Başkan-Saray-Bürokrasi “Teslis”i

İmparator, Kral, Firavun, Melik, Sultan, Padişah, Hükümdar ve Hakan veya bunlarla dolayımlanan “Devlet”, insanlık tarihinde uzun süre “Tanrılık” veya onun yeryüzündeki “gölgesi “olarak algılandı; “Tanrılık” rolü oynadı. Örneğin: Hegel, devleti, Tanrı’nın (Tinin/Geist) yeryüzündeki tecessümü olarak gördü. Abbasi ve Osmanlı Halifeleri, kendilerini “Zıllullah” olarak gördüler. Firavunlardan biri: “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (79/24) dedi.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında “zor” la değil, “seçim” ile gelen diktatörlükler/krallıklar (Duverger) kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ve Amerika’da “Demokrasi” ve “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkeleri, Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Anayasal Demokrasi gelişti. Liberal Teori, devletin kutsiyetini ve büyüklüğünü eleştirdi. “Gece Bekçisi/Minimal Devlet” fikri ortaya atıldı. Devlet, ortak akıl ile kurulan kurum, kural ve hukuki yapıların toplamı olarak kamu maslahatını (güvenlik-gönenç) temin eden ve herkesi “temsil” eden şeffaf, denetlenebilir bir yapıya dönüştürüldü. Adaleti temin ettiği sürece böyle bir devlet, Tanrı’nın “Rahmaniyet”inin tecellisi olarak görülebilir. Kur’an, “Şura” ilkesi ile böyle bir devlete kapı açmıştı; Müslümanlar, buna iltifat etmeyerek, çağın ruhuna kolayca teslim oldular.

Ancak, geleneksel dinsel kültürün (kutsiyet) ve kişi kültünün (karizma) egemen olduğu Doğu ve İslam toplumlarında bu gelişmeler olmadı. Devlet, hâlâ olabildiğine büyük ve totaliter olduğu gibi; karizmatik bir lider (kişi kültü) ile de kolayca dolayımlanabiliyor. Lider, bazı toplumlarda zorla (devrim, ihtilal, darbe) işbaşına gelirken; bazı toplumlarda da seçim ile yetkilendirilebiliyor. Kitleler, sorumluluk üstlenerek kallavi sorunlarının çözümünü ortak akıl, kural ve kurum yerine bir kişiye havale etme tembelliğini, sorumsuzluğunu gösterebiliyorlar.

Osmanlı’nın yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, zorla/devrimle bir Tek Parti ve Tek-Adam devleti olarak “Cumhuriyet” formunda kuruldu. İki “parti” kuruldu ve “karşı devrim” korkusu ile hemen kapatıldı. 1950’lerden sonra demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin vesayetinde ve darbelerle 2000’li yıllara geldik. 2000’li yılların başında kurulan AK Parti, demokrasiyi daha da geliştirme iddiası ile işbaşına geldi. İlk 10 yılda da, bu yönde ciddi adımlar atıldı. Bu süreç içinde The Cemaat ile -muhafazakârlık ortak paydasında- iş birliğine girerek legal-illegal yöntemlerle “Askeri Vesayeti” gerilettiler. Daha sonra, kendi aralarında iktidar çatışması (15-Temmuz) yaşayarak Cemaat, “FETÖ” olarak diskalifiye edildi. Bundan sonra, “Başkanlık” sistemine geçildi. Bu süreç içinde R.T. Erdoğan da partiyi tümden ele geçirerek karizmasını/liderliğini pekiştirdi.

Böylece Başkan, Saray (danışmanlar) ve Bürokrasi arasında “Teslis”e benzer bir durum/yapı oluşturuldu. Teslis’de ‘Baba’yı sayın Erdoğan; ‘Kutsal Ruh’u Saray danışmanları (Karadenizlilik); ‘Oğul’u da Bürokrasi temsil etmektedir. Seçilmiş olmak, Baba’ya geleneksel “Hilafet-Saltanat” genetiğinden gelen, kurum ve kuralların ötesinde mutlak bir güç kullanma meşruiyeti vermektedir. Çünkü, sayın Erdoğan, mevcut Anayasa’yı -daha gerilere gitmeyelim- 1980 darbesini yapan darbecilerin işi ve (zımnen) gayrimeşru olarak gördüğü için, İslam’ı/hakikati temsil zannı/iddiası ile kendini, mevcut kurumsal-hukuki yapıya uymakla mükellef görmüyor. Herkesin ağzına pelesenk olan “Hukuk Bitti” olgusunun arkasında yatan gerçek budur. Bu sürece eşlik eden iktisadi “Sermaye Transferi” veya -uzun süreden beri kılıcı düştüğü için- içe dönük “Fetih ve Ganimet” mevzusuna girmek istemiyorum, bu ayrı bir mevzu.

Saray danışmanlarının, ‘Baba’dan aldıkları yetki ile -çoğu durumda ‘Baba’nın haberi olmadan- Cahiliye dönemindeki putların “şefaat” yetkisine (10/18) benzer bir yetki kullanarak yapmadıkları “iş” olmadığı gibi; emretmedikleri, sözlerini geçirmedikleri kimse ve açmadıkları kapı da yoktur. ‘Oğul’ rolündeki Bürokrasiye gelecek olursak, onlar da Baba’nın görevlendirdiği/atadığı kişiler olarak, Baba’yı “olduğu gibi” taklit etmektedirler. Oğul’un bedeninin tecessüm etmiş hali olarak “Kilise”nin (Bürokratik Oligarşi), inananlara -ve inanmayanlara- neler ettiğini herkes biliyor. “Hal, sâridir” ve “Kır atın yanında duran ya suyundan alır ya da tüyünden alır” atasözlerinde olduğu gibi; kendi altlarına karşı istediklerini yapmaktadırlar. Kilisede kişi narsisizmi ile Tanrı (Baba) rızasının nasıl mezcedildiği bilinmektedir.

Hasılı, görünürde kurumlar, kurallar, hukuk var; ancak pratikte bunların etrafından dolanılıyor, bunlar görmezlikten geliniyor veya iplenmiyor. Halk, “Devlet”e karşı olan güveni (iman) zayıfladığı için, çoğu durumlarda kendi başının çaresine bakıyor. Her gün televizyon haberlerine yansıyan sokak çatışmaları, trafik magandalıkları, kadın cinayetleri…bu durumun bazı semptomlarıdır. Örneğin, Ankara’da, Kızılay’ın göbeğinde artık kimse trafik ışıklarına uymuyor; fırsatını bulan, hemen karşıya geçiyor. Trafik kurallarına riayet, bir toplumun hukuka olan saygısını ele veren iyi/tipik bir göstergedir. Bu durum, “Balık baştan kokar” sözünün topluma yansımasıdır. Türkiye’de hukuk ve kamuya ait hazinenin tasarrufu, Hükümdar’ın tasarrufundan ibarettir.

Çözüm, Allah’ın önerdiği; Batı’nın, uzun süren iç savaşların sonucu tecrübe ile geliştirdiği şeffaf, kutsal olmayan, maslahata, ehliyete-liyakate mebni, ortak aklın ürünü kurum, kural ve hukuk ile dolayımlanmış bir devlet oluşturmaktır. Liberal filozofların dediği gibi, “Devlet” bağlamında: “Güç, tefessüh eder; mutlak/kutsal güç, mutlak tefessüh eder.” Kur’an’da Allahlığın bile “meşruiyeti” kendi koyduğu ahlaki kurallara uymak zorunluluğundan geldiği halde (Sünnetullah); salt güce dayalı ve başına buyrukluk/mutlaklık, matah bir şey değildir. Hele siyasette hiç değildir.

Vicdanı Dumura Uğratan Din ve Tanrı Tasavvurları

Kur’an’a göre dinin özü, insanın hayrete düşerek iç içe olan Güneş sistemi, Ekosistem ve İnsanın birer lütuf olduğunu idrâk ederek, bu manidar verilmişliğin bir “Veren”i olduğunu keşfetmek (iman); ona şükran ve tazim (ibadet) göstermek; Tanrının bize yaptığını, bizim de hemcinslerimize yapmak (adalet-merhamet) ve bunların karşılığını ödül olarak Tanrıdan umut etmek/beklemek (menfaat-Ahiret)’tir.

Bunu başaracak olan, Tanrının yaratılışta herkese eşit olarak bahşetmiş olduğu vicdan kapasitesidir. Vicdan, Tanrının içimizdeki sesidir. Kendisi de, vicdanın küpü olarak, kudretini adalet ve merhametle yoğurmuş ve sınırlamış bir kişidir. “Esmau’l-Hüsna” ve “Sünnetullah” kavramları, bu gerçeği-hakikati ifade eder. Kur’an, “insan”lığın “Arap” formasyonunun yedinci yüz yıldaki tarihi/tabii formu içinde yirmi üç sene boyunca gerçekleşmiş ahlaki-pedagojik bir çabadır. Önceki tarihlerde olduğu gibi, İnsanlığın vicdani gelişmesine, tekâmülüne yani nesh (2/106), imha-isbat (13/39), tebdile (16/101) paralel olarak, yenilenmeye ve gelişmeye açıktır.

1- TANRI TASAVVURU

Tanrıya imandan sonra, dinin en temel sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde doğru olanın ne olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru takdir edemedikleri gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da (5/73) doğru takdir edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin ve Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim görünümünde veya kurnazlıkla- Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır (29/68, 61/7). Yani Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir edememişlerdir.”(
Ateist, Agnostik veya Pagan-Müşrik olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek bir Tanrı kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık için yeterli değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve filozofların temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle tanıttıkları tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; bunlara yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve eleştirisine de şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın” olduğu için, Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı, herkesi gafil avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda “Diri/Hayy” ve “Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize “Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.

Oluşturulan “Tanrı” tasavvurları, insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini ve yaratıcılığını geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu kapasitelerin dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet verebilir. Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz kavramlardan biridir. Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü yalanlanması için, her türlü “öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrı’da hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.” (F. Nietzsche, Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s 29-30). Yahudilik ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.

2- İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ

Tek tanrıcı dinlerin ikinci önemli handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi ve insan ile Tanrı arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda, her türlü ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an ayeti, bu gerçeği, çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların çoğu, fâsık kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman geçmeden aynı vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa Allah: “İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah, doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler, “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).

3- İLMİHAL DİNDARLIĞI

Dindarların sıkça başvurdukları kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).

Tanrı ile sürekli irtibatta olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)

4- SONUÇ

Sonuç olarak biraz düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim ve irade, biraz iyi niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı herkes için mümkün hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında canlı vicdan ve diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine; anakronik, ezber, alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.

Hocam Hüseyin Atay

huseyin-atay

Rahmetli hocamın karakteri, Kur’an’ın izzeti ile Karadeniz’in ısrarı/iradesi ve inadının sentezi idi. Mezhepte değil, mutlak müçtehit idi. Temel İslam ilimlerinin akli ve nakli olanlarının hepsine (Kelam-Fıkıh-Hadis-Siyer, Tefsir, Felsefe, Tasavvuf) hâkimdi. Kendi deyimi ile “Kitaplara mahkûm değil; kitaplara hâkim” bir “Allame” idi. Mutezile-Maturidi ve Meşşâi (Farabi-İbn Sina-İbn Rüşd) ekollerine yakın durdu. Ağırlıklı olarak Arapça ile ilim yaptı. Kuzey Afrikalı düşünürler H. Hanefi, Ebu Zeyd, Cabiri, Arkoun ve T. Abdurrahman vb. gibi, Batı dillerine ve modern felsefeye muttali olan kendine has bir sistematik metodolojisi (Örneğin: Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Fenomenoloji, Hermenötik, Müeyyed Akıl) ve mega yenileme “proje”si yoktu.

Doktora tezi olan “Kur’an’a Göre İman Esaslarının Tespiti” ile Sünni (Eş’ari) “kader” inancını, itikad (Amentü) esası olmaktan çıkardı. Kur’an, sahih sünnet ve aklı merkeze alarak Sünniliğin hem usulünde (Fıkıh Usulu-Usuliddin/Akide) hem de furuunda (fıkıhta-muamelat) içtihatlar yaptı. Örneğin, Kur’an’a dayanarak Sünniliğin Mesih-Mehdi inancını, taammüden oruç bozmanın 60 günlük kefareti gerektirdiğini, kaza namazını, abdestsiz Kur’an’a dokunulamayacağını-okunamayacağını… reddetti. “Kur’an’a Göre Araştırmalar” adlı dört kitapçıkta daha birçok içtihatlarını müdellel olarak yayınladı. Kur’an’a, sahih hadislere ve akla dayanarak, Türk-Tasavvuf Sünniliğini yenilemeye çalıştı. Rahmetli Ercümet Özkan ve Yaşar Nuri Öztürk, onun muakkipleri ve görüşlerini vülgarize edenlerdi.

Türkiye’deki medreseli ve ilahiyat fakültelerindeki mukallit Sünni ulema, geçmiş toplumların ve müşriklerin yeni bir söz-fikir karşısında: “Hayır, biz, babalarımızı bir din/ümmet üzere bulduk ve biz onların izinden gitmekteyiz.” (43/22, 23) dedikleri gibi, hocaya şaşı gözle baktılar ve onun içtihatlarını “bidat” olarak gördüler. İbadetlere ve donmuş akaide aşırı vurgu yapan bu “İlmihal Müslümanlığı”nı “İmansız ve ahlaksız” olduğu gerekçesi ile sert bir şekilde eleştirdi. Namazın kazasının olmadığına inandığı için “Sahib-i Tertip” idi. İçi ne ise, dışı da o idi. İkiyüzlülük ve münafıklık (takiyye-siyaset) yapmadı. Siyasete daima mesafeli durdu. Siyaset erbabı çağırdığında ise, çekinmeden gitti doğru bildiğini söyledi. Kenan Evren döneminde din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, onun önerisi ile olmuştu. İslam enstitülerinin ilahiyat fakültelerine dönüştürülmesi de, onun önerilerindendi. 28 Şubat döneminde oluşturulan bir komisyonun (H. Atay, Y. N. Öztürk, B. Bilgin, R. Ayas, A. Güneş, H. Elik) hazırlamış olduğu “İslam Gerçeği” (1995) kitapçığında, daha önce savunduğu fikirleri kıvırmadan serdetti. Siyasi erk, onu “tehlikeli” gördüğü için Diyanet İşleri Başkanı yapmadı. Oysa kendi, bu görevi bir dönem istemişti. Cumhuriyet’in değerleri ile İslam’ın değerlerinin sentezlenmesine çalışıyordu. Devlet görüşü Platon-Farabi’ye (Bilge Kral) yakındı. Siyasette “Şura”yı önemsiyordu.

Kur’an’ın akla dayandığına ve aklın yanılmaz olduğuna inanıyordu. Aklı yanıltanın irade, duygular ve içgüdüler (heva) olduğunu inanıyordu. Aklı yanıltan hususlar “akıl” ile memzuç, iç-içe, çamur gibi olduğu için, aklın “yanılmazlığı” görüşü kanaatimce doğru değildir. Hermenötik disiplini ve post-modern felsefe, klasik felsefenin ve pozitivizmin bu dogmasını tahtından indirmiştir. Metafizik, ahlak ve sosyal-psikolojik mevzularda “yorum”dan başka bir şey yoktur. Bu nedenle de sürekli teyakkuzda-tetikte olmak gerekir. Kur’an’ın “Takva” dediği şeyin de bu olduğu kanaatindeyim.

Kur’an’ın hitabının ve bütün hükümlerinin evrensel olduğuna inanıyordu. Oysa ben, Fazlurrahman gibi Kur’an’ın hitabı canlı muhataplar olarak Araplara olduğu için, ondaki bazı hükümlerin de “tarihsel” olduğu kanaatindeyim. Temel mesajının Hz. Nuh-Hz. İbrahim’den beri evrensel olduğu ve kıyamete kadar baki olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Tarihselci teori, kendini şeriatların “nesh” edilmesine dayandırır. Maturidi’nin dediği gibi, Hz. Ömer’in bazı içtihatlarında olduğu gibi, son şeriattan sonra “İçtihadi Nesh” ile şeriat yenilenir: “Sabit Din Dinamik Şeriat”. Evrensel olan ile tikel-tarihsel olan arasındaki dengeyi kuramamak, felsefi ve dogmatik teolojik düşüncenin tarih duygusunun zayıflığının bir alametidir.

Oysa, evrenselci görüş, insanlığın ahlaki tekamülü ile bazı hukuki hükümlerin yenilenmesi gerektiğine inanmadığı için; üstelik, bu sorumluluğu üstlenmeyi “küfür” olarak gördüğü için, filolojik ve sözlük açısından ibarelerin asla kaldıramayacağı anlamlar yüklenerek bu hükümler yenilenmeye çalışılır veya olduğu gibi uygulanması gerektiği savunulur. Benzer durumlara Atay Hoca da düşmüştür. Onun Kur’an mealinde böylesi garip durumlara rastlanır.  Nisa suresinin 34’üncü ayetindeki “Fedribuhunne” ibaresine verdiği anlam, bunun iyi bir örneğidir.

Hocamdan düşünme cesaretini öğrendiğim için, kendini eleştirme cüreti gösterdim. Makamı cennet olsun. Menzil şeyhinin (Gavs) cenaze törenine gösterilen siyasi ilgi ve halk ilgisi ile hocanın cenaze törenine gösterilen ilgisizlik, Türkiye’nin dinsel algısındaki aklın/ilmin ve duygunun yerini göstermesi bakımından ibretamizdir.

Kimlik Mayalama Mahalleri

Kimlik, insanda olan ve olması gereken niteliklerin toplamıdır; kendini tanımlama ve aidiyet hissidir. Bir kısmı “verili” dir; bir kısmı ise, edinilir.

A-VERİLİ KİMLİK MAHALLERİ

1. Aile-Akraba-Kabile: İnsan yavrusu bir ailede doğar, büyür ve akrabaları-kabilesi ile yakın ilişkilerle yetişkin hale gelir. Modern “Çekirdek Aile”de akraba ve kabile bağları zayıftır. İnsan karakterinin önemli unsurları, bu süreçte/evrede belirlenir.

2. Dil-Irk-Etnisite: Karaktere şeklini veren ikinci halka burasıdır ve verilidir. Tarihten devralınan kültürel özellikler, yeni kuşaklara eğitim ve etkileme-etkilenme olarak aktarılır. Milliyetçilik hissi, burada oluşur. Ait olduğu topluma/millete hizmet etmek, ihtimam göstermek veya üstünlük taslamak (Irkçılık) versiyonları vardır.

3. Şehir-Vatan/Yer-Yurt: Coğrafya ve orada yaşayanların ortak bir seciyesi, kültürel karakteri, aidiyet hissi, bağlılık, benzerlik, ünsiyet, muhabbet ve dayanışma (Hemşericilik) oluşur. Bu da verilidir. Canlı tutulur veya zayıflar. Yurt Severlik/Vatanperverlik aidiyet hissi burada oluşur ve meşrudur.

4. Örgütlü/Kurumsal Din olarak Mezhep, Kilise, Tarikat, Cemaat: Geleneksel toplumlarda Mezhep, verilidir; taklit yolu ile yeni kuşaklara aktarılır. Tarikat ve Cemaat üyeliği tercihle olabilir; ancak, mezhepler gibi, müntesiplerin iradesi felç edilir. Yapıları gereği bu oluşumlar, genellikle insanın gözünü kapatır, taklit yolu ile bireyleri sürüleştirir. Din, mezhep, tarikat ve cemaat değiştirmek oldukça zordur. İmkânsız değildir. İslam dini, kendinden önceki “müşrik” bir dini kimlik mayalama mahallini dağıtarak oluşmuştur. Kur’an, bir vicdan çalışması olarak dinamik bir dini kimlik mayalama mahallidir. Zamanla mezhepler, tarikatlar, cemaatler oluştuktan sonra mutlaklaştırılarak dondurulmuştur.

B-VERİLİ OLMAYAN KİMLİK MAHALLERİ

1. Siyaset: Benimsenen ideolojiye ve tercih edilen siyasal parti ve programa bağlı olarak oluşur. Siyaset, “Halka Hizmet” olarak yapılabileceği gibi; çakallık, kurtluk, tilkilik… olarak da yapılabilir. Dinamik olabileceği gibi; dogmatik de olabilir. Fanatik-bağnaz olunabileceği gibi; toleranslı da olunabilir. “Partizan/Militan” kimliği, -ahlaki bağlamda- kıymetli olabileceği gibi; berbat da olabilir.

2. Sosyal Medya ve Post-Modern Toplum: Sosyal medya, insanları düşünür-okur olmaktan çıkarıp, onları seyirci ve gösterişçi bir konuma düşürmüştür. “Beğeni/Like”, kendini iyi/değerli hissetmenin kriteri olmuştur. Sosyal medyada insanların kalbi/ruhu kalbura çevrilmiş ve malumat manyağına dönüşmüşlerdir. Hayrete düşme, yok olduğu gibi; merak etmek de kalmadı. Sosyal medya, herkesin “hiç-kimse”leşmesi olarak bir kimliksizleşme mecrasıdır. Gözler ve kulaklar, eldeki telefona kilitlendiği için, kimse kimsenin yüzüne bakamaz oldu. Burada insanların yüzleri zayıfladığı gibi; gözlerinin feri/ışığı da gitmiştir. Artık “dik-dik bakan/gözlerini direten” kimse kalmadı gibi. İnsanlar, kendilerinin belirlediği bir “kimse/kimlik” olmak yerine; ötekilerin beğendiği kimse olmayı tercih eder hale gelmişlerdir. Sosyal medya, insanların birbiri hakkında yalan, kötü zan ve gıybet etme mecrasına dönüşmüştür. Kur’an, insanları bu tutumlardan sakınmaya çağırmıştır (49/12).

Post-Modern Kapitalist, şeffaf, gösterişçi, narsist, akışkan tüketim toplumunda kimlik, vücuda kazınan “Tatto” ve “Dövme”lerle ruhun zayıflamasının deriye yansımış tezahürüdür. Yüzün ve gözlerin manevi derinliği kaybolunca; vücudun tümü “gösteriş” sembolüne-sergisine dönüşmüş durumda. Haz ve hız, her yeri kaplamıştır. Üretme/yaratma yerine, tüketme yaygın insan edimi haline gelmiştir. Duygular, uzun erimli değil; anlıktır. Tutku, aşk, şiir ve sanat tükenmiştir. Kültür endüstrisi ve kitle turizmi egemendir. “Can sıkıntısı” yani anlamsızlık ve sabırsızlıktan dolayı, imkân bulan-bulamayan herkes, “Turist” olmuş durumda. “Evli” ve “Yerli” olmak, değerden düştü. Herkes, “dolu-dolu” ve “doya-doya” yaşamak istiyor; varını-yoğunu ortaya koymuş, arz-ı endam etmektedir. “Gider”i olanlar, şanslı; olmayanlar, bahtsız. Güzellik, cazibe, güç ve zenginlik “İn”; çirkinlik, cazibesizlik, zayıflık ve fakirlik “Out”. Herkes “İbnu’l-Vakt=Anı yaşayan” olmuş durumda. Her şey, şeffaf hale geldi; giz/sır ve utanma kalmadı. Acı-ıstırap, sıkıntı, zorluk ve sabır, hayattan kovuldu; oysa bunlar, insan olmanın ve kalmanın en temel minvalidir. Herkes, “acilci” oldu: “Siz, “acil” olanı tercih edip; Ahireti terk ediyorsunuz.” (75/20-21).

3.Vicdan Çalışması olarak Kur’an: Kur’an, kimlik/karakter/kişilik olarak insanda vicdani bir öz (lübb) oluşturmaya çalışır. Bu kapasite, yaratılışta insanlığa verilmiştir (91/7-10). Bu öz, “Fıtratullah=Allah’ın yaratığı” dır (30/30). Bu özü oluşturanlara da “Ulu’l-elbab=Öz sahipleri” denir (2/269,13/19,38/29…). Bunların sıfatları mümin, müslim, muttaki, muhsin…dir. Bu öz tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, teemmül, taabbur düşünümleri ile oluşturulur. Allah’ın yanında, yakınında, gözetiminde(8/24,50/16) kendine bir onur, öz-saygısı ve öz-gürlük oluşturmayan insanın, vicdanı doğru tartamaz. Dindarlık görünümlü “Kadercilik”, vicdansızlık olarak, kendi sorumluluğunda olması gereken fiilleri, Allah’a iftira eden zalimliktir(6/21,93,144,157…). Bu öz, hem tek tek bireylerin tarihinde (ömründe) hem de toplumların tarihinde dogmatik değil; dinamiktir (13/11). Katı dogmatik/gelenekselci bir dinsel-kültürel yapıyı yıkarak-sökerek oluşturulmuştur (5/104, 7/28, 10/78,31/21,43/22-23…). “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi, ondan sorumludur” (17/36) ifadesi, bu tarz bir kimlik oluşturmanın temel ilkesidir. Bu vicdani özün diğer isimleri Kur’an’da Fuad, Basiret, Kalb-i selim, Ruh ve Şahit/Tanıktır. Bu kişilik, Allah’a iman-ibadet ve insanlara karşı merhamet ve adalet ile ilişkisini sürdürmek için sürekli tetikte ve teyakkuzda (Takva) olmak zorundadır: “Kalpler, ancak, Allah’ı hatırlamak/unutmamak ile huzur bulur.” (13/28). Taklit değil; tahkik ve takva, bu kimliğin özüdür. Bu kimlik, hasbî ve muhasibidir. Bu tip, hayrete düşerek: “Bu değirmenin (Güneş sistemi-Eko sistem ve İnsan) suyu nereden geliyor?” sorusunu sorup; cevabını arar ve bulur. Bu insanlar, “Hablullah=Allah’ın İpi”ne sarılmışlar (3/103) ve “Sıbğatullah=Allah’ın Bayası” ile boyanmışlardır (2/138). Burada “ip” ve “boya” metaforları, Allah’ın insan vicdanı ve dili ile oluşturduğu değerler skalasını/dini/islamı ifade eder. Bu değerlerle mücehhez olanlar “Ashabu’l-Yemin/meymenet=Meymenetliler, uğurlular” (9/18, 74/39) ve “Hizbullah=Allah’ın taraftarları” (58/22) olarak nitelenirler. “Ürünü kalıcı olan dürüst davranışlar (El-bakiyatu’s-salihat)” (18/46, 19/76) ortaya koyarlar. Yeryüzünü, imar (11/61); insanlığı ıslah (49/9-10) ederek, “Hilafet” rolünü icra ederler (2/30).
Bu kimliğin karşıt profilinin bazı nitelikleri şunlardır: Bu profil, başta katı muhafazakâr, taklitçi ve dogmatiktir (5/104, 7/28, 31/21, 43/22-23…). Kalbi katı, mühürlü, perdeli, hastalıklı, taşlaşmış, paslanmıştır(2/7,74,88,83/14,2/10,8/49…)
Gözü kör; kulağı sağır ve dilsizdir (2/18, 6/39, 38/80, 30/52…). Boynuna zincir vurulmuş (36/8, 34/33,1 3/5) gibidir. Canlı/diri değil; ölü gibidir (35/22). Arzu ve içgüdülerini (Heva) tanrılaştırmıştır (35/43). Mütevazi değil; müstağni ve mütekebbirdir (96/6-7, 40/35, 31/7…). Bunlar, “Ashabu’ş-şimal/meşeme=meymenetsizler, uğursuzlar” ve “Hizbuşşeytan=Şeytanın taraftarları” dırlar (50/41, 90/19, 58/19). Bunlar, hasbi ve muhasibi değil; hesabî/hesapçıdırlar. “Üzümü ye; bağını sorma” modunda (nankörlük-nisyan) yaşarlar. Özleri olmadığı için de yaptıkları kötü şeyler dahi, kendilerine süslü/güzel görünür (10/12). “Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” Dendiğinde ”Ne münasebet! Biz, ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin! Onlar, bozguncudurlar, fakat, bunun şuurunda değiller.” (2/11-12). “Onları gördüğünde, adam sanırsın (albenilidirler). Konuşmaları, caziptir/dinletir; oysa aslında, elbise giydirilmiş kereste/kütük gibidirler…” (63/4).

C-SONUÇ

Herkes bir aileye, dile/etnisiteye ait olup, bir yerde/şehirde/ülkede yaşar. Politik tercihlerde bulunur. Sosyal medya kullanır. Marifet, doğuştan haiz olduğu “vicdan” kapasitesini kullanarak verili kimlik kodları içinde kendine sahici-ahlaki bir “öz/kimlik” oluşturmaktır. İçine doğduğu verili kimlik özelliklerini, ölümcül nihai/dogmatik/mutlak kimlik haline getirip insan olmaktan çıkmak (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”), matah bir şey değildir. -Düşünerek anlama koşulu ile- Kur’an okumak, birinci nitelikte bir kimlik oluşturmanın örneği olarak, isteyene yardımcı olabilir. Bu kimlik mayalama mahalleri arasında Türkiye’de yaşayan insanlar, hangilerinde mayalanıyorlar acaba?

Türkiye’de Siyaset-Muhalefet ve Devlet Adamlığı

Siyaset; Aristo, Platon, Kur’an ve Hz. Muhammed, Farabi, İbn Teymiyye ve İbn Haldun… açısından toplum yönetmede “Pratik Ahlak”tır. Aristo, “Demokrasi” ile toplumun bir kısmının ve Kur’an-Hz. Muhammed “Şûra” ile yönetimde toplumun tümünün sorumluluk almasını önerirken; diğerleri, bunu önemsemez. Tek kişi (Filozof, Halife, Kral) de olabilir. Bunun alternatifi olan siyaset tanımı, güç istenci-çıkar maksimizasyonu ve insanları kandırma sanatıdır. Firavunlar ve Krallar, güç istencinin; İslam tarihinde Muaviye, Batı tarihinde Makyavelli, kişisel güç istenci ve çıkarı için insanları “kandırma” anlamında siyaset sanatının pratisyen ve teorisyen örnekleridir.

1. Türkiye’de Siyaset

a) 1923-2000 Arası

Devrimden dolayı Türkiye’de siyaset, bir “Toplum Mühendisliği” olarak başlamıştır. Bu süreç, Tek-Adam ve Tek-Parti (CHP) ile sürdürülmüştür. Mistik bir kültürü haiz olan devlet (“Derviş Devlet” Osmanlı), bu kodların egemenliğinde çöktüğü için; devrimciler, dinsel kodlara ket vurmaya çalışmışlardır. Dinî kurumları (Hilafet-Şeriat ve Tarikat) ilga edip; dini, devletin kontrolü altına almaya çalışmışlardır. Bu durum, dindar kitlelerde derin bir uçuklama ve içerleme yaratmıştır. Devrimciler, çağdaş-seküler bir toplum ve “Ulus-Devlet” kurmaya çalışmışlardır. Devrimciler, davalarında son derece samimi idiler. Kozmopolit, mistik-dinin kontrolünde olan imparatorluk bakiyesi bir demografiden “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir “Türk” toplumu ve devleti oluşturmaya çalıştılar. Türk Ocakları, Halk Evleri, Köy Enstitüleri, Şehir Kulüpleri…bu çabaya hizmet eden kurumlardı. Seküler vicdana dayanan bir etik motivasyon, bu süreci idare ediyordu. 1960’lardan itibaren politik hayata ideolojik sol-sosyalist seküler bir vicdan-etik de eklenmiştir.

1950’de kontrollü olarak demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin “vesayetinde” darbelerle 2000’lerin başına gelindi. Vesayetin arkasında 1945’lerden itibaren Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’dan “NATO” dolayımı ile devralan ABD vardı. Muhafazakâr yönetimler, sek-seküler kültür politikalarını yumuşatmaya-gevşetmeye çalıştılar. Bu süreçte seküler vicdan motivasyonuna dinsel hamiyetten gelen sağcı-muhafazakâr dürüstlük (?) de eşlik etmiştir. Bu sağcı-muhafazakârlıkta “Anadolu İrfanı” ile “Şark-köylü kurnazlığı/fırsatçılığı” iç-içe, kol-kola yürümüştür. Olan her türlü politik “olay”, ABD’nin kontrolü ve gözetiminde olmuştur. 1980-2000 arasında Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenmesi ile (T. Özal-ANAP) vicdana yaslanan seküler etik ile muhafazakârlıktan gelen -az da olsa- dinsel hamiyet de ciddi düzeyde buharlaştı (merkez sağın çöküşü). Katı muhafazakârlığın (Millî Görüş) -para ile tanışma arzusu ve hasreti, diğerleri ile aynı olsa da-; İstanbul başta olmak üzere, Anadolu’daki belediyelerdeki “Hizmet” başarısı (R. T. Erdoğan ve arkadaşları), 2000’lerden sonra siyasi hayatta tekrar siyasal umut haline geldi (AK Parti). 2003-2010 arası, toplumun tümünü kucaklayan bir performans ortaya kondu.

b) 2000 Sonrası Siyaset ve Başlıca Motivasyonları

Birinci husus, Muaviye’nin başlattığı siyaseti “kurnazlık/tuzak kurma” olarak icra etmek, Sünniliğin siyasal tarihini baştan sona kadar -ana hatları ile- keser. Peygambere atfedilen “El- Harbu, hud’atun=Harp, hiledir” hadisi, Sünni teori tarafından siyaseti “harp ve kurnazlık” olarak algılamayı doğurmuştur. Oysa, hadis, o günlerde vuku bulan fiili savaşlar ile ilgilidir ve doğrudur. Savaştaki taktik ve stratejiyi ifade eder. 2010’lardan itibaren de Türkiye’de muhafazakâr siyaset, The Cemaat (Hizmet Hareketi) ve siyaset (AK Parti) koalisyon halinde siyaseti, aleni bir demokratik “yarış” olmaktan çok; “Harp ve Hile (Takiyye)” kabulü/mantığı olarak sürdürmüştür. Türkiye’nin kuruluşundaki kültürel devrim (kurucu-şiddet), zamanla muhafazakâr siyasette “savaş ve kurnazlık” psikolojisini tekrar türetmiştir. Muhafazakârların kavga şairi N. F. Kısakürek, bu savaş psikolojisini, bir beytinde şöyle dile getirmişti: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes/Ey kahpe rüzgâr! artık ne yandan esersen es.” Siyaseti savaş olarak yürütmek, daima güç, iktidar, zafer, güvenlik-kayıp… kaygılarını önde tutacağı için; toplumun temel ahlaki-hukuki, kültürel, bilimsel, eğitimsel, sanatsal problemleri ile hakkıyla ilgilenemez. Son 20 yıldır yaşadığımız şey, büyük ölçüde bu minvaldedir.

İkinci bir husus, Osmanlıdaki mülkiyet-devlet ilişkisi (mülkün devlete ait oluşu) miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne geçtiği için; siyaset, Batı’da olduğundan çok daha fazla “iktisat” ile iç-içedir. Yani iktisadi faaliyet, bireylerde-toplumda olduğundan (özel sektör) daha çok, devlet ve siyasetle ilgili bir kategori olmuştur. Siyasetin, Türkiye’de her şeyden (hukuk-bilim-sanat, din-ahlak) daha fazla önemli olması, bundan dolayıdır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, bu konuyu şöyle izah eder: “İnkâr edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli (rütbeli) devlet memurlarının elinde biriken servet/zenginlik (para-mal-mülk), sabırlı bir tasarruf sonunda birikmiş veya yoktan var edilmiş (kazanılmış-İG) değil; bilakis, mevcut bir servet yığının, başkasından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimai paye ve mevki, -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal (üretim) ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst-üste tabakalandıkları ehramın (piramidin) kaide (taban) ve zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi iktidar ve nüfuz sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst. 1981. S. 177).

Bu bağlamda, Osmanlı’dan intikal etmiş hazine arazileri hayli zengin bir ülke olan Türkiye’de, siyasi kadroların “kupon araziler (arsa-emlak)” üzerinden bir “İnşaat/Rant Ekonomisi” yürütmeleri, anlaşılmaz değildir. Siyaset adı altında yürütülen “iktisat” faaliyeti, üretim ve katma değer yaratmaktan ziyade; kendi bedeninin etini yemek anlamında bir “gelir transferi” faaliyetidir.

Türkiye’de emek, hizmet, üretim, icat çıkarma ve ticaret gibi “gerçek ekonomik” faaliyet yanında; döviz kuru, borsa, emsal/inşaat, bitcoin, altın, faiz, şans oyunları, uyuşturucu kaçakçılığı… gibi “Beleş=Bi-la-şey”, yani gerçek ekonomik nesnesi olmayan, havadan/spekülatif para kazanmanın ve harcamanın (“Haydan gelen, huya gider”) yaygınlaşmasının tarihi-genetik bir geçmişi vardır. Özel sektörün yürütmekte olduğu ekonomik faaliyetleri yasal olarak onaylaması gereken bürokrasinin kapısında “aracılık” adında yeni bir “iş kolu”nun türemesi de, bu tarihi-politik arka planla ilgilidir. Bu arada, siyasetle iç içe olan mafyöz ilişkileri de anmak gerekir. Hasılı, muhafazakâr tabanın, seçtikleri siyasiler hakkındaki: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” mottosu, kendilerinden olmayanların ve kendilerinin tanımı ve onamasını ifade eder.

Üçüncü bir husus, Türkiye’de siyasetin sığlaşmasının ve eğitimin, üniversitenin-bilimin, sorgulamanın, hiyerarşinin değersizleşmesinin önemli nedenlerinden biri de “Çağın-Ruhu (Zeit-Geist)” olan “Post-Modern Durum” dur. Aklın, bilimin, Pozitivizmin, her türlü asalet hiyerarşisinin ve otoritenin/ortadoxinin reddedilerek “Her şey gider” veya Nasreddin Hoca’nın deyimi ile “Sen de haklısın” tutumunun yaygınlık kazanmasıdır. Bu durum, herkesin her şeyi bildiği zannı/vehmi olarak “Enformatik Cehalet”tir. “Post-Truth=Doğruluk Ötesi/Hakikatsizlik” çağı olarak da nitelenen bu dönemde; gerçeklik, alabildiğine çoğaltıldığı ve büküldüğü; buna ilave, narsist bir benlik duygusu eşlik ettiği ve Tanrı-Baba-Toplum-Otorite-Hukuk (Utanma) etkisini yitirdiği, daha doğrusu, hakikate ilişkin ölçü/mihenk/mısdak zayıfladığı için; siyasette “söz verme (muhalefet)” ve “söz tutma (iktidar)” da zayıflamış durumda: “Günümüzde algı, sonsuz dijital ağda oradan oraya atladığından; (Mantıkî-Ahlaki-İG) çıkarsamaya varmaktan acizdir. Kendini tümüyle dağıtmıştır. Çıkarsamayı, düşünce dolu (contemplative) bir çaba becerebilir sadece. Gözleri kapamak, çıkarsamayı temsil eden bir harekettir. Resimlerin ve enformasyonun hızla değişimi gözleri kapamayı, düşünce dolu bir çıkarsamayı imkânsız kılar. Akılcı her şey, bir çıkarsamaysa; “Big Data” çağı, akıldan yoksun bir çağdır.” (Byung-Chul Han, Psikopolitika. Çev: H. Barışcan. İst. 2019. S. 77)

Böyle bir ortamda Sayın Cumhurbaşkanımız: “Ben, bir iktisatçıyım”, “Faiz sebep; enflasyon, sonuç” diyebildi (Nebati yaklaşım). İş çıkmaza girince de, hiçbir şey olmamış gibi, “Rasyonel/Bilimsel Ekonomi”ye (Şimşek yaklaşım) geri dönülebildi. “Dün, dündür; bugün, bugündür” ultra gerçekçiliğinden (!), “Dün aktı, bugün kara” ilkesizliğine varmış durumdayız.

Bu seneki üniversite sınavlarında sorulan 40 tane matematik sorusuna Türkiye ortalamasında sekiz doğru cevap verilmesi; 40 fen bilgisi sorusuna ortalama dört doğru cevap verilmesi…; yüz bin öğrencinin “0” puan çekmesi de, post-modern/post-truth durumun eğitimdeki sonucu veya semptomlarındandır. Geleneksel “ustalık” ile birlikte, modern “meslek”ler de yok olmaya yüz tutmuş; herkesin, her şeyi yapabileceğine inandığı/kendini layık gördüğü sekter/sapık bir aşamaya geçilmiştir. Üniversitelerin sayısı artırılarak, içine düşürüldükleri bilimsel performans durumu, bunun başka bir tezahürüdür. Market-mağaza zinciri mantığı ile “Her ile bir üniversite” projesi, “üniversite”yi bitirmiştir.

2. Türkiye’de Muhalefet

Türkiye’de 1950’lere kadar demokrasilerdeki anlamı ile legal “Muhalefet” yoktu. Çünkü demokrasi yoktu. Yeraltına çekilmiş/illegal bazı tarikat ve cemaatler vardı. 1950’lerden itibaren de 2010’lara kadar gerçek-demokratik anlamda “Siyasi” iktidar da yoktu. Askeri bürokrasinin kontrolünde “Vesayet” rejimi vardı. İktidarın güç/zorla elde edildiği ve “muhalefetin” isyan-fesat-zındıklık olduğu bir tarihten geliyorduk. Görünürde demokrasilerdeki “İktidar-Muhalefet Oyunu” oynanıyordu. Sosyalist sol ideoloji, 1960’lardan 1980’lere kadar “legal-illegal” bir muhalefetti. CHP, demokrasiye geçildikten sonra kendini dünyanın ve Türkiye’nin yeni koşullarına göre yenileyemediği için, “Katır Kuyruğu (Ne uzar-ne kısalır)” mesabesine düştü. Oysa, kendini Avrupa’daki “Sosyal Demokrat” partilere benzer bir duruma getirseydi; demokrasinin “iktidar yarışı” oyununda gerçek bir “Muhalefet” rolü üstlenebilirdi. Buna, 70’li yıllarda “Ortanın Solu” ideolojisi ile yaklaştı; sonra tekrar gericileşti.  “Atatürk-Çağdaşlık-Laiklik” sembolik kapitallerini tepe-tepe kullanmak, bunlardan geçinmek, tek başına bir siyasal “ideoloji” veya “parti” olmak anlamına gelmiyor. CHP’nin son genel başkanı, partinin muhafazakâr kitlelere karşı tarihte reva gördüklerini telafi etmek için “Helalleşme” diye bir öz-eleştiri tutumu benimsemişse de; genel olarak parti, Türkiye’yi kucaklamaktan öte, bir “köşe kapma” oyununa ve mezhep kliğine kaymıştır. Onca yenilgi, partide görev bırakmayı gerektirmiyorsa; post-modern durumda “Kayıp-Başarı”, “Onur-İstifa” kriterleri buharlaşmış demektir.

Son 20 yılda iktidarın, giderek devlet gücü ile aynılaşması, siyasetin “savaş” mantığı ile yürütülmesinden dolayı; muhalefetin silah-teçhizat (ideoloji) gücünden öte; irade gücünü hayli zayıflatmıştır. Fransız filozof A. Badiou’cu anlamda legal-illegal yönleri ile politik bir “olay” olan “Gezi Olayı”nı dışarda tutarsak; demokrasinin aparatları olan sendika-grev, protesto-gösteri, nümayiş ve mitingler (şimdilerde İsrail’de ve Fransa’da olduğu gibi), “Muhalefet” göstergesi olarak yok olmuş-edilmiş durumdalar. Siyaset iddiası/ısrarı/ideolojisi, programı/kimliği olmayan; prestij-para, makam-mevki peşinde koşan, kibir küpü, kifayetsiz muhterislerle dolu.

Milliyetçi-mukaddesatçılık ve dinsel mağduriyet, Türkiye’de -vesayet döneminde- siyasette iktidar olmanın “muhalif” ideolojik payandaları olarak hayli “iş” gördü; -sanal da olsa- “iktidar” çıkardı; “ekmek” yedirdi. Tek başlarına zayıflayınca, sonunda birlikte “Cumhur İttifakı” olarak tekrar “işe yaradı”. Türkiye’de 20 yıldır iktidar olabilecek alternatif bir parti ve program geliştirilemedi. Türkiye’nin içinde bulunduğu entelektüel/düşünsel ve etik kapasite buna yetmedi, yetmiyor. Türkiye’de siyaset (iktidar veya muhalefet olarak) Ülke/Toplum/Vatan “için/uğrunda” bir “dert/dâva”, amaç/gaye olmaktan ziyade; kişisel veya grupsal iş-çıkar, makam-mevki, prestij-itibar için yapılmaktadır. Partiler, şirket; üyeler, ortak; seçmenler, yatırımcılar veya oyunu salt-kişisel menfaat karşılığı “veren” çıkarcılar durumundadır. İstisnaları var tabii. Özetle, merhum şair Abdurrahim Karakoç’un “Vasiyet” adlı şiirinde dediği: … “Ölürsen de, hak yeme; hak yedirme/Aka kara, karaya ak deme/ Adaletten ayrılırsa mahkeme/ Bir hâkime, bir de kanuna tükür…” dediği “idealizm/ideoloji” günleri geride kaldı. Artık, post-modern (ve de post-İslamcılık) bir durumdayız: “Her şey gider/geçerli.”

3. Türkiye’de Devlet Adamlığı

“Devlet Adamı”, -ideolojik tutumundan bağımsız olarak- kendi egosu-ihtirası/güç istenci, çıkarı için çalışan değil; kendini toplumuna, devletine, ülkesine adamış siyasetçi demektir. Devlet adamı, kendi siyasal iktidarından olma pahasına, ülkesi/toplumu ve gelecek kuşaklar için -yakın vadede acı-zarar verse de-, doğru olanı söylemekten ve yapmaktan çekinmeyen siyasetçi demektir. Dünyadan örnek vermek gerekirse: M. Gandi, M.A. Cinnah, N. Mandela, A. İzzetbegoviç, W. Churchill, F. Castro, Y. Arafat… birer “Devlet Adamı”dırlar. Türkiye’ye gelecek olursak: M. Kemal ve İsmet İnönü için bu sıfat rahatça kullanılabilir. Rahmetli Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş için de bu sıfat, -belli ihtiraz kayıtları ile- kullanılabilir. Sonrası için Türkiye’de bir “Kaht-ı Rical=(Devlet) Adamlığı Yoksunluğu” yaşanmaktadır. Hepsi, kurnaz; yani “siyasetçi”dir.

Hukuk-Kurum-Kural ya da Lider-Kahraman-Karizma Olarak ‘Devlet’

İnsanlığın medeni gelişmesi, -toplumsal örgütlenme yani devlet kurma olarak- evrimsel bir süreç içinde kişi kültünden, lider/karizma/kahramanlıktan uzmanlığa, hukuka, kuruma, kurala; tek akıldan ortak akla, zorbalıktan/güç kullanmaktan uzlaşıya/konsensüse/icma’ya doğrudur. Kur’an, “Şûra” ilkesi ile (3/159, 42/38) bu sürece destek vermiştir; ancak, Müslümanlar, bu tavsiyeye kulak asmayıp; ikinci moda devam etmişlerdir (Halife-Sultan-İmam-Zıllullah)

1- KAHRAMAN-KARİZMA-LİDER

Toplumda her türlü ilişkinin, olay ve olgunun kendine has bir tekilliği olup; ahlaki açıdan hakkaniyete dayalı kendine has/tekil vicdani bir çözümü olması gerekirken; İnsan doğasının içgüdüselliği/hayvansılığı, vicdan kapasitesinden daha güçlü olduğundan dolayı, toplumun devamı için “Toplum Sözleşmesi” olarak “Devlet=Hukuk” a ihtiyaç duyulmuş ve icat edilmiştir. İnsanların adalet ihtiyacı, “Hakem” bulmayı; güvenlik ihtiyacı ise, “Kahraman-Kişi-Karizma” yani adam bulmayı intaç etmiştir. İkisini bir arada bulduğu “kişi”ler, dillere destan olmuştur (Nûşîrevan-Hz. Ömer). Kabile hayatında Reisin/şefin; devlet hayatında da Kralın ve ailesinin otoritesi, -özü itibari ile- gücünden ve halkın güvenlik ihtiyacını karşılamasından, onları korumasından doğar. Halk, “sürü” olarak kendine bir “çoban tutar”. Çobanı doğuran, sürüdür.

Sürü, insanların bireysel onur ve sorumluluk taşımamalarından; kurda karşı korunma uzuvları (boynuzları) ve kendilerini koruma cesareti olmamasından doğar. “Sürü, -uzun vadede- kurdu da çobanı da sahibini de besler.” Sürüleşmenin arkasında yatan diğer bir neden, konformizmdir. Kitle/sürü, elini sıcak sudan soğuk suya vurmak istemeyebilir; suya sabuna dokunmayı tercih etmeyebilir, elini taşın altına sokmamayı tercih edebilir, “oyuncu” değil; “seyirci” olmayı tercih edebilir. Çobanlık, zorla elde edilebileceği gibi; gönüllü/seçimle de olabilir. Çoban, “tutulur”. Çobanlık, tarım toplumlarında niteliksiz-mülksüz insanların itibar ettiği –koyunlara karşı- bir sorumluluk mesleğidir.

Bu tarz bir yönetim ilişkisini “Efendi-Köle” veya “Tanrı-Putlar” ilişkisi metaforları ile de izah edebiliriz. Hegel, çatışmada yaralanmayı veya ölümü göze alan “Efendi”; göze alamayan ise, “Köle” olur der. Politik hayatta da muhalifleri veya düşmanları ile çatışmayı göze alan, kahraman/karizma/lider olur; muhalifler, kahramandan korkar, boyun eğer, nefret eder; taraftarları ise, bu güce saygı duyar ve bazıları da tapar. Sümerler’de, Mısır’da, Persler’de, Roma’da, Japonlarda ve Abbasilerde (Zıllullah) Krala Tanrısal nitelikler verilmişti. Şiilerde İmam’a, Tarikatlarda Mehdi, Gavs, Kutup ve Şeyhlere de Karizmatik nitelikler verilmiştir.

Kral/Lider/Kahraman/Karizma, Tanrısal mutlak güce haiz olunca; onunla yakın ilişkide olanlar, avâneleri, aracılar/ortaklar (şirk-et) olarak putlaşırlar. “Şefaatçi”ler olurlar. Hukukun değil; Liderin yetki verdiği herkes (bürokrasi), lideri taklit eder; toplum, mafyalaşır; çeteler, türer. “Hal, sâridir.”, “Balık, baştan kokar”, “İmam, bunu yaparsa; cemaat, daha ne yapar.”, “Kıratın yanında duran ya suyundan ya da tüyünden alır… Özetle, lider, toplumu kendine benzetir. “Araplar’ın, “En-nas, ala dini mülukihim= İnsanlar, meliklerinin dini üzeredir.” sözü, bu gerçeği ifade eder. Bu durum, tersinden de doğrudur: “Tencere, yuvarlanır; kapağını bulur.” Oysa, siyaset felsefesinin dediği gibi: “Kontrolsüz güç, güç değildir.”, “Güç tefessüh eder; mutlak güç, mutlak tefessüh eder.” Tanrı bile, kendini ahlaki kurallarla (sünnetullah) sınırlamıştır. İnsanların da ahlaki/hukuki kurallara uymasını istemiştir: “…Bunlar, Allah’ın koyduğu kurallardır (hududullah), sakın bunları aşmayın; kim bunları aşarsa onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (2/229).

2- KURUM-KURAL-HUKUK

1215’te İngiliz Lordlarının kral John’a kabul ettirdikleri “Magna Carta (Büyük Sözleşme)”, Krallığın mutlak yetkilerinin insanlık tarihinde “Sözleşme/Hukuk” ile ilk defa sınırlandırılması idi. 1789 Fransız İhtilali, krallığın zorla devrilmesi ve yerine halk yönetimi olarak “Cumhuriyet”in kurulması oldu. Giderek Batıda devlet, “Toplum Sözleşmesi (Rousseau)” mantığı/kabulü ile “Anayasa/Kurallar” çerçevesinde bir “Hukuk” aparatı/aygıtı kurumu olarak gelişti. Bunu laiklik, demokrasi ve kuvvetler ayrılığı kurum-kural ve hukuku takip etti.
Devlet yönetimini –bir emanet olarak- alanında uzmanlaşmış, ehliyet ve liyakat sahibi kişilere tevdi etmek, Kur’an’ın da emridir (4/58). Bu da mantıki/zorunlu olarak her iş/alan/sorun için yetki ve sorumlulukları, ahlaki hakkaniyete/hukuka dayalı olarak oluşturulmuş kurallara bağlı kurumlar oluşturmayı gerektirir. Kuralsız, yetkisiz sorun çözme, vicdani olabileceği gibi; keyfi, içgüdüsel ve güç istenci ile de olabilir. Modern toplumun, modern devletin ve bugünkü politik ortamın doğurduğu sorunları, lider/kahraman/karizma ile çözmek, neredeyse imkânsızdır. Ortak akıl, kurum ve konsensüs zorunludur. Hukuk, kurum ve kurallı yönetim, yavaş işler; konsensüs sağlamak zor olabilir, ancak, doğru çözümler üretmek bakımından daha avantajlıdır. Hukuk devletlerindeki “Denge ve Denetleme” kurum ve kuralları, muhtemel zorlukları aşmak için vazedilmiştir. Kişi/Kahraman/karizma/lider, karar vermede hızlıdır, ancak, liderin kapasitesine göre, verilen kararların sonuçları, -geri getirilemeyecek oranda- ağır, tehlikeli ve külfetli olabilir.

3- SONUÇ

Hukuk, özü itibari ile Tanrılık bir iştir. Rahmaniyeti gerektirir. Rahmaniyete özenmedir. Özü, insaf, merhamet ve adalettir. “Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” anlamında “güç istenci” olarak her alanda “Tek-Adam”lık ise, -istiğna ve istikbar olarak- şeytanlığa yakındır. Kur’an, sınırsız güç istenci/tuğyan olarak, “Tağutluk” ile, şeytanlığı bir tutar. (4/60, 5/60, 16/36…)

Türkiye, bir kahraman/liderin (M. Kemal) öncülüğünde “Cumhuriyet” devrimi ile devleti hukuk, kurum ve kurallarla kurma istikametine yönelmiş; ancak, bu kahramanın ölümünden sonra, -ironik bir şekilde- putlaştırılarak yolda kalınmış; bir müddet yalpaladıktan sonra, kişi kültüne -siyaset başta olmak üzere- her alanda geri dönülmüştür. Halkı Müslüman olan ülkelerin çoğunda lider, kahraman, karizma, kral, Ayetullah, kaid, zaim… yani kişi kültü devam etmektedir. Bundan dolayı da kurum-kural ve hukuka bağlı bir “Devlet” kurup, toplumsal güvenlik, adalet ve huzurlarını sağlayamıyorlar.

FETÖ’nün Teolojisi

“FETÖ” olarak kodlanan bu hareket, Sünniliğin Türklerde yaygın olarak tezahür etmiş Tasavvuf boyutundan beslenmiş ve türemiş bir olgudur. Selçuklular döneminde Tasavvuf/Batınilikten türemiş olan Hasan Sabbah ve Osmanlılar döneminde oluşmuş olan Şeyh Bedrettin hareketlerine benzer bir olgudur. “Devir, “Tarikat” devri değil; “Cemaat” devri” diyen Said Nursi’nin oluşturmuş olduğu Tasavvuftan hayli su içmiş “Nurculuk” Cemaatinden türemiş modern bir versiyondur. Diğer cemaatlerden daha güçlü ve itibarlı olduğu için de “The Cemaat” olarak isimlendirildi. Diğer ismi “Hizmet Hareketi” idi. Hareketin ABD/CIA ile ilişkisi/ortaklığı (Simbiyoz yaşam) ileri sürülerek, muhafazakârlar tarafından “kökü dışarda” olarak şeytanlaştırıldı. Oysa, doğru olan durum, bu hareketin kökünün “içerde” olduğudur. Ancak, bunu kabul ettiğimiz takdirde, işin ucu -teolojik olarak- kendimize dokunacağı için, bu cesareti gösteremiyoruz.

Tasavvufun mistik tecrübe boyutunun, Kur’an-Sünnet’in (Şeriatın) dil/gramer-mantık ve fenomenler dünyasına bağlı (ahkâm) boyutunu aşkın, kendine has uçsuz-bucaksız, hadsiz-hudutsuz/sınırsız bir yanının olduğu bilinmektedir. “Melekût (Misal) Alemi”ne muttali olduklarını iddia eden bu zevatın, sözlü “Şatahat”ları malum olduğu gibi; davranış/amel sahasında “İbaha”ları da meşhurdur. Politik alan, normalde Şeriatın dil/gramer-mantık, ahlak ve fenomenler dünyasına bağlıdır. Cemaat, bu alanda liderinin “Melekût/Misal” alemine bağlı (Rüya-Vizyon) epistemolojisi ve ahlakı (ibaha) ile faaliyet göstermiştir. ABD/CIA ile işbirliğini, bu tarz (Batini/sezgisel) bir epistemoloji ile meşrulaştırmıştır: Allah’ın, ABD’yi Cemaatin hizmetine koştuğuna, bundan dolayı da onlarla işbirliği yapmanın meşru olduğuna inanmışlardır. ABD/CIA ise, Cemaati, kendi politik dünya hegemonyası için kullanmıştır. Vaktiyle Alman filozofu Martin Heidegger de, benzer bir mistik tecrübe ile Nazi Nasyonal Sosyalist Partisi’ne katılmıştır. Onda kendi tanrısı olan “Varlık”ın yeni bir tecellisini/tezahürünü görmüştü.

Yaygın resmî tez, Cemaat piramidinin “Altı, ibadet; ortası, ticaret; üstü ise, ihanet” olduğudur. Piramidin tepesi, kendi bilinçaltındaki iktidar ihtirasını, “İmamet/Mehdiyet” dolayımı (“Kâinat İmamı”) ile kutsamıştı. Piramidin tümünü ifade eden deyim: “Hem sevap hem kebap”tır. Cemaatin lideri Fetullah Gülen başta olmak üzere bağlılarının ve sempatizanlarının kahir ekseriyetinin dini bağlamda -kendilerince- davalarında son derece “samimi” olduklarını düşünüyorum. İslam’ı “temsil” yoluyla -“Tebliğ” yolu ile değil- dünyaya yaymak istiyorlardı. Dünyada açılan okulların “misyonu”, kendilerince bu idi. Kendileri Türkiye’de İslam’a “Himmet” ediyorlardı; yurt dışında görev alanlar ise, kendi nitelemeleri ile -sahabeler gibi- “Kardelen”ler olduklarını söylüyorlardı ve buna inanıyorlardı. Yurt dışındaki okulların finansmanının büyük bir bölümünün Anadolu sermayesi ile karşılandığını herkes bilir. Bağışta bulunan sempatizanlar ve bağlıları, bir taraftan “Allah Rızası” ve “sevap” kazanmayı umuyorlardı; aynı zamanda, cemaat içi dayanışma ile de dünyevi/maddi kazanç da sağlıyorlardı. Dershane, Yurt ve Okullarına çocuklarını gönderen ailelerin bir kısmının fakirliği, FETÖ’cü örgütlenmenin “avlanma” mantığını ele verir.

Samimiyet ve Cehalet

Bizim anlamadığımız, “samimiyet”in cehaletle birleşmesi halinde, “ihanet” ten daha ağır sonuçlar doğurabileceği gerçeğidir. Tıpkı erken dönemlerde “Haricilik” mezhebinde, “Hasan Sabbah/Haşhaşi”lerde, “Kilise”de ve günümüzde “IŞİD” örneklerinde olduğu gibi.  Dinde “samimiyet”, tek başına yeterli değildir ve çoğu durumlarda alabildiğine tehlikelidir. Samimiyet, dinde-ahlakta işin yarısıdır (İnneme’l-a’malu binniyet); diğer yarısı ise, işin/amelin sonuçlarıdır (İnneme’l-umuru bilhavatım). Bu yargıların her ikisi de, “Buhari” hadisidir. Yani, samimiyetle büyük günahlar/zulümler işlenebilir; kötülükler, haksızlıklar yapılabilir. Samimiyeti, dindar ve haklı olmanın yegâne ölçüsü haline getiren Sünni bilinç, samimiyetle kötülük işlenebileceğini görmeyip, olayı salt “ihanet”e bağlıyor. İhanet, bile bile, art niyetle kendi zevki-menfaati için başkasına zarar vermek, kötülük yapmaktır. En iyi örneği de “ajanlık”tır.

ABD ile işbirlikçiliği ve darbe teşebbüsünün, “kast-ı mahsus” olmak üzere, taammüden İslam dinine, Türk devletine, Türk milletine kötülük yapmak; millete zarar, acı, ıstırap, sıkıntı vermek için yapıldığı iddiası, bana inandırıcı gelmiyor. Bu durum, yaptıkları eylemin saydığımız sonuçları doğurmadığı anlamına da gelmiyor. “Paralel Yapı” kurarak, “Takiyye” yolu ile devlete sızdıkları doğrudur. Bu süreçteki “İbaha”larını da biliyoruz (soru çalmalar, kumpaslar…). Dostoyevski’nin dediği: “Eğer, Tanrı yoksa; her şey meşrudur” hükmü, tersinden de doğru olabilmektedir: “Eğer, Tanrı varsa; her şey meşrudur.” Cahil-bağnaz dindarların “Allah rızası” için yapamayacakları şey yoktur. Dinler tarihi, bunun binlerce kez şahididir. Çünkü böyle durumlarda “Tanrı’nın Rızası”nı, cahil ve bağnazın zannı-vehmi ve hevası belirlemektedir; Tanrı’nın veya peygamberlerinin dedikleri ve bunun doğru anlaşılması değil.

Devletin, “Vesayet” ekibinden muhafazakârların eline geçmesi için, AK Parti’nin, bu sürece göz yumduğu da bilinmektedir. AK Parti, demokratik prosedürlere uygun/legal yollardan iktidara geldiği halde; Cemaat, illegal yöntemlerle siyaset yaparak, meşrep/metot olarak AK Parti’den ayrı olduğu için, sonunda illegal yöntemle (15 Temmuz Darbe Girişimi) iktidarı AK Parti’den almak isteyerek AK Parti’ye “ihanet” etmiştir. Demokrasiye ve hukuka ihanet etmiştir. Kalkıştığı eylem, suçtur.

Destan-Direniş-Kahramanlık

O gece ortaya konan direniş, yedi yıldır “15 Temmuz Destanı” adıyla “Bayram” olarak kutlanıyor. O gece tam olarak nelerin olduğuna dair karanlık yönler bulunmasına rağmen; şayet darbe başarılı olsaydı, olabilecek felaketler göz önüne getirildiğinde veya o gece ortaya konan direniş hesaba katıldığında, bunu anlamak mümkündür. Bir darbeyi (27 Mayıs) “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlama ile mukayese edince de, darbeye direnişin ve başarının destansılığı, kahramanlığı ve bayramlığı anlaşılabilir. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var: Bu “destan/direniş/kahramanlık”, dışardan ABD’nin veya başka bir düşmanın zorbaca-doğrudan/cepheden saldırısına veya işgal girişimine karşı yazılmadı; baltanın “sapı (vekalet)” bizdendi; kendi vatandaşımız, hatta mezhebimizden olan insanların “dinsel” saikle yüklü bir zorbalığına karşı yazıldı. İslam tarihinde Cemel, Sıffin, Kerbela “destanları” veya “bayramları” yok. Bunlar, Müslümanlardan bir kısmının cehaletle-ihtirasla yoğrulmuş kin/hınç/nefret ve şiddetlerinin yol açtığı trajedilerdir. Bunlardan ancak ibret ve ders alınır.

The Cemaat’in, kuruluşundan beri ABD/CIA’in kucağında olduğunu Türkiye’de başta devlet ricali olmak üzere herkes biliyordu. Laik kesimler de biliyordu; muhafazakâr kesimler de biliyordu. Kurucularından biri olduğum HAS Parti’de bir toplantıda: “Partimizin, bu örgüte karşı mesafesini açıkça ortaya koyması gerekir” dediğimde; bugün AK Parti’de siyaset yapan ağır abilerden işitmediğim azar kalmamıştı. Peki bu suskunluğun, tepkisizliğin sebebi neydi? Reel politiğin icaplarının ötesinde, Tasavvufi tutumu olan Sünniliğin politik alanda “dost-düşman” ayrımı yapma a-politikliği/aymazlığı olmasın? ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne Sünniliğin “İslamcı” kanadının politik teşneliğini de biliyoruz. O zaman, dürüst olmak gerekir. Sünnilerin/Sağcıların -birazı değil- epeycesi yeryüzü tanrısına (!) yalakalık anlamında “Amerikancı”dır. Diğer türlü, Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi nasıl başarılı olurdu?

Demem o ki; FETÖ’nün sulandığı, beslenip büyüdüğü toprak, Anadolu-Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kökü içerdedir. Kendimize toz kondurmamak için, sadece bu yapıyı “şeytanlaştırıp” veya “günah keçisi” yapıp bütün günahları onların sırtına yüklemekle kendimizi temize çıkaramayız. Oturup adam gibi Sünniliğin politik alandaki kodlarını sökmek gerekir. Hâlâ Türkiye’de yetmişten fazla “tarikat”a vücut veren epistemolojisini (Rüya-Sezgi) ve devletten-kamudan geçinen (vakıflar-tahsisler-ihaleler) ahlakını sorgulamak gerekir. Bir “tarikat” grubunun, dinsel sembolik kapital imgesinden (varsayılan saygınlığından) dolayı, kamu kaynaklarından mal-mülk edinmesi, holdingler kurması, dinen “haram”; hukuk devleti açısından da “skandal”dır. Nefis terbiyesi ve züht iddiası ile oluşan sosyal-psikolojik bir olgunun/tarikatın, bugün kibir abideleri ve holdingler üretmesi, kara mizahtır. Aynı şekilde “Gavs” makamında (!) olup, bireylerin manevi-psikolojik hayatlarından öte, ontolojik dünyaya bile tasarruf yetkisinde Tanrısal bilgiyi ve gücü haiz olduğuna inanılan zevatın, politik alanda yarın başımıza yeni belalar açmayacağından kim emin olabilir? “Derviş Devlet” Osmanlı İmparatorluğu’nun politik hayatından çıkarılacak dersler vardır. Akademisyen-Tarihçi Zekeriya Işık’ın yazmış olduğu “Şeyhler ve Şahlar” (İst.-2017), “Devlet ve Tarikat” (İst.-2017) ve “Tekkedeki İktidar” (İst.-2017) adlı kitaplar, bu mevzuda bize ibret alacak zengin malumat vermektedir. Diğer türlü burnumuz pislikten çıkmaz. Devlet yönetiminde eşit vatandaşlık, ehliyet-liyakat, hukuk, emanet, adalet ilkelerini terk edip; sübjektif din saikli (alnı secde gören) ölçülerden (“Biz”den) her zaman hayır gelmez. Allah, emaneti/kamu işlerini “ehline” verin diyor; “sizden (?)” olanlara değil (4/58).

Başımıza gelen bu darbe teşebbüsünün azametini/korkunçluğunu ve o gece Genel Kurmay’ın önünde darbeye direnirken üzerimize FETÖ’cülerin kullandığı helikopterlerden yağan kurşunlar arasından çıkmış birisi olarak, kendimi Nietzsche’nin -Hristiyan-Tanrı’nın (imgesinin) Ölümünü/çürümesini haber veren “Kaçık Adam”ına benzetiyorum: “Kaçık adam, onların arasına sıçrayıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’” diye sorar. “Şunu da söyleyeceğim: Onu biz öldürdük; sizlerle ben! Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün bir ufku silmemiz için elimize bu süngeri (Teoloji-Mistisizm, İG) kim verdi? Dünyayı güneşin zincirlerinden koparırken, ona ne yaptık? Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz nereye gidiyoruz?… Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık, daha çok gece gelmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duyuyor muyuz? … Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü, gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı; kim temizleyecek bu kanı elimizden?… ” (Martin Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü. Çev: Levent Özşar. Bursa. 2001. S. 16-17).

Muhafazakârlık, Milliyetçilik ve Çağdaşçı Sekülerlik Kapanında Türkiye

1912’lerde Hamdullah Suphi ve Yusuf Akçura önderliğinde kurulan “Türk Ocakları”nın amacı, dağılmakta olan imparatorluğu kurtarma çabası olarak tezahür eden “Üç Tarz-ı Siyaset”ten İmparatorluğun “Asli-unsuru” olan Türkleri öne çıkarmak, ona dayanmak, ona bir kimlik kazandırmak (milliyetçilik) ve kurucu unsur haline getirmekti. İttihat ve Terakki partisi, üç tarzı siyaseti sentezleme çabası olarak çaba gösterdi. Kurulan yeni devlette bu sentez, bir nevi mevcuttu.

1- ÇAĞDAŞÇI-SEKÜLERLER

Osmanlı toplumu, her alanda skolastik (tedrisatçı, tahsilatçı, taklitçi/tekrarcı (“Bizim oğlan, “Bina” okur; döner döner yine okur”) kendini yenilemeyi başaramadığı için, bir organizma/beden olarak çöktü. “Hasta Adam”, ölümünden önce birtakım gayretlerde bulunduysa da (Tanzimat-Islahat Fermanı, Meşrutiyet, Mecelle…), çöküşü engelleyemedi. İttihat ve Terakkinin pragmatik/gerçekçi kanadının öncülüğünde Anadolu coğrafyasını kurtarmayı başardık. Kurtuluş savaşının önderlerinden olan bu pragmatik kanat (M. Kemal ve arkadaşları) bir kültür devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Tarihsel kimliğin/kültürün mevcut hali ve her alanda yükselen Batı, bu öncüleri ciddi düzeyde etkiledi. Ne Batıyı hakkı ile tanıma; ne de kendi kimliklerini öz-eleştiriye tabi tutacak entelektüel vüsatları ve zamanları/fırsatları olmadığı için; -“to be or nat to be” saiki ile- yeni kadro ve yapı, bir “Mutasyon” olarak doğdu: Ne bu-ne o/hem bu-hem o. Bu arada, “Mutasyon” olgusunun, sadece Türkiye’nin kaderi değil; Batı karşısında bütün Asya toplumlarının kaderi olduğunu belirtelim (Daryuş Şâyegân, Batı Karşısında Asya. Çev: Doç. Dr. Derya Örs. İst. 2008. S. 87 vd). Aktif düşünme geleneğinin, öz-eleştiri cesaretinin olmaması, M. Kemal’in ölümünden sonra bu yapıyı dondurdu-dogmatikleştirdi. Şahsını da fani-mümtaz bir “kişi” olmaktan çıkarıp “kült”e dönüştürdü. Bu yeni kadroların, Batıda olup bitenleri aktif-özne olarak takip etme kapasitesi olmadığı gibi; kadim kimlik kodlarını da baskılayarak halının altına süpürdü. Mütedeyyin halkın sembolik kapitallerine dokunulmuş olması, onlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmıştı. Yeni toplum, şizofren olarak doğdu.

2- MUHAFAZAKARLAR

1950’lerden itibaren demokrasiye geçişe paralel olarak –Amerikan etkisi altında- kadim kimlik kodları, Tarikat-Cemaat ve Siyaset olarak geri döndü. Kadim devlet-toplum-insan yapısını çökerten kavram ve kurumlarında hiçbir yenilik, tecdit, ıslah, bakım yapılmadan, anakronik olarak ortalıkta arz-ı endam etmeye başladılar. Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi, Türk muhafazakârlığı-mukaddesatçılığını hamasi bir “sağcılık” olarak şekillendirdi.

1980-2000 arasında muhafazakârların biraz “düşünce” ile tanışma fırsatı oldu. Dergiler, yayın evleri, paneller, sempozyumlar, konferanslar ile düşünce hayatında bir canlılık vardı. 2000’lerden itibaren Takiyye/Siyaset, “Gömlek Değiştirme” ve “Paralel Yapı” olarak iktidara geldikten sonra, ilk on yılda ayağına bir yer edinip, sonra da “Cemaat” ve Tarikat-Siyaset (AK Parti) kanatları arasında bir iç-çatışmadan (15-Temmuz Darbe Girişimi) sonra; Cemaat kanadı püskürtülüp, Tarikat-Siyaset kanadı/koalisyonu mutlak iktidar oldu. N. Fazıl Kısakürek’in şiirlerinde dile getirdiği (“Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya”) hınç-kin ve rövanş tutkusu, politik faaliyetin temel motivasyonu haline geldi. “Halife-Sultan” kişi kültü ve politik hafızası, “Dik Duran” bir “Lider” bulduktan sonra, yirmi yıldan fazladır peşinden ayrılmıyor. Kabaca yüzde elli olan bu seçmen kitlesinin önemli bir kesiminin desteğinin üç farklı motivasyonunu birbirinden ayırmak mümkündür: 1- Çağdaşçı elitler, siyasiler ve askerler tarafından geçmişte aşağılanmışların ve onların çocuklarının rövanş duygusu. 2- Partinin, oy beklentisi ile kamu bütçesinden yaptığı sosyal yardımlarından nemalananlar (yaklaşık yirmi milyon olduğu söyleniyor) veya partili yakınları ile iş bulanlar (İş bulma kurumu): “Al gülüm-ver gülüm”. “Win-Win”. 3- Devletten “Vakıf-Dernek” aracılığı ile mülk ve imkân devşiren Tarikat ve Cemaatler. “Dava”, iaşedir; İslam ise, cilası: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” Bu arada, son bir yılda Meksika sınırından Amerika’ya kaçak yollarla girip yakalanan işsiz Türklerin sayısının 20 bin olduğunu hatırlatalım. Normal demokrasilerde on defa hükümet değişmesine sebebiyet verecek politik-iktisadi hatalar yapılmış olmasına rağmen (Fetö, Açılım, Suriye, Enflasyon,…) muhafazakâr seçmenin memnuniyetinin arkasında –muhalefetin çapsızlığı kadar- yukardaki “temelli” saikler mevcuttur. İki binlerin başında Liberal-Demokrat olarak siyaset yapmaya başlayan Ak Partisi, orta dönemlerinde İslamcılık-Ümmetçilik/Yeni Osmanlıcılık evresinden geçerek (bu politikanın duvara toslaması ile), sonunda popülist milliyetçiliğe demirledi.

3- MİLLİYETÇİLER

Türk Milliyetçiliği, seküler “Ulusçuluk” olarak CHP de kristalleşirken; “Sağcılık” olarak DP-AP-ANAP da “Mukaddesatçılık” olarak da MHP de kristalleşti. MHP ve “Ülkü Ocakları”, 1980 öncesi Komünist-Sosyalist sola karşı para-militer bir direnç olarak işlev görürken; 1980 sonrasında ise PKK ve Kürt Milliyetçiliğine karşı bir direnç noktası oluşturdu. Bir dönemler memleketi ve milleti karşılıksız seven “Ülkücü”ler (“Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun”), Pandemi ve ekonomik kriz sonrasında bıçkın olanlar “mafyatik” ilişkilere terfi ederken; mesleksiz/masum olanlar, polis-bekçi ve uzman çavuş olarak iş bulabildiler.

Kürt sorununun şiddete/teröre dönüşmesi, politik düşünceyi/konuşmayı zaten bitirmişti. İki binli yıllardan sonra başvurulan “Açılım “projesinin akamete uğraması, konuşmayı toptan bitirdi.

4- SÖZÜN-DİNLEMENİN BİTME SÜRECİ

İki binli yılların başında Muhafazakârlar ile çağdaşçı laik-liberaller arasında fikir alış-verişi mevcuttu. Muhafazakârların muktedir olmasına/ayağının yer etmesine paralel olarak, konuşma zorlaştı. The Cemaat ile Ak Partisi arasında da –vaktiyle- bir konuşma mevcuttu. Cemaatin güçlenmesine paralel olarak bu konuşma da zorlaştı ve sonun da şiddet kullanımına vardı. Cemaat, tasfiye edildikten; Ak Parti de sayın R. T. Erdoğan’ın kontrolüne tamamen geçtikten sonra, muhalefete karşı kullanılan dil sertleşti. Bu da karşı tepkiyi doğurdu (“Erdoğan Karşıtlığı”). Politik iktidar zamanla kendi medyasını oluşturdu (Yandaş Medya). Muhalefet de kendine göre bir medya oluşturmaya çalıştı. Böylece “karşılıklı konuşma” bitti. İktidar ve muhalefet, kendi içinde konuşmaya başladı: Tartışma programları “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” a dönüştü. Televizyon kanallarının “Demirbaş” dibek döğücü (konuşmacı) ekipmanları türedi. Eskiden, herkesin dinlediği, düşüncesine itibar ettiği aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, siyasiler vardı. Zıt görüşlerin birbiri ile tartıştığı kültürel, teolojik, politik programlar olurdu (“Siyaset Meydanı”, “Ateş Hattı”, “Aykırı Görüş”, “Teke Tek”, “32. Gün”…). Şimdilerde böylesi bir ortam neredeyse kalmadı. Sanat, kültür, düşünce ve üniversite çevreleri de buna göre vaziyet aldı. Muhalefetin kendi içinde Muhafazakâr (SP-GP-DEVA), Milliyetçi (İYİ Parti) ve Çağdaşçı-laik (CHP-HDP) olması, kendi aralarında zayıf da olsa, bir konuşma ve düşünce alış-verişi yapmalarına imkân verse de iktidar ile muhalefet arasındaki konuşma imkânı neredeyse tümden tükenmiş durumda. İktidar-muhalefet arasındaki son seçim yarışı dil olarak: “Vatansever-Vatan haini”, “Yerli-İşbirlikçi”, “Dinli-Dinsiz” …yaftalarına dönüştü.

5- ÇIKIŞ YOLU

Siyasetin entegrist/fundamantalist/dogmatik –ideolojik-düşünsel olmayan- “Ölümcül Kimlikler” (A. Maalouf) üzerinden yapılması, demokrasiyi tahrip eden temel husustur. Demokrasilerde siyaset ortak güvenlik, ortak maslahat, ortak gönenç üzerinden uzlaşı ile yapılır. “Vatandaşlık”, ülkede yaşayanların eşitliğini ifade eder. Bu eşitlik Anayasa, Hukuk ve Bürokratik Kurumlarla garanti altına alınır. “Parti”ler, birbirine kin/hınç/nefret duyan birer “Klan/Kabile” değil; ülkeye hizmet etmek isteyen yurttaşların üzerinde konsensüs sağladıkları programlar etrafındaki örgütlenmeler; siyaset ise, birbirleri ile yarışmalarıdır. Siyasetin etik özü Batılı anlamda “Honorial Duty”; İslami anlamda ise, “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Batılılar ve Müslümanlar, bütünü ile böyle siyaset yapıyorlar demiyorum; ancak, demokrasi, “Açık Toplum” oluşturmanın medeni bir aparatı/prosedürü olarak Batılılar tarafından geliştirilmiştir. Haklarını yemeyelim: Dinin yarısı insaftır.

Yurttaşlık, etnisite/dil gibi “verili” kimlik bileşenleri ötesinde şahsiyet/benlik/karakter/kişilik; ötekine açık olmaklık, müzakere, dinleme, konuşma, eğitim ve düşünme ile sürekli gelişmesi, genişlemesi ve büyümesi gereken bir süreçtir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma” matah bir şey değildir.

İslam, katı-muhafazakâr/gelenekçi/sünnetçi/taklitçi” Cahiliyye” toplumunu, binlerce kez düşünmeye-dinlemeye, görmeye (Rey) tartışmaya/müzakereye, diyaloğa çağırarak, karşıtı olan medeni bir “Müslüman/Mü’min” toplumu oluşturdu. Allah’ın kendisi de toplumdaki herkesi “dinleyerek (3/181, 58/1) onlara makul-mantıklı cevaplar verdi. Ezber/hafıza yerine; aktif-diri vicdanı önerdi. “Sözleri dinleyip en güzeline uymak” (39/18) İslam’ın kimlik oluşturma “teknolojisi”dir. Siyasette aynı tutumu, “Şura” kavramı/edimi ile başta peygamber olmak üzere müminlere tavsiye etti (3/159, 42/38).

Bugün Türkiye’de siyaset ve kültür alanları adeta “Yer, demir; gök, bakır”, kasvetli/karanlık, müstağni/mütekebbir (Narsist), az anlayan-bol yargılayan, “Gönül Coğrafyası”ndan bahsederken; burnunun dibindekini görmeyen, cepheleşmiş (ittifaklar), sürekli iç-düşman/terör örgütleri yaratan, ötekini duvar/tehdit olarak gören, şizofren bir ortam mevcuttur. Siyasi kamplaşma, toplumu esir alarak kültürü-sanatı, teolojiyi-tartışmayı, konuşmayı-dinlemeyi, anlamayı, öz-eleştiriyi bitirerek sosyal medyada (“Bataklık”) ve medyada dırdırı-gevezeliği, kakafoniyi, küfürbazlığı tavan yaptırdı.

Medeni olmanın bir ölçütü, insanların aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen; ortak hareket edebilme kabiliyetleridir. İlkel olmanın bir ölçütü de, insanların aralarındaki ortak paydalar, alabildiğine fazla olmasına rağmen; ayrı ayrı hareket etmeleridir. Medeni miyiz yoksa ilkel miyiz?

Türkiye’de Siyaset-Hukuk Dengesi(zliği) Üzerine

1-TANIM VE TARİH

Siyaset, organizmaların ve organizasyonların, toplulukların ve toplumların hayatta kalma, kendi olma, av bulma-av olmama, gelişme, güçlenme, palazlanma, hegemonya kurma içgüdülerinin bir tezahürüdür. Özünde biyo-ontolojik bir mevzudur. Platon, Aristo ve İlahi dinler, bu çabaya “Ahlaki” bir çerçeve çizmeye çalışmışlardır. Makyavelli ve Carl Smith, siyasetin amacını “Başarı” olarak kodlayıp içgüdüyü (Dost-Düşman) meşrulaştırmışlardır. Yunanlılar, içgüdüsel olanla ahlaki olanı sentezlemeye çalışan çeşitli siyaset tarzları/yönetim şekilleri denemişlerdir (Tiranlık, Oligarşi, Demokrasi, Aristokrasi…). Doğu toplumlarında da Tanrısal/ahlaki olan ile içgüdüsel olanı sentezleyen “Çoban-Sürü” kodu geliştirilmiştir. İnsanlık tarihinde “İmparatorluk” yapıları, Tiranlık ile Tanrılığın sentezi olarak çeşitli görünümler almıştır (Kayser, Kisra, Kral, Şah/Padişah, Firavun, Sezar, Papa, Sultan, Halife/Zıllullah…) Hammurabi ile başlayan “Hukuk” yapma faaliyeti, Roma İmparatorluğunda geliştirilerek siyaseti nispi olarak sınırlandırmaya başlamıştır.

Yunanlılar, “Demokrasi” yönetim tarzı ile halkın bir kesimini (erkek, hemşehri, hür, erişkin) yönetimde söz sahibi kılmaya çalışmışlardır. 1889’daki Burjuva sınıfının yapmış olduğu devrimden sonra Krallık ve Kilise devrilmiş; yerine halk meclisi/parlamento kurulmuş; önce cumhuriyete, sonra da tedrici olarak demokrasiye geçilmiştir. Milliyetçilik ideolojisinin yükselmesi ile “Ulus-Devlet” yapısı, başat kurum olmuş; “Hukuk”, Burjuva sınıfının ve egemen etnik grubun/dilin hegemonyasında şekillenmiştir. İki Dünya savaşından sonra da Demokrasi, Laiklik, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, İnsan Hakları, Avrupa ve ABD’nin kendi içini-evini dizayn eden kavram ve kurumlar haline gelmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da siyaset, partiler olarak örgütlenen ideolojilerin veya iktisadi sınıfların, hükumet etme/devleti yönetmesi (Yürütme) olarak tezahür etmektedir. Yargı (Hukuk), siyasetin dışına çıkarılmış; Yasama (Kamusal Hukuk) ise, iktidar ve muhalefetin ortaklaşa/uzlaşı/oylaması ile gerçekleştirdikleri bir süreçtir. Dış politikada ise, egemen olan ilke: “Dost-Düşman” “Makyavelizm”, “Av bulma ve av olmama”dır yani “Tuzak Kurmak (Diplomasi)”dır.

Kur’an, Yemen bölgesinde Milattan önce kurulan Main ve Sebe Krallıklarında uygulanan (27/35) “Şûra”yı Müslümanlara tavsiye etmiştir (3/159, 42/38). Ancak, Müslümanlar, bu ilkeden Kurumsal/Hukuki bir yapı icat edememiş (Dört Halife Dönemi); sonunda civarda olan (Pers-Bizans) krallık yapısını (Saltanat) ve kutsama (Halifelik) faaliyetini tercih etmişlerdir. İslam Dünyasına hâkim olan Araplar, Türkler ve İranlılar tarih boyunca bu yönetim biçimini sürdürmüşlerdir (Emevi-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı, Safavi…)

Kur’an, siyaseti emanet, ehliyet/liyakat, adalet/hukuk gibi ahlaki ilkelere bağlar. Buna “Rahmani Siyaset” diyebiliriz. Allah, 610-632 arasında hazır bulunmuş; bu süre zarfında cereyan eden siyasi olaylara-savaşlara müdahale etmiş ve direktifler vermiştir. Bu siyasetin icra edilme şekli de “Şûra”dır. Yani eşitlik. Toplumdaki herkes, sonucu gelip kendine dokunacak toplumsal sorunlarla ilgilenmek, sahaya inmek, elini taşın altına sokmak, sorumluluk almak zorundadır. Böyle de olmuştur.

Emevilerin, Bizans etkisi ile yönetimi Saltanata dönüştürmelerinden sonra; Abbasiler, Pers/İran etkisi ile yönetimi kutsallaştırdılar (Hilafet-Zıllullah). Selçuklular ile “kutsiyet”, kişi kültünden (Halife) “Devlet”e geçti. Türklerin Hakanlarında/Kağanlarında/Hanlarında gördükleri “kut”siyet (“Başın sağolsun”), devlete yeniden İslami bir bağlamda intikal etti: “Kutsal/Âli/Yüce Devlet”. “Hikmet-i Hükumet”. “Ya Devlet başa; ya kuzgun leşe.”

2- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Kendini koruma, kollama (güvenlik), geliştirme, zenginleşme olarak siyaset, meşru bir çabadır. Ancak, bünyesinde cehaletle birleşen bir samimiyet, sınırsız güç istenci ve muhaliflerini kandırma gibi “Şeytanilik” potansiyelleri barındırır. Hukuk ise, doğası gereği, bu şeytanilikleri önleme ve sınırlandırma çabası olarak “Rahmanilik” taşır. Hukuk, bu niteliğini insaf, vicdan, adalet, rıza, oydaşma aracılığı ve kurum-kurallarla yapar. Hukukta güç istencinin tezahürü olan kişi kültünün, karizmanın, kahramanın oluşması engellenir. Siyaset, kendini hukuk ve ahlak ile sınırlamadığı takdirde, şeytanileşir. Rahmanilik, siyasette dahi olsa, kendini/gücünü, ahlaki kurallar ile sınırlamaktır (Sünnetullah). Dış Siyasetin alanı, bazen veya daima “Kurtlarla Dans” olsa da; Rahmanilik, “Kurt Kanunu” olarak düşeni yememektir. İç siyaseti, sınırsız güç istencinden korumanın yolu, Anayasa/Hukuktur. Siyaset, dinamik; hukuk, statiktir. Siyasette yapılan hatanın telafisi yoktur. Hukukta ise, daima düzeltme imkânı/potansiyeli mevcuttur. Hukukun kökeni, ahlaktır (adalet idesi); güç istenci ve kişi kültünün egemen olduğu siyasette güç zehirlenmesi, mutlaklık ve tanrılık taslama tehlikeleri oluşur. Avrupa’da “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, bu tehlikeyi bertaraf etmek için geliştirilmiştir.

İslami açıdan Dış politika/Diplomasi, toplum-ülke güvenliğini korumak ve meşru çıkar elde etme faaliyetidir (60/7-9). Dış politikanın bir parçası olan “İstihbarat” faaliyetleri ise, başkalarına tuzak kurmak, av bulmak, avlanmak değil; avlanmamaktır: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). “Ey iman edenler, anlaşmalarınıza titizlikle uyun… Sizi Mescid-i Haramdan alıkoyanlara karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın; ama, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (5/2). Siyasetin aleni olarak Din (Tanrı-Hakikat) üzerinden dolayımlanması din istismarı, otoriter dogmatizm ve totaliter zorbalık/şiddet doğurur. Dinler tarihi, bunun şahididir. “Rahmani Laiklik”, yaptıklarını makul-mantıklı bir dille maslahat-mefsedet, zaruret-imkân/ibaha, menfaat-mazarrat açısından ahlaki gerekçelerle ortaya koymaktır. Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı da budur.

Hukuk, Marxist jargonla siyasal egemenin-sınıfın kadife kaplı sopası olmak zorunda değildir; Hukuk, “bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu…; kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat. Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. 2015. Ank. S. 14-15)

3- TÜRKİYE GERÇEĞİ

Osmanlının çökmesi ile kurulan yeni “Ulus Devlet”, rejim olarak “Cumhuriyet” ve “Tek Parti” yönetimi olarak şekillendi. “Hukuk” da bu yapı tarafından şekillendirildi. 1950’lerden sonra çok partili demokrasiye geçişle birlikte siyaset ve hukuk, askeri “Vesayet” tarafından etki altına alındı ve çeşitli “Darbe”ler yapıldı. İki binli yılların başından itibaren, görece siyaset ve hukuk, bağımsızlaştı. 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra ise, giderek siyaset güçlendi ve hukuk gerilemeye başladı.

Bir toplumda iç siyasetin yoğunluğu-yaygınlığı, toplumun ihtiyaç duyduğu sosyal-psikolojik, kültürel, ideolojik, kimliksel konsensüsün/uzlaşmanın sağlanamadığının göstergesidir. Teamüllerin, kuralların, kurumların (bürokrasi) egemen olduğu toplumlarda siyasetin rolü ve gündem oluşturması zayıftır. Herkes, kendi işine bakar. Siyaset, toplumu meşgul etmez. Siyasetçiler, kendilerini toplumun en “önemli” kişileri sanmaz.

Devletin cesametinin büyük ve kutsiyetinin olduğu toplumlarda siyaset güç, itibar-çıkar sağlamanın bir yoludur. Mesleği-mahareti ile topluma hizmet edemeyen küheylanlar, siyasete üşüşür. Toplum mühendisliği ile topluma şekil-kimlik vermeye kalkışan ukalalar, devleti ele geçirmeye çalışır.

Osmanlının katı gelenekçi kültür yapısı, devletin çökmesini doğurmuştur. Modernleşmeci İttihatçılar, bir Kültür Devrimi yaparak tarihe tutunmaya çalıştılar. Bu da, toplumda bir kimlik krizi doğurdu: “Laik-Muhafazakâr”. Ulus Devlet ve Milliyetçilik ideolojisi, ikinci bir kimlik krizi doğurdu: “Türk-Kürt”. Kutsal Devlet geleneği, başka bir ihtilaf yarattı: “Gece Bekçisi/Liberal Devlet- Kutsal/Baba Devlet”.

Bugün Türkiye’de Siyasetin yakıcı yoğunluğu, bu arka plana bağlıdır: “Kimlik Siyaseti”. Bu ortamda medeni bir toplum oluşturmanın yolu, Hukuk çerçevesinde siyasal tartışma ve müzakereden geçmektedir. Hukuku dışlayarak salt “siyasal olan”a yoğunlaşmak, barbarlık ve iç savaş potansiyeli taşır.