Cemaat, FETÖ olmadan önce kırk yıl boyunca ülkemizin seküler kesimleri, muhafazakârları ve ABD tarafından ortak “iyi” olarak görülmüş ve palazlandırılmıştır. Nedir bu ortak “iyi”ler? Sekülerler tarafından politik olmayan “sivil toplum”(cemaat) olarak ülkenin dış dünyada temsili olarak görülmüştür (okullar, Türkçe olimpiyatlar, istiklal marşı vs.). Muhafazakârlar tarafından, mevcut vesayet rejiminin altını oyucu (Kumpas), paralel politik-ideolojik partner olarak algılanmıştır. Radikal İslamcılar, Cemaatı rejimin pilini bitiren bir aygıt olarak görmüştür. ABD tarafından ise, okullar aracılığı ve “Moderate İslam” söylemi ile İslam dünyasındaki “Radikal İslam”a karşı politik bir aparat/aygıt olarak görülmüştür. Buradaki temel ahlaki sorun, bir örgütün üç ayrı kesim tarafından “ortak iyi” olarak görülmesidir.
Kırk yılın sonunda zuhur eden “iktidar” anlaşmazlığı yüzünden çatışma çıktı. ABD ve FETÖ, bir tarafta kaldı; sekülerler ve muhafazakârlar “vatan-millet-demokrasi”yi yeniden/derinden keşfederek başka bir tarafta kaldılar. Bu kırk yıllık simbiyoz birliktelik, o örgütün bukalemunluğu kadar; bu kesimlerin “kendi (Türk-Müslüman-Millet)” olma bilinçlerindeki ahlaki muğlaklıktan dolayı da biraz böyledir. Diğer türlü, kırk yıl boyunca büyük bir uyumla dördü (ABD, Cemaat, Sekülerler, Muhafazakârlar) bir yerde durmayı nasıl açıklayabiliriz? Cemaatın kırk yıl boyunca ABD ile kuzu sarması olması ve milletin parasını-çocuklarını ABD’nin hizmetine küresel düzeyde vermesini, kamu kurumlarına hakkaniyetsiz(soru çalarak) sızmasını görememe körlüğünü nasıl açıklayacağız? 17-25 Aralık politik darbe teşebbüsünden önceki “beraberliği” makul-mantıklı(ahlaki) olarak izah eden bir açıklama şimdiye kadar yapılamadı. En ünlü açıklama şekli “Kandırılma” oldu. “Kandırılma”, sadece bilinçteki bir kapalılığı-aymazlığı/körlüğü değil; derininde “Kim” olduğuna dair ahlaki-kişisel/kimliksel bir zaafı da ifade eder.
Bu örgütün, “Derviş Devlet” olan Osmanlı’dan (Nakşilik-Halidiyye-Nurculuk) gelen “Tasavvuf-Tarikat” koduna sahip “zahit-çileci” Türk İslamı’nın dejenere olmuş modern bir versiyonu olduğunu herkes bilir. Nakşiliğin, İbn Arabi’nin “Vahdet-i Vücut” teorisini “en ince-yüce” bir mertebe/makam olarak içselleştirdiği de bilinir. Vahdet-i vücut teorisi, Mevlana, Konevi, Davut el-Kayseri, Niyazi Mısri ve Yunus Emre… üzerinden Osmanlı’da etkinliğini sürdürmüştür (“Sarayda pilav yendi; Mesnevi okundu.”).
Cemaat’ın, ABD-Hrıstıyanlık(diyalog) ile –ideolojik-teolojik bağlamda- kolay ilişkiye girebilmesini, bu “Onto-Teoloji(varlığın-insanlığın birliği)” ışığında anlamak gerekir. Rahmetli iktisat tarihçimiz Sabri F.Ülgener ise, Osmanlı imparatorluğunun iktisaden çökmesinde/çözülmesinde bu “zahit-çileci” insan-kültür tipinin, dünya ile kurulan zayıflatılmış mesafe bilincinin oynadığı rolü vukufiyyetle ortaya koymuştur.(Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı. İst. 1981)
Aşağıda Nietzsche”nin Mistik hareketlerle aynı özden olan Hrıstıyanlıkta-Budizmde-Hinduizmdeki bu benzer dinsel tipolojiye yaptığı derin psiko-analizleri iktibas edeceğim. Görüleceği gibi, ortak paydalar hayli fazladır. Nietzsch’ye göre Romalı, Arap, Alman, Japon, Yunan, İskandinav Vikinglerinden oluşan(Ahlakın Soykütüğü. Çev: A.İnam.İst.2017 s.55) halklar, -bu tipolojinin karşıtı olarak- şövelya aristokrasisinin değer yargıları olan güçlü bir bedene sahip olma, canlı, zengin, coşku dolu, sağlıklı, savaşçı, serüvenci, avcı, dansçı(halk oyunları), sağlam, özgür, sevinçli… eylemlere maliktirler(Ahlakın soykütüğü,47). Kanaatime göre “Asker-Millet(Barbaros)” olan Türkler de böyleydi. Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra bu tabiatlarına “Nizam-ı Alem-İ’la-i Kelimetullah” gibi yeni metafizik bir boyut kattılar(Alp-eren). Topkapı Sarayı, bu yeni ruhun nezahet-nezaket-tevazu ve metanetini simgeler. 15 Temmuz Darbe girişiminde ortaya konan direniş-kahramanlık ve cesaret, bu ruhun henüz ölmediğinin de bir göstergesidir. Bu analizler, Osmanlının sonlarına doğru Türklerin giderek hastalanması ve sakatlanmasının bir ifadesi/hikâyesi olarak görülebilir. Zahit-Çileci(Mistik) ruhun/tipin evrensel karakteri/psikolojisi, onun yerel/dinsel(İslam) boyaya boyanmış(Tasavvuf) karakterini aşar.
“…Bunlara bir de insanı aşırı uyuşturan, aşırı arınmış kılan, tümüyle duyuların düşmanı Rahip metafiziğini, Fakirler ve Brahmanların yaptığı gibi kendi kendini hipnotize edişlerini katın. Son olarak yalnızca bir kavram olan bütün bunlara aşırı doymuşluğu, hiçliği(Tanrı ile birleşmeyi=Fenafillah/Vahdet- vücut) katın. Rahipler ile her şey daha tehlikeli oluyor. Yalnızca tedaviler ve çareler değil; bir de kibir, hınç, sivri dillilik, zevk-ü sefa, aşk, yönetme tutkusu, erdem, hastalık…”(Ahlakın soykütüğü,47).
“Çileci ahlakta tümüyle zıt bir ahlak çıkıyor karşımıza; güçsüzlerin, ezilmişlerin, zehirli düşmanca duyguları azan insanlar düzeyinde; özünde uyuşma, sersemleme, rahat, huzur, “Şabbat”, gerginliğin gevşemesi, kol ve bacakların gevşemesi, kısaca edilgin bir mutluluk. Soylu insan, kendine güvenerek açık bir şekilde yaşarken; hınç duygusunun insanı ne gönlü açık, ne de çocuksu, dürüst ve yapmacıksızdır kendisine karşı. Ruhu şaşı bakar; ruhu saklı yerleri, gizli yolları, arka kapıları sever. Örtülmüş her şey onu çeker: örtülü dünyası, örtülü güvenliği, örtülü ferahlığı. Nasıl sessiz kalınacağını, unutmayacağını, bekleyebileceğini(40 yıl.İG), geçici olarak kendini küçültmeyi(“Kıtmir” edebiyatı.İG), alçak gönüllü olmayı bilir. Böyle hınç duygusu olan insanlardan oluşmuş bir ırk(cemaat), sonunda herhangi bir soylu ırktan daha kurnaz olur. Bu kurnazlığı da farklı bir şekilde onurlandırır. Yani soylu insanlarda “kurnazlık”, kolayca zarif bir lüks çeşnisi ve incelmişlik kazanırken; onlarda birinci derecede var olmak koşulu olarak kalır.”(Ahlakın soykütüğü,53)
“Çileci yaşam bir çelişkidir. Burada eşi bulunmaz bir hınç duygusu, yalnız yaşamdaki bir şeyin değil de; yaşamın kendisinin, en derin, en güçlü, en temel koşullarının efendisi olmak isteyen doyumsuz bir içgüdü, güç isteği egemendir. Burada kuvvet kaynağını kurutmak için, kuvvet kullanma çabası vardır. Burada fizyolojik olarak gelişip yayılmaya karşı kötü niyetli bir bakış vardır. Özellikle fizyolojik gelişmenin ifadesine, güzelliğine ve sevincine karşı. Bozuk oluşumlardan, çarpıklıklardan, acıdan, şanssızlıklardan, çirkinliklerden, gönüllü yoksunluklardan, kendini yok etmekten, kendine eziyet etmekten, kendini feda etmekten tat alıp bunların peşinde koşmak…Bütün bunlar, son derece paradoksaldır…”(Ahlakın Soukütüğü,137)
Bir analiz de –toprağı bol olsun- Marxtan: “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullarda değil. Doğrudan karşılaşılan ve geçmişten verilip aktarılan koşullarda yaparlar bunu. Bütün ölmüş kuşakların gelenekleri, yaşayanların beyinlerin bir kâbus gibi çöker. Ve onlar, tam da kendilerini ve her şeyi devrimcileştirmekle, o ana kadar hiç var olmamış bir şey yaratmakla meşgul gibi göründüklerinde; işte tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişeyle geçmişin ruhlarını kendi hizmetlerine çağırırlar. Onların adlarını, savaş naralarını ve kıyafetlerini(Fetullahın kıyafetine dikkat!) ödünç alırlar ve böylece dünya tarihinin yeni sahnesini eskiliğinden ötürü hürmet edilen bu kılıkla ve bu ödünç alınmış dilde sunarlar. Nitekim Luter, havari Pavlus’un maskesini takmıştı.(Fetö de Mehdini-sahabenin.İG)” (Aktaran: K.Karatani, Transkritik (Kant ve Marx). Çev: Erkan Ünal. İst. 2017, s 187)