tutumu benimsemeyen Hz. Ömer, Ata bin Ebi Rebah, Ebu Hanife, İmam Malik, Ebu Yusuf, Tufi… gibilerin tutumları etkili olamadı. Oysa Allah: “Her dönem için ayrı bir hüküm vardır.”(13/38) diyordu. Bu hükmü koyma ve bulma cesareti olmayanlar, Allah’ın -muamelat alanında- gelecek için ilk adımlarını/hükümlerini, son adımlar/hükümler olarak kabul etti: “Mevrid-i nassda(nassın olduğu yerde) içtihada mesağ(yer) yoktur.”(Mecelle). Bu Usul, ya nass doğal olarak bünyesinde barındırmadığı için, ona itibar etmeyen “Kanunnameler” yapmayı(Osmanlı) doğurdu; ya da “Kitabına Uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” denen sahtekârlıkları yarattı. Oysa doğru ve doğal olan: “Ezmanın tağayyuru ile ahkamın tağayyuru inkâr olunamaz.”dı.(Mecelle)
2-Aklın Akıl İle İptali(Kıyas)
“Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.”(10/100).Kur’an, Allah’ın insan aklı, insan dili ve insan aracılığı ile insana hitabıdır. Sünnilik vahyi/nassı/nakli insan aklının alternatifi olarak, aralarında mahiyet farkı varmış gibi koydu. Oysa insan aklı ile vahiy/nass arasında derece farkı vardı. Şafii, Kıyası, yeni çıkacak sorunların çözümlerini nassların altında sandığı derinlikten çıkarma(istinbat/istihraç/istismar) olarak vazetti. Oysa Ebu Hanife, Kur’an’ın ruhundan insan aklı/vicdanı ile çözüm getirmeyi(İstihsan) veya toplumların kendi tecrübelerinden “ hasen örf” olarak ürettikleri çözümleri onaylamayı meşru görüyordu. İmam Malik, Ahmet b. Hanbel gibi, Hadis toplama yerine, Medinelilerin kendi içtihatlarını/amelini, -Hadis’in bir ileri adımı olarak- “kaynak” olmaya daha layık görmüştü(Medine Ameli). Rey Ehli, bir müddet ip ile yürüdükten sonra, merkeze ipsiz bağlanmayı(vicdan) önerir iken; Hadis Ehli, sürekli ip(Nass) ile bağlanmayı önerdi. Rey Ehli, “ticaret/risk” ehli iken; Hadis Ehli, “memuriyet/garanti” ehli idi. Hadis Ehli, çocuk psikolojisi ile, daima “söz tutmayı”, “sözden çıkmamayı” şiar edinmiş iken(Kalellahu taala…ve Kalennebiyyu…); Rey Ehli, yetişkinler olarak yol tutmayı, yol vurmayı, yolsuzluk yapmamayı, yolda kalmayı tercih etmişlerdir.
III-ASILLAR (KELAM-USULİDDİN/ TEOLOJİ)
1-Kur’an
a)Tarihsel Hıtabın Evrenselleştirilmesi
Kur’an’ın her sayfasından onun sözlü hitabının, -zamirler olarak, muhataplar olarak- Arap sokağına, Araplara olduğu gayet açık iken; Sünni ulema, hitabın sanki “Kızım sana söylüyorum; gelinim, sen işit” kabilinden evrensel/cihanşümul olduğunu sandı. Oysa, hitabın içerdiği sabit/evrensel dininin vazedilen lokal şeriattan(5/48,45/18) çıkarılıp, Arap olmayanlara(… ve men beleğa-6/19;… lemma yelheku bihim-62/3) anlatılması, Araplara yüklenmiş bir ahlaki sorumluluktu(2/143,22/78). Araplara Arapça hitap ederek, Arap olmayanları -o anda- “mükellef” tutmak, saçmalıktı(16/103,41/44). Sözlü hitap ile “mükellef” olma, sadece çocuk, köle ve erlerin durumunda geçerlidir. Akil-baliğ olanların mükellef olması, ihbar ve idrâktan doğar. “Kanunu bilmemek, suç işlemeyi meşru kılmaz.” Allah, Arap sokağında, çölünde gezerek konuştuğu(‘Kur’anen Arabiyyen’-12/2; ‘Hükmen Arabiyyen’- 13/37) halde; ulema, O’nun uzaydan/gökten konuştuğunu sandı. Örnek: “..Hayvanların derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse ikamet ettiğinizde kolayca taşıyabileceğiniz “evler”; yün, kıl ve yapağılarından dokuduğunuz eşyalar ve geçimlikler,… sıcaktan koruyacak elbiseler, savaşta kullandığınız zırhlar verdi.”(16/80-81)
b)Mahluk Kelamın Kadimleştirilmesi(Kelam-ı Kadim)
Mutezile, Kur’an’ın Allah’ın zati sıfatları olan Kidem, Hayat, Tevhit ve İlimin dışında fiili sıfatlarından olan İrade ve Kelam sıfatlarına bağlı olarak bütün varlıklar gibi “sonradan” yaratıldığını iddia ettiği halde; Sünnilik, bu sıfatları da “Zatî” sıfat olarak ezeli kabul ettiği için, Kur’an’ı “Kelam-ı Kadim” olarak, Allah gibi “Kadim” gördü. Böylece Kur’an’ın değil bir cümlesini, bir harfini bile değiştirmek, “Küfür” olarak kabul edildi. Sanki Allah, ezelde maduma(hiçliğe) hitap ederek konuşmuştu; temsilde hata olmaz, adeta doğmamış çocuğa don biçmişti. Kadı Abdulcabbar, Kur’an’ın mahluk olduğunu bir cilt kitap yazarak(el-Muğni) savunabilirken; Sünni ulema, kendi dogmatik tezlerini ancak beş on sayfa ile savunabiliyorlardı.
c)Anlamın Yalın/Basit/Açık/Sade Oluşunun Ulemaya “Az Gelmesi”
Müşrikler, içlerinden birinin peygamber olarak görevlendirilmesine şaşırdıkları(7/69,38/4) gibi; onu kabul etmek, kendilerine “büyük geldi”(10/71). Bundan dolayı, ondan peygamber olduğunu ispat etmesi için yedi-sekiz tane mucize göstermesini istediler(17/90-93). Aynen bunun gibi, Kur’an ayetlerinin açık, yalın, sade, tek katlı, basit, mübin olması, ikinci yüzyıldan itibaren Ulemaya “az geldi”. Allah, bu kadar açık, yalın ve basit konuşmuş olamazdı. Onlara göre ayetlerin altları maden ocağı ve okyanus gibi derin olmalı veya ayetler güneş gibi sürekli mana ışımalıydı. Bundan dolayı, Sufiler, “Zahir-Batın” kavram çiftini, Kelamcılar ve Müfessirler, “Muhkem-Müteşabih” kavram çiftini, Fukaha ise, “Asıl-Fer” kavram çiftini yeni anlamlar üretme tezgâhları olarak kurdular. Böylece, Kur’an’ın birçok ayetini, bir anlama gelen cümlelerini, birden çok anlama getirerek, hiçbir anlama gelmemesini intaç ettiler. Onlara göre, Allah, gelecek kuşakları da düşünerek bazı anlamları ayetlerin altına “zip”lemiş olmalıydı. Oysa “Zahir-Batın” Kur’an’ın değil; Allah’ın sıfatları idi(57/3); “Müteşabih” ayetler, 7. Al-i İmran suresinde ifade edildiği gibi, Ğayb(Allah, Ahiret, Cin, Melek…)alanının -Zemahşeri’nin ifade ettiği gibi- insan zihnine benzetme ile yaklaştırılması, anlatılması içindi. Yoksa ayetlerin anlaşılması zorlaştırılsın, insanlar düşünceye sevk edilsin diye değil. Şafii’nin sandığı gibi “Asıl” hükümler, gelecekteki bütün sorunların(Fer’) çözümlerini altlarında taşımıyordu; onların çözümleri, Ebu Hanife’nin “İstihsan”ında olduğu gibi, Kur’an’ın yön göstermesi ile müminlerin vicdanından çıkarılacaktı.
2-Allah(Adalet ve Hikmetten “Hikmetinden Sual olunmaz” Kadir-i Mutlak’a)
Mutezile, Kur’an’dan Adil bir Allah tasavvuru çıkardı. Hanefiliğin devamı olan Maturidilik ise, yaptıklarında “Hikmet Sahibi” bir tasavvur geliştirdi. Oysa Eş’arilik, “Hikmetinden sual olunmaz” kadir-i mutlak, murid-i mutlak “keyfemayeşa(sebest-kayıtsız-mutlak)” bir güç yumağı olarak tasarladı Allah’ı. İlk iki teoride/teolojide Allah, kendini ahlak(adalet ve merhamet) ile sınırladığı halde; üçüncü Eş’ari yaklaşımdaki tasavvur, adeta: “Allah’tır, ne yaparsa yeridir” şeklindedir. Örneğin, bütün Eş’ari Kelamcılar, “Allah’ın insana gücünün yetmeyeceği bir teklifte bulunabileceği(Teklif-i malayutak)”nde ittifak etmişlerdir. Oysa Kur’an’da Allah, ahlaki tekliflerini daima gerekçe edatları(li,key, izen, hatta, lealle…) ile bildirmiştir. Eş’ari yaklaşım, Allah’ı “Güç/Kudret” ile tenzih etme gayretidir; birinci yaklaşım ise, güç ve ahlakı, birlikte Allah’ın tabiatı/zatı olarak düşünmektir.
3-İnsan(Özgür iradeden Cebre/Kadere)
Eş’arilikteki Allah tasavvurunun, insana “fiiline kap olma(kesp)”nın dışında başka bir irade ve insiyatif bırakmadığı bilinmektedir. Fiil için gerekli olan kudret(istitaat), Allah tarafından yaratıldığı gibi; fiili tercih edecek “cüz-i irade”de fiilden önce Allah tarafından yaratılmıştır: “La faile illallah, la halike illallah=Allahtan başka fail ve yaratıcı yoktur.” “el-insanu muzdarrun fi suretin muhtarin= insan görünürde hür; gerçekte ise, fiiline zorlanmıştır.” “el-hayru fima vakaa=olan her şeyde bir hayır vardır.” “Hayrihi ve şerrihi minallahi taala=Hayır ve şer, Allah’tandır.” Bu anlayış Türkçede “Kader”, “Felek”, “Alın Yazısı” “Kısmet”, “Talih” vb kavramlarla ifade edilmiştir.
Buna karşılık Mutezile, tam tersi olarak, insanın kendi fiillerinin faili ve yaratıcısı olduğunu, iradesinde özgür olduğunu ileri sürdü. Mutezile’ye göre külli irade(Allah’ın iradesi), cüzi iradeye(insanın iradesi) bağlıdır. Türkçedeki “Kör, Allah’a nasıl bakarsa, Allah da köre öyle bakar.” sözünde olduğu gibi. Maturidiler de, özgür irade konusunda Mutezileye çok yakın bir perspektife sahiptirler. Fiil, irade ve kesp açısından insana; yaratma yönünden Allah’a aittir. Her iki ekole göre de Allah, insana gücünün yetmeyeceği fiili teklif etmez.
4-İman(Canlı İmandan Cansız İtikada/Tasdike)
Sünnilikteki “İman” tanımı, -maalesef- Ebu Hanife ve Mürciilikten(Maturidilikten) gelmektedir. Haricilerin yanlışlıkla ameli/ahlakı imanın “parçası” görüp, ameli olmayanları “Kafir” olarak nitelemeleri ve öldürmeleri; Mürciiliği, böyle bir ikinci yanlış tanım yapmaya yöneltti. Mürciiliğe göre, iman ve amel birbirinden ayrıdır. Bu yaklaşım, Kur’an açısından doğrudur. Ancak, iman ile amel arasında zorunluluk(sebep-sonuç) ilişkisi mevcuttur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz” , “Küpün içinde ne varsa; dışına o sızar.” sözlerinde olduğu gibi. Amel ve iman, birlikte “Mümin/Müslim” olmanın içeriğini oluşturur. Oysa Mürciiliğe göre, sadece iman, “Müslüman” olmaya yetiyordu. Bu yorum, Sünnilikte zamanla ahlakın zayi olmasını doğurmuştur. Mürciiliğin ikinci yanlışı, “iman” ın tanımındaydı. Onlara göre iman, kalp ile(zihinsel/kognitif) tasdik/marifetti(kesin kanaat). Oysa Kur’an’da İman, tasdik ile birlikte Allah’a karşı huşu(saygı), haşyet(korku), meveddet(sevgi), itminan(güven)… gibi duygusal değerlilik yaşantıları olarak “artan ve eksilen” bir niteliktir. Nitekim, Bedevilerin, kendi ilk tasdiklerini kast ederek “İman ettik” demelerini, Allah düzeltmiştir: “De ki: hayır, iman etmediniz; sadece “teslim olduk/tasdik ettik(eslemna)” deyin; iman, henüz kalplerinize yerleşmemiştir.”(49/14). “Mümin”i tanımlayan başka bir ayet, ameli imanın “zorunlu” bir sonucu olarak görür(24/62). İngilizcede “İnanç(Belief) ve “İman(Faith)” bir birinden ayrılabildiği halde; Arapçada bunlar ayrılmamıştır. Eş’ariler de zamanla Mürcie’ nin görüşünü benimsemişlerdir.
Mutezile’nin bu konudaki yaklaşımı, Kur’an’a daha yakındır. Onlar, imanın içeriği konusunda “duygusal değerlilik yaşantılarını” kabul ettikleri gibi; iman ile amel arasındaki zorunlu bağı da görmüşlerdi. Ameli/ahlakı olmayanları, “el-Menziletu Beynel Menzileteyn= ne mümin; ne de kafir” olarak görmeleri bundandır. Tasdiki başaran, “Kafir” olmaktan çıkmıştır; ameli olmadığı halde ise( iman ile amel arasındaki zorunlu bağdan dolayı), “Mümin” sıfatını da kazanamamıştır. Yani Türkçe deyim ile sıfatsız, amele, “iki arada, bir derede”dir. Sünnilikte “Dolar” ve “Euro” kağıt paralarının “kimlik” bütünlüğüne gösterilen ihtimamın/itibarın(yırtık ve eksik olan paraların kabul edilmemesi) onda biri, “Mümin/Müslüman” olma kimliğine gösterilmemektedir.
5-Ontoloji(Nedensellikten Tecvize)
Doğa kanunlarının(nedenselliğin) yırtılması(harku’l-adet=hârikulade) anlamında peygamberleri desteklemek için “Mucize” gösterme geleneğini –işe yaramadığı ve sürekli sihirle karıştırıldığı için- Allah, Hz. Muhammed’de kaldırmıştır(17/59). Doğada zorunlu bir nedenselliğin olduğu sürekli vurgulanarak(takdir, mikdar, makdur); bunun, Allah’ın varlığının-kudretinin ve inayetinin bir göstergesi(ayet) olduğu ileri sürülmüştür. Mutezile ve Filozof teologlar(İbn Rüşd, Farabi, İbn Sina), doğa kanunlarının zorunluluğu ile mucize arasında bir çelişki görmeksizin(asıl bu halde mucizenin anlamlı olacağını) nedenselliği savunurken; Eş’ariler ve onların ardılları mutasavvıflar, nedenselliği(doğa kanunlarının zorunluluğunu) reddederek her şeyin, her an mümkün(caiz) olduğunu savundular(atomculuk). Bu tutum, doğanın araştırılması azmini, merakını(bilim, keşif, icat) gevşetmiş olabileceği gibi; sihir, keramet, tılsım, cincilik… gibi batıl itikat ve hurafenin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bir Türk ezgisinde dendiği gibi: “Her an her şey olabilir; bu gün bana, yarın sana.”
IV- TÜRK ANTROPOLOJİSİ-SÜNNİLİĞİ VE TASAVVUF
“Kuzey İslamı/Türk İslamı” (Güney İslamı/Arap İslamı/Selfilik’e karşıt) olarak nitelenen gövdenin mantığa ve dile gelen tarafı(Kitabî-Rasyonel Teoloji), “Hanefilik-Maturidilk” iken; ele-avuca sığmayan manevi-mitolojik boyutu da Tasavvuftur. Hanefi-Maturidiliğin, Buhara-Semerkand (Maveraunnehr)daki etkinliği ve orada Tasavvuf ile kurulan eklemlenmenin(Yesevilik), daha sonra gelip yerleştiğimiz İran, Anadolu ve Balkanlarda(Selçuklu-Osmanlı) oluşturulan sentezlerden bir hayli farklılığı vardır. İmparatorlukların merkezlerinde Eş’ari-Tasavvuf sentezi egemendi. Bir Türk aydının dediği gibi: “Arap’ın Kelamı varsa; Türk’ün de Tasavvufu vardır.” Türklerin kendi dillerinde rasyonel teoloji(Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Felsefe) üretmedikleri, yani “teolojik düşünce” aşamasına geçemedikleri -az sayıda medresede tedris ve ta’lim edilen Arapça metinleri katmıyoruz-; halk kitlelerinin çoğunlukla “mitolojik-dini düşünme” aşamasında kaldıkları açık bir gerçektir. Eski dinleri olan “Şamanizm” ile kişi kültüne(veli-baba-dede) ve menkıbeye(yatır, türbe, ziyaretgâh) dayanan “Tasavvuf” aracılığı ile Müslüman olmanın arasındaki Antropolojik ilişki, araştırılmaya değerdir. Yine Amerikalı bir tarihçinin nitelemesi ile Osmanlı, bir “Derviş Devlet”tir. Tasavvuf’un, Arapların hegemonya döneminde(Abbasiler) teşekkül ettiği halde; Türklerin hegemonya döneminde(Selçuklu-Osmanlı) kurumlaşarak(Tarikat) geliştiği bilinmektedir. Tasavvuf’un, Türklerin seciyesine uygunluğundan dolayı, onların dini-politik akıllarını ciddi düzeyde etkilediği müsellemdir. Ö.L. Barkan, Halil İnalcık, A. Y. Ocak ve M.F. Şeker’in çalışmaları, bu konuyu ele almaları açısından önemlidir. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının kurulmasında ve devamında Tasavvuf’un ve Tarikatların rolü bilinmektedir. Ancak, bu imparatorlukların yıkılmasında da bu “mitoloji-teoloji”nin rolü ciddi araştırma konusudur. Rahmetli F.Sabri Ülgener’ in çalışmaları, politik-iktisat açısından bu konuyu aydınlatmada önemli katkılar sağlamıştır. Son dönemlerde “Selefilik” ve İŞİD” gibi şiddet eğilimli dini akımların yükselmesinden dolayı, “Kuzey İslamı” ve “Türk İslamı”, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmadan, alternatif bir “teoloji” olarak savunulmaya çalışılmaktadır. Oysa bu kategorinin önemli bir ayağı-bileşeni olan(mitolojik teoloji-teosofi) Tasavvufun irdelenmesi gerekiyor. Acil ihtiyacımız olan “Hoşgörülü-Barışçıl” olmaklığı ileri sürülerek, onun taşıdığı zaaflar görmezlikten gelinemez. Kaldı ki, -Osmanlı’daki isyanları bir kenara bırakalım- son olarak “FETÖ” nün darbe girişimi, “Nakşi” kanadın/tarikatın Cumhuriyet döneminde “Cemaat” adıyla evrilmesi olan “Nurculuk”un bir uzantısı olarak bu kabulü de suya düşürmüştür. Gazzali’nin çabalarından sonra Sünniliğe eklemlenen ve o tarihten itibaren de “Şeriat” karşısında ve dinin içinde, daha doğrusu dinin üstünde “paralel” bir din muamelesi gören bu gövdenin bazı zaaflarını ortaya koymak gerekir.
1-Duygusal Bir İçerleme ve Uçuklama olarak “İnziva”
İslam toplumunun çok erken dönemde yaşamış olduğu iç savaş(Büyük Fitne) ve akabinde neredeyse “seküler” kodlara sahip olan “Emeviler”in zorla iktidara gelmesi, birçok sahabi ve samimi dindarda hayal kırıklığı yaratarak, siyasetten(ganimetten) ve dünyadan koparak inzivaya(i’tizal) çekilmeyi doğurmuştur. Peygamber döneminde bu tip azınlık gurupların girişimini, Hz. Muhammed’in azarlayarak reddettiğini biliyoruz. “Suffe Ashabı”, iddia edildiği gibi Tasavvuf’un başlangıcı değildir; onlar, sahiden yoksul kimselerdi. Sonradan da dağılmıştır. Mistik tip, bir insanlık dini modu olarak evrenseldir. Ancak bireysel olarak kalması evladır. Onun örgütlenerek(Tarikat) ortadoksi halinde kitleselleşmesi, kitleleri felç edebileceği gibi; ana öğretiyi/teolojiyi de tahrip eder. İslam dünyasında olan biraz budur. Bu öğretinin “Din” haline gelmesi “Hinduizm”dir: Ganjın, ineğin, farelerin, martıların… tanrısallaşması; kavramdan-fizikten kopma; sanrıların cenneti; ruhun şiirsel/coşkusal, başıboş rüya görmesi…
2- “Duygu/Maneviyat(Merhamet-Sevgi)” Boyutunun Doldurulması(İslam’daki Hırıstiyanlık)
Hristiyanlığın, Yahudilikteki dünyevilik, sertlik ve lafızcılık’a aksülamel olarak merhamet, sevgi ve maneviyat olarak doğduğu bilinmektedir. “Ruhbanlığı”, daha sonra ‘bidat’ olarak icat ettiler(57/27). İslam da, 610 ila 632 yılları arasında Mekke’deki ilk on yılı “soğuk savaş”; takip eden Medine dönemindeki on üç yılı “sıcak savaş”; ondan sonraki yüz yılı “iç savaş”; ve devam eden tarihler ise “Fütühat” olarak “dış savaş” halinde geçmiştir. Müşrik Araplar ve Yahudilerin sebebiyet verdiği bu “sürekli savaş” durumu, Kur’an’da ahlaki değer olarak sadece “adalet”in tecelli etmesini doğurmuştur. Dinin merhamet ve sevgi değerlerini -bir anlamda zorunlu olarak- açıkta bırakmıştır. İnsani ilişkilerde/yatay olarak “sevgi”den bahsedilmediği gibi; “merhamet” de bir kez tavsiye edilir(90/17).
Diğer taraftan, düşünce, duygu ve davranıştan oluşan dinsel akt, erken dönemde, koşulların zorlaması ile “düşünce” boyutunun Muteziile aracılığı ile “Kelam” disiplininde kuru bir akılcılık(cedel); yine tarihsel koşulların zorlaması ile “davranış” boyutunun “Fıkıh”ta -ahlaktan koparak- kılı kırk yaran zahir/şekilcilik olarak tezahür etmesini doğurarak, dinin“duygu” boyutunun açıkta kalmasını intaç etmiştir. Dolaysıyla “Tasavvuf”, bu boyutun, genetiği dışardan(mistisizm), yani İslam’ın yayıldığı coğrafyadan(Hinduizm, Maniheizm, Yeni-Platonculuk, Hermetizm) gelerek doldurmasıdır. Tıpkı “meyve kurdu” gibi. Meyve kurdunun genetiği, meyve ile aynı değildir; fakat, beslenmesini meyveden yapar. Merhum M.A. Cabiri, çalışmalarında bu eklemlenmenin hangi şehirlerde, hangi eserler ve hangi kişiler aracılığı ile gerçekleştiğini detaylı bir şekilde ortaya koymuştur. Kitleler, Kur’an’a yaklaşamazken, Hadislerle birlikte Gazzali’nin “İhyau’l-Ulumiddin”i ve Mevlana’nın “Mesnevi”sini, Yunus’un ve Hacı Bektaş‘ın “Divan”ını severek okumuştur. Kur’an, daha ziyade Namazda ve törenlerde tapınım/ritüel/ibadet aracı olarak “anlamadan” okunmuştur. Daha önce yazmış olduğum gibi, bu duygu boyutunu ikame etmenin “Tasavvuf” dışında Hz. Ali, Hasan-ı Basri, Muhasibi, İzz b. Abdusselam, Rağıb İsfahani, Amr b. Ubeyd, Ebu Duad… gibi “aklı başında” ama aynı zamanda “maneviyat” sahibi, “muttaki” zayıf bir damarı vardır. İbn Haldun’un “Şifau’s-Sail”de bu damarı, “Takva ve İstikamet” adı ile Tasavvufun “ilk aşaması” olarak nitelemesi yanlıştır. Bu damar, organik olarak İslam’a aittir; geliştirilebilirdi.
3-Dünya ile Bağların Gevşetilmesi/Züht
Kur’an, İnsanın dünya nimetleri ve içgüdüler ile bağının nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu bağ, genel hatları ile olumludur. Tuğyan ve israf, yasaklanmıştır. Oysa Tasavvuf, bu bağı Hinduizm ve Yeni Platonculukta olduğu gibi gevşeterek, içgüdülere(nefse) kök söktürerek/öldürerek(fena) dünyadan(nimetlerden-içgüdülerden) uzaklaşmayı, züht’ü, inziva’yı, uzlet’i salık vermiştir. Kur’an’ın odak ahlaki kavramı olan “Takva”, “Züht” ile yer değiştirmiştir; oysa züht, Kur’an’da olumlu ahlaki bir kavram değildir(12/20). Kur’an’ın ahlaki kavramları dünyanın içinde, ona dalarak, onu ıslah etmek yönündedir(Amel-i Salih/Cihat). Kur’an’da olmayan “Ruh-Beden” ayrımı yapılarak, ruhun lehine ve bedenin aleyhine dinsel-ahlaki bir söylem/propaganda geliştirilmiştir.
4-Kur’an’ın “Ahlak” Davasının “Ontoloji”ye Dönüştürülmesi(Vahdet-i Vücut)
Kur’an, baştan sona kadar iman-küfür, adalet-zulum, dünya-ahiret, hizbullah-hizbuşşeytan, hakk-batıl… şeklinde bir ahlak, sorumluluk, özgürlük ve denenme davasıdır. Oysa geç dönemlerde İbn Arabi ve Muakkiplerinin geliştirdikleri “Vahdet-i vücut” teorisi, bu davayı bir “ontoloji” davasına çevirerek, Kur’an’daki kavram çiftleri arasındaki uçurumu ortadan kaldırır. Olup biten her şey, onun “tekvini” iradesinin tecellisidir. Fazlurrahman’ın dediği gibi, Eş’arilikteki iradi/ahlaki cebir/kader(zorunluluk) burada ontolojik cebre dönüşmüştür. İbn Teymiyye ve İbn Haldun’un bu teoriye yaptığı saldırılar, bu teorinin Arap coğrafyasında itibar görmesini büyük ölçüde engellediği halde; Türk-İran coğrafyasında hayli ilgi görmüştür(Mevlana, Konevi, Yunus Emre, Davut el-Kayseri, Niyazi Mısri…) Hazret, Araplar tarafından “Şeyhu’l-Ekfer” olarak nitelenirken; Türkler tarafından “Şeyhu’l-Ekber” olarak nitelenmiştir.
5-Mantık ve Gramerden/Dilden Kopuş(Batın-İlham):
Kur’an, bütünüyle “din” davasını Arap dilinin gramer kuralları ve bilinen edebi sanatları(Belağat) içinde akla, mantığa ve sağduyuya dayanarak inşa eder. Anlaşılır olmak(fasih, mübin, beliğ), en temel vasfıdır. Beyan ilimleri(Sarf-Nahiv, Tefsir-Hadis, Fıkıh, Kelam) bu çerçevede Kur’an’ı anlamaya çalışmışlardır. Oysa Tasavvuf, bütün bu çabayı “kabuk”, “ zahir” olarak niteleyip, metnin altına ve arkasına mevhum bir “öz” ve “batın” ekleyip, ilham yolu ile bunları sadece kendilerinin keşfettiklerini iddia etmişlerdir(İş’ari Tefsir). Karınlarından konuştukları halde, manaları direkt Allahtan aldıklarını iddia etmişlerdir. “Bana yazdırıldı” söyleminin sebebi budur. Kadı Abdulcabbar’ın dediği gibi, Kur’an’ın zahiri(gramatik-mantıki) anlamının ötesinde bir de “Batınî” anlamın olduğunu iddia etmek, Allah’ın Araplara anlamadıkları bir dilde hitap etmiş olduğunu iddia etmekle eş anlamlıdır.
V-ARAP ANTROPOLOJİSİ-SÜNNİLİĞİ VE SELEFİLİK
Genel olarak, “Rey Ehli”nin Arap olmayan “mevali”den oluştuğu halde; “Hadis/Eser/Rivayet/Sünnet ehli”nin Araplardan oluştuğu bilinmektedir. “Ehl-i Sünnet-i Hasse= Öz Ehlisünnet” olarak isimlendirilen ve daha sonraları “Selefiyye” olarak anılan gurubun münhasıran Araplardan oluştuğu da bilinmektedir. Din ile kültür ve ruh-akıl arasındaki Yapısalcı tezi göz önünde bulundurursak, bu anlaşılır bir şeydir. Bu gurubun din algısı, Haricilerin uzantısı olarak “din”in sadece Kur’an ve Hadislerden oluştuğu ve insan düşüncesinin asla dini metinleri yorumlayamayacağı kabulüdür. Yani dini metinler(Kur’an ve Hadisler), lafzî-literal olarak anlaşılmak zorundadır. Orta dönemlerde İbn Teymiyye ve Zahirilik mezhebi, bu yorumun devamı idi. 19. Yüzyılda Arabistan’da ortaya çıkan “Vahhabilik” bu yorumun yeni bir versiyonu idi. Şimdilerde ortaya çıkan “İŞİD” de bu yorumun çağdaş versiyonudur. Bu yorumdaki “sertlik” ile -sertleşmede Batı ve İsrail’in yarattığı kolonyalist baskının payını görerek- Arapların çöl şartlarında yaşıyor olmaktan kaynaklanan şiddete eğilimli olma arasında nedensel bir ilişki var gibi görünüyor. Diğer türlü, Endonezya ve Malezyalı Müslümanların burunlarının dibindeki “Avusturalya” kıtasını “Feth” etmemelerini anlayamayız.
VI-SONUÇ:
Eğer bütün bu söylediklerimizde bir anlam varsa, oturup “Sünnilik” dediğimiz teolojik(insan yapımı)kategoriyi, yeniden tartışıp yenilemeliyiz. “Sünni Aksı koruyalım” diye ezbere konuşmanın bir faydası yoktur. Son musibet, bin nasihatten evla olarak bu sonucu intaç etmeyecek ise, ne musibet tükenir, ne de nasihat. Sünniliğin, İslam toplumlarında neden Modern Seküler Batı Uygarlığının meydan okumasına zamanında karşı bir “Challenge” yaratamadığını düşünmek istiyorsak, insan yapımı bu teolojik kategoriyi irdelemek, sökmek ve yeniden yapmak zorundayız.
http://www.islamianaliz.com/yazi/sunniligin-yapisokumune-giris-3397