1- DİNDE “TEMSİL” İDDİASI
Temsil birinin, bir şeyin veya bir topluluğun adına davranmak; onun yerine geçmek; onun adına konuşmak, ona vekâlet etmektir. “El vekil, kel asıl=Vekil, asıl gibidir” sözü, bu gerçeği ifade eder. Yahudilikte Hahamlar, Hristiyanlıkta Rahipler (papaz, piskopos, keşiş, kıssis, aziz… vs), yani “din adamları”, kendilerini, dinin ve Tanrı’nın temsilcisi olarak görmüşlerdir. Yahudilikte bir de “Din Âlimleri (Ulema-u beni İsrail-Rasihune fil’l-İlm)” vardı. Kur’an, bunları, din konusunda “temsilci” olarak değil; otorite olarak tanır (26/197, 3/7). Kur’an’da Müslümanlardan böyle bir grubun oluşması tavsiye edilmiştir (9/122) ve tarihi süreç içinde de oluşmuştur. (Mütekellim, Fakih, Muhaddis, Müfessir). Bunlar, dini metinleri (Kur’an-Hadis) dil ve mantık kurallarına göre tefsir-te’vil eder ve yorumlar (İçtihat-İstihsan-Kıyas…). Yorumlarının sıhhati, delillerinin gücüne ve ikna kabiliyetine dayanır ve mutlak değildir. Bundan dolayı, klasik ulema sözünü bitirdikten sonra: “Allah, en doğrusunu-kendi muradını daha iyi bilir” diye bitirir. İslam toplumlarında geç dönemde oluşan “Medrese” ve “İlmiye” kurumları bu ilmi otoriteyi temsil eder. Medresenin “otoritesi” ile Tekkenin/Tarikatın ve Saltanatın “temsil” iddiaları, tarih boyunca gerilimli bir şekilde sürmüştür. Ulema, -siyasi iradeden bağımsız oldukları oranda- “şeriatın koruyucuları” olarak anılmıştır.
İlahi din, mutlak hakikati ve Tanrı’yı temsil ettiği için; fani bir insan, bunu “temsil” edemez. Nitekim peygamberler bile -fani/insan olmaları hasebi ile-, ilahi dini hakikatin mutlak temsilcileri değildirler. Hata yapmışlardır ve düzeltilmişlerdir. Onlar, mü’minler için “örnek” tirler (33/21, 60/4, 6). Allah, onları dinde açık-şeffaf, ilmi-nisbi/vicdani otoriteler yapmıştır; ulema da böyledir. Alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır (el-ulemau, veresetu’l-enbiya). Tarihi süreç içerisinde Şiilikte ve Sünnilikteki Tasavvufta Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu gibi “temsil” iddiasında bulunan bir “din adamları” sınıfı türemiştir. Şiilikteki İmam, Mehdi, Ayetullah, Huccetullah Seyyid bu gruptandır. Tasavvuftaki Şeyh, Veli-Evliya, Abdal, Gavs, Kutup, Mehdi, Ricalu’l-Gayb vs. yine bu gruptandır. Bunlar, mutlak dini hakikati ve Allah’ı “temsil” iddiasındadırlar. Nitekim aynı zamanda bir sufi olan Gazzali’ye “Huccetu’l-İslam” lakabı takılmıştır. Yani söyledikleri, mutlak hakikati temsil eder. Hangi dinde olursa olsun, bu iddianın yanlışlığının temeli, böyle bir yetkinin Allah tarafından insanlara verilmemesinin yanında; bunların, dini istismar etmeleri ihtimali ve müminlerin iradesini-vicdanını iğfal ederek akıllarını başlarından alıp onları felç etmeleri durumudur. Kur’an, Yahudilikteki hahamları ve Hristiyanlıktaki ruhbanları, bu suçlarından dolayı şiddetle eleştirmiştir (9/34). Bu dinlerin mensupları da, bu adamları ilahlaştırmalarından (Rab edinme) dolayı yine şiddetle eleştirilmişlerdir (9/31).
2-TÜRKİYE’DE ‘DİNİ OTORİTE’ SORUNU
Türkiye’ye gelecek olursak, Cumhuriyet devrimleri, -Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Medreseyi -çöktüğü gerekçesi ile- ortadan kaldırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, din konusunda ibadet yerlerini ve ibadet hizmetlerini yürütmek için siyasi otoriteye bağlı “bürokratik” bir kurum olarak kuruldu. Dini otorite, böylece boşta kalmış oldu. Tarikatlar, yeraltına çekilerek kendilerince dini temsil etmeye çalıştılar. Daha sonra yine bazı “Cemaat”ler (Nurculuk-Süleymancılık), bu iddia ile ortaya çıktı. Yetmişli yıllardan sonra siyasal düzlemde ise “Milli (dini) Görüş” hareketi, -aleni olarak iddia etmese de- bu gaye ile ortaya çıktı. Yani Türkiye’de dini otorite Tarikatlar, Cemaatler ve siyasal partiler tarafından deruhte edilmeye başladı. Hâlâ da böyle devam etmektedir. İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet, vicdanı hür-irfanı hür müntesipleri ile (geçici) siyasal iradeden bağımsız ve fakat devlete bağlı kurumlar olarak görevlerini hakkı ile deruhte edememektedirler.
Diyanet, bir taraftan bürokratik bir kurum olması; diğer taraftan, seküler devlete bağlı olması hasebi ile muhafazakâr kitleler tarafından fazla itibar görmedi. 1949 yılında Ankara’da kurulan İlahiyat Fakültesi ise, hocalarının ekseriyetinin kuruluş aşamasında felsefe ve sosyal bilim menşeli olmaları ve “aydın din adamı” yetiştirme misyonu ile kurulmuş olması gerekçesiyle muhafazakâr kitle tarafından kendine şaşı bakılmıştır. Söz konusu fakültenin programları sonradan gelişmiş ve düzeltilmiş; hocaları da din bilimlerine vâkıf hale gelmiş olsa da; muhafazakârların bir kısmında henüz negatif imajını düzeltip, tam ilmi otorite haline gelememiştir. Altmışların sonlarından itibaren kurulan “İslam Enstitüleri”, muhafazakâr kitle tarafından daha itibarlı addedilmiştir. Onlar da 1980 ihtilalinden sonra İlahiyat Fakültesine dönüştürülmüştür. İki binlerden itibaren tedrici olarak İlahiyat fakültelerinin sayısı 100’e çıkarılmış olsa da; henüz Türkiye’de Medreseden/Ulemadan doğan boşluğun yerini İlmi otorite olarak doldurmuş değildir. Muhafazakâr kesimlerde medreselere duyulan özlemden dolayı, şimdilerde sayıları oldukça fazla yeni medreseler açılmaktadır. Buralarda klasik bazı kaynaklar –herhangi bir yorum yapılmadan- olduğu gibi talim, tahsil ve tedris edilmektedir.
Türkiye sağlık sorununu çözüp bu konuda bilimsel otoriteyi tıp fakültelerine, sağlık hizmetlerini de hastahaneler, dispanserler, sağlık ocaklarına tevdi etmiş olduğu halde; din konusunda-sorununda aynı performansı gösterememiştir. Oysa din alanında da ilmi otorite İlahiyat fakültelerine; dini hizmet otoritesi de Diyanet teşkilatında olması gerekir. Sağlık alanında çıkıkçı-kırıkçı-sınıkçı-fıtıkçı-nuskacı-cinciler, ebe teyzeler ve pense ile diş çekenler ortadan büyük ölçüde kalktığı halde; din konusunda -ilmi otorite tesis edilemediği için- ortalık şeyh, hoca efendi, veli, mürşit, mehdi, gavs, kutup vs. den geçilmiyor. Bunlardan bir tanesi (Fethullah hoca efendi-müntesiplerince Mehdi), 15 Temmuz’da az kalsın Türkiye’yi çökertiyordu. Popüler bir tarikatın popüler bir şeyhi (Cübbeli Ahmet), Diyanet İşleri Başkanı’na ayar vermeye çalıştığı gibi; İlahiyat Fakültesindeki hocaların -görüşlerinden dolayı- görevlerinden alınması için müritlerine sosyal medyada imza kampanyası yaptırabiliyor. Cemaatler ve Tarikatların tarihsel ve sosyolojik gerçekliklerini kabul etsek de hâlen ulu orta kol gezmelerini anlayamayız. Sayıları henüz bilinmeyen binlerce çocuk, ilkokul yaşına gelmeden bu yapıların elinde “din eğitimi”ne tabi tutulmaktadır. Siyasi irade, daima -oy deposu olmaları hasebi ile- onların sırtlarını sıvazlamaktadır. Siyasi ve sivil dinsel oluşumların dinsel “temsil” iddiasında olmaktan zorunlu (teolojik) olarak çıkarılması gerekiyor. Osmanlı’da olduğu gibi, tarikatların ve cemaatlerin devletin hukuki kontrolünde -şeffaf-denetlenebilir- olması gerekir. Hakikati “temsil” iddiasının bir adım ötesi, terör ve şiddettir. Bilindiği gibi, FETÖ, kendilerinin tebliğ değil; “temsil” makamında olduklarına inanıyorlardı. Yani dünyanın değişik yerlerindeki okullarda görev yapan öğretmenler (“Kardelenler”) kendilerini İslam’ın “temsilcisi” olarak görüyorlardı. Oysa siyasette (ümera) dini otorite, Kur’an’da emanet, şura, ehliyet ve adalet ilkelerine bağlı/koşullu olarak (4/58, 42/38) halka bırakılmıştır. Siyasi irade, otoritesini, oy/sandık/seçim yolu ile halktan alır ve halka karşı yaptıklarından sorumludur. Bizim siyasal tarihimiz, kendini “zıllullahi filard=Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” olarak Allah’ın “temsilcisi” sanan halife ve sultanlar tarihidir.
Sağlık konusunda herkesin hasta olmama-sağlığını koruma ve hasta olduğunda doktora gitme sorumluluğu olduğu gibi (koruyucu hekimlik-halk sağlığı); din konusunda da herkesin temel dini hakikatleri düşünerek veya okuyarak-araştırarak bilmek; içinden çıkamadığı konularda da, ilmi otoritesine itibar ettiği âlimlerden “fetva” sormak sorumluluğu vardır. Bunu başarmak da, halkın, bireylerin kendi vicdanına ve irfanına kalmıştır. Bu sorumluluğu, vatandaşlarına kazandıramamış olmak da, yöneticilerin, düşünürlerin, âlimlerin, aydınların günahıdır. Kızı serbest bıraktığında davulcuya veya zurnacıya kaçıyorsa, demokrasilerde bunun çaresi yoktur.