Neden Hukuk Tanımıyoruz?

Tanım-Teori

Hukuk, adalet arayışı anlamında Rahmaniyyetin tecellisi olarak tarafsızlık veya haklıdan yana olmaktır. Haklıya hakkını, haksıza cezasını vermektir. “Biz” demeye en uygun/temel kriter, hukuk ve adaletin terazisidir. Akrabalık, çıkar birlikteliği, inanç birlikteliği gözetmez: “Emaneti/kamusal sorumluluğu-görevi ehline vermek” (4/58), temel prensiptir. “Ey iman edenler, kendiniz (müminler), ana-babanız ve en yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. Zengin veya fakirliği de kriter olarak almayın. Allah, bu hususta onlara sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede nefsinize (içgüdülerinize), kendinize uymayın. Eğer konuyu çarpıtırsanız veya şahitlikten çekinirseniz; Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (4/135). Musa (a.s), kabile asabiyeti yüzünden bir kişiyi öldürdükten sonra, yaptığının yanlış olduğunu anlayınca: “Bu şeytanın işidir; o, apaçık ayartıcı bir düşmandır” (28/15) demişti. Zira; “Peygamberler, kişisel vicdanı, toplumların tarihinde yaşanan olaylarda ifadesini bulan kâinatın manevi düzeni ile yüzleşmeye davet ediyorlardı. Adalet mücadelesi, tarihsel bir eylem meselesi idi. Dolaysıyla peygamberlerin en tutarlı takipçilerinin gözünde kişiler arası eşitlikçi adalet, uygar yaşamın en yüce değeri haline geldi. Öyle ki, gerektiğinde adaleti sağlamak uğruna diğer sanatlardan ve müreffeh bir hayattan bile vazgeçilebilirdi” (Marshall. G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni. Çev: Berkay Ersöz. Ank. 2024. S.160). “İbrahimi ve Mazdacı geleneklerin genel görüş tarzı, cemaat (ümmet) aracılığı ile tarihte adaleti gözetmek diye özetlenebilir. Bütün peygamberler, adil eylemin en üstün dinsel etkinlik olduğunu vurgulamışlardır. Özellikle bireysel kişisel benlik farkındalığı ile ilgilenen Hint kökenli geleneklerin (Mistisizm-Tasavvuf/İG) aksine, -halkçı olsun olmasın- İran-Sami gelenekleri, kişiler arası adalet meselesine önem vermişlerdir” (Marshall, a.g.e., s 174).

Tanrı nezdinde kıymetli-kıymetsiz olmanın iki kriteri vardır: 1-İman-Küfür. 2- Adalet-Zulüm. İnsanlar nezdinde bu kriter tektir: Adalet ve zulüm. Birincisi, Allah ile insan arasındadır; bizi ilgilendirmez (“Dinde zorlama yoktur”, 2/256). Hukukun tecelli etmesi için, bireylerdeki vicdanın diri olması, doğru tartması, bunun için de düşüncenin aktif olması gerekir. Taklit ve kör-inanç, mezhep taassubu yaratır; bu da adalet terazisini bozar.

Devrimci-Seküler “Biz”

Osmanlı Devleti, çöküşüne doğru “Tanzimat” döneminde geliştirdiği “Mecelle” ve “Kanun-i Esasi” ile “Hukuk Devleti” olmaya başlamıştı. Ömrü yetmedi, öldü. Cumhuriyet, bir dizi “Kültür Devrimi” ile kuruldu. 1950’lerden itibaren Batı’ya yaklaşarak hukuk yapmada ve hukuki kurumlar geliştirmede epeyce mesafe almıştı. Ancak, hukuka “uyma” ve “denetleme”de her zaman sorunlar olmuştur. Darbeler, hukuka uymadaki başarısızlıkların bir göstergesidir. Kültürel devrim yaşamış bir toplum olmamız hasebi ile bizde “siyaset”, güç istenci, tahakküm tutkusu, iradesini tenfiz etmek için “hukuk” kavramını, kanun “sopa”sının kılıfı olarak kullanılmıştır. Bu, dün böyleydi; bugün de böyle. Toplumun bütün kesimlerinin ortak maslahatını ve güvenliğini sağlayacak, konsensüse (icma-şura) dayalı bir hukuk yaratma aşamasına gelemiyoruz. Daima “Madem öyle; işte böyle” veya “Sen öyle yaparsan; ben de böyle yaparım” (kin, intikam, rövanş) modundayız.

Mezhebî/Mütedeyyin “Biz” 

Dinî itikat birlikteliği, inananlara kendiliğinden/de facto dogmatik (gerekçe getirmeksizin) bir doğruluk vehmi/zannı yaratır: “Bizden olan, kesinlikle haklıdır.” Mezhep altı “mikro-mezhep”ler olan tarikat ve cemaatlerde de aynı zihniyet egemendir. Bunlar, kendilerinin dinî anlamda “doğru yol”da (sırat-ı müstakim) oldukları zannı ve vehmi ile kolayca “Minareyi (daha küçük bir şeyi değil!) çalıp kılıfına uydurma”, “Hile-i Şeriyye”ler ve “Kitabına uydurmalar”, yani hukuksuzluklar yaparlar. Sözde veya samimiyetle “Allah rızası” için, gözlerini kırpmadan hukuksuzluk ve zulüm işleyebilirler. Çünkü kriter, kendilerinin kör-inançlarıdır; yazılı yasalar, argüman, delil, kanıt değil. Türkiye’de muhafazakârların mağduriyet psikolojisi, hukuka uymada önemli bir handikaptır. “Hizmet Hareketi” namı ile bir “cemaat”in yaptığı “kumpas”ları, “soru çalma”ları vb. hepimiz hatırlıyoruz. Takiyye yapan bu cemaat, 15 Temmuz’da deşifre edildikten sonra, bunların hakkında başlatılan tahkikatlarda “KHK” ile nice yaşın yanında kurunun da -hukuksuzca- yakıldığını, hem de dinî/mezhebî-meşrebî saiklerle bunun yapıldığını biliyoruz. Bu tevkif-tahkikatlarda kılı-kırk yararcasına bir titizlik gösterilmesi yerine; “günah keçisi” ve “şeytanlaştırma” süreçlerinin işlediğini biliyoruz. Tarikatların, “kamu hazinesi”nden “vakıf” adı altında mal-mülk-menfaat devşirmeleri ve bunu onlara “peşkeş” çekenlerin de hile-i şeriyye ve kitabına uydurma makamında oldukları, izahtan varestedir.

Ekonomik-Politik “Biz”

Günümüzde Türkiye’de politik “Biz” yani “Parti” oluşturmanın temel iki saiki mevcuttur: 1- Ekonomik çıkar tutkusu, 2- Politik tahakküm arzusu. Bir zamanların “Politik Yelpaze”si, yani “Merkez, Sağ, Sol” ve “Politik-İdeolojik Üçgen”, yani “Sol-Sosyal Demokrasi-Liberalizm-Muhafazakârlık”, dünyada da Türkiye’de de çoktan Post-Modern, Post-Hümanizm, Post-Truth, Trans-Hümanizm akımlarının un-ufak ettiği anlamsız kategoriler olarak kaldı. 2000’lerin başına kadar Türkiye’de Politik-İdeolojik “parti”lerin olduğunu söyleyebiliriz. Sağda DP, AP, ANAP, Millî Görüş partileri, MHP; solda CHP, sol-sosyalist partiler, Kürt partileri mevcuttu. 2000’li yılların başından itibaren AK Parti, sağ-muhafazakâr “boya”yı sabit tutarak iktisadi çıkar tutkusu (“Biraz da biz ölelim”) ve politik tahakküm arzusuna dönüştü. MHP, mafyöz ilişkilere evirildi; çağdaşlık-laiklik, Atatürk sembolik kapitallerini kullanarak CHP de “anonim şirket”e dönüştü. Kürt partileri, nispeten politik davalarını koruyarak ABD ve İsrail’in “proxy”lerine dönüştü. Bu yapılardaki “Biz”i oluşturan ortak bir ahlaki ülkü, ütopya, dava, ideal ve ideoloji yoktur. Başlıca motivasyon çıkar tutkusu ve güç istenci olduğu için, “hukuk”un esamesi okunmaz. Ülkemizde yalan, kandırma, tükürdüğünü yalama, “dün öyle-bugün böyle”, iki -hatta daha fazla- yüzlülük, kumpas, pusu…,  siyasetin tanımı (“siyaseten”) olarak görülünce; böyle bir ortamda “hukuk” tan bahsetmek, müstehildir. Konfüçyüs’e atfedilen: “Arsızlar ‘güçlü’ olunca; haklılar ‘suçlu’ olurmuş” özdeyişi, durumumuzu epeyce özetliyor gibi. Türk toplumunda “Balık baştan koktuğu” için ve “Hal, sâri olduğu” için; halk da siyasilere bakarak aynı şeyi yapıyor; kendi sorununu, kendi başına veya çeteleşerek çözüyor.

Sonuç

Hukuk yapmanın, yani adaleti tahakkuk/tenfiz etmenin evrensel iki kaynağı vardır: 1- Ahlak 2- Menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran”. Batı toplumları, uzun süren din, çıkar ve ırkçılık iç savaşlarından yorgun düştükleri için, -ahlak ile değil- ikinci kuralı keşfederek kurtulmuşlardır. Bizde de hukuk yapacak yeterlikte ahlak ve vicdan olmadığına göre; ikinci kuralı keşfetmek zorundayız. Zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Başka çaremiz yoktur. Aynının/kendinin bilinci, genellikle güç istenci, istiğna, iç-güdü, kör-inanç, refah, arzu, heva peşinde koşar (siyaset). Dinleme, ötekinin sesi-yüzü, başkasının bakışı, ötekinin mağduriyeti-ihtiyaçlarını gözetme, doğru bir “hukuk”a imkân verir. Ancak, bu (ahlaki saik) Türkiye’de şimdilik “imkânsız”. Büyük ölçüde güç istenci ve çıkar tutkusu ile motive olmuş bir “Biz/Siyaset” ekibinin, herkesin/kamunun/hukukun koruyucu kılıcı-meleği olacak yeni ve “sivil” bir anayasa yapma teklifi/talebi siyasi bir manevra, bir ironi, bir şaka-mizah olabilir. Oysa “Uygarlığın sanatlarından biri de, resmen dokunulmaz (Tanrısal-İG) kılınmış olan adalet sanatıydı. Bir yönetici, sadece ihtişamlı bir saraya veya göz kamaştırıcı başarılarla dolu bir sicile sahip olduğu için değil; aynı zamanda adil yasalar koyduğu, hukuku adaletli biçimde uyguladığı için de kendiyle gurur duyabilirdi. Bu itibarla, kişisel vicdani gelişim, uygar sanatlar arasında öne çıkarken; adaleti sağlamaktan duyulan gururun da, daha fazla önem kazanması beklenir.” (Marshall, a.g.e., s.147)

Türkiye’de Dinin Dört Figürle Geri Dönüşü

Osmanlı İmparatorluğu çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra, Anadolu, tehcir ve nüfus mübadeleleri ile İslamlaştırılarak üniter bir ulus devlet kuruldu. Yüzde 99’u Müslüman olan halka Avrupai bir elbise biçildi-dikildi. Hilafet, Şeriat ve Tarikat ilga edilerek çağdaş-seküler bir devlet yapısı inşa edildi. Dinin itikat, ibadet ve ahlak unsurları Diyanet riyasetine tevdi edildi. Eğitimle de toplum sekülerleştirilmeye çalışıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mevcut sünni teoloji tartışılmaya başlandı ise de; cumhuriyet döneminde -zaman olmadığı için- bu eleştiriye devam edilmemiş, mevcut dini muhayyile havalandırılmamış, tecdit edilmemiş, külleri üfürülmemiş, bakımı yapılmamış ve halının altına süpürülmüştür. O da, fazla zaman geçmeden geri dönmüştür. Bu dönüşün biri sivil, diğeri politik olmak üzere iki kanadı olmuştur. İkisi sivil, ikisi politik olmak üzere, bu geri dönüşü, başlıca dört figürle/kişi kültü ile izah etmeye çalışacağız.

1-SAİD NURSİ (“NURCULUK”)

Tarikat “ruhu”, Said Nursi’nin öncülüğünde “Cemaat” olarak geri dönmüştür. Said Nursi: “Devir, Tarikat devri değil; Cemaat devridir” diyerek, kendi örgütsüz “örgüt”ünü oluşturmuştur. Bir taraftan, kendi döneminde yükselen Pozitivizmin dine saldırılarını göğüslemek için bir savunma “Kelam”ı oluştururken; diğer taraftan da devletin/rejimin sek/sert/seküler uygulamalarına karşı sivil olarak dini hamiyetle karşı durmaya çalışmıştır. Devletin ısrarla takibatına rağmen; aleni suç işlemeden, legal bir şekilde yazmış ve konuşmuş, “Nurculuk” diye bir teolojik bir cemaat oluşturmuştur. Bu teolojik yeni yorum, onun ölümünden sonra farklı fraksiyonlara bölünmüştür. Hepsi de, sağ hükumetler ile dirsek temasında olarak ve diyaloğa girerek vakıf-dernek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu gruplar, şeriat ve hilafetten teolojik olarak vazgeçmemiş olmasalar da; cumhuriyet ve demokrasi ile fazla bir sorunları olmamıştır. “Risale-i Nur” külliyatını yazarak-basarak, okuyarak, okutarak tebliğ, vaaz, irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Risale-i Nur külliyâtı, Sünni, kaderci Eş’ari ve ilhamcı-rüyacı Tasavvufi damarın, bazı Kur’an ayetleri ıle -Pozitivizmin saldırıları da göz önünde bulundurularak- yeniden yorumlanmasıdır. Türklerin tarihinde ilk “Türkçe” teolojik bir yorumdur. Bu süreç içinde Osmanlıda etkin olup yasaklanan Tarikatlar, yeraltında/illagal olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.

2-FETULLAH GÜLEN (“HİZMET HAREKETİ”)

Bu teoloji ile beslenen Fetullah Gülen, 1970’lerden itibaren kendi etrafında oluşturduğu muhip-müritleri ile ve “Allah isterse, kâfirleri müminlerin emrinde kendi dini için hizmetkâr kılar” inancı gereği ABD/CIA ile de ilişkiye girerek,“The Cemaat” veya diğer deyimle “Hizmet Hareketi”ni oluşturdu. Meşhur “Abant Toplantıları” ile Türkiye’de meşruiyet devşirirken; “Dinler Arası Diyalog” ile de uluslararası meşruiyetini perçinlemeye çalıştı. Sünnilikte meşru olan “Harp Hiledir” ve Şiilikteki “Takiyye” prensiplerine bağlı kalarak –yurt içinde ve yurt dışında- eğitim (Dershane-Okul) faaliyetleri başta olmak üzere değişik sivil toplum kuruluşları ile hareketini geliştirdi ve devleti “ele geçirmek” için kurumlarına sızdı (“Paralel Yapı”). Kendini “Kâinat İmamı” olarak görerek, İslam’ı dünyada “Temsil” misyonuna soyundu. İki binli yılların başlarından itibaren iktidara gelen AK Parti hükumetleri ile –alnı secde görenler olarak- de “iş birliği” yaparak mevcut “Vesayet Rejimi”ni yıkmak için soru çalmadan “Kumpas”lara varıncaya kadar bir sürü “illegal” faaliyetler yaptı. Gücünü artırınca, Ak Parti hükümeti ile bazı konularda ters düşmeye başladı ve aralarında bir münaferet oluştu. Sonunda “15-Temmuz/Darbe Girişimi”nde bulundu ve yenildi. Ondan sonra da “FETÖ” olarak takibatlara uğradı. Fetullah Gülen, 20 Kasım 2024 tarihinde Amerika’da öldü. Bu olgu, Ak Parti/Erdoğan’a karşı “İhanet”; Türkiye’ye karşı da kör-inanç, samimiyet ve cehaletin birleşmesinden doğan bilançonun/sonucun, ihanetten bin beter kötülüğüdür.

3-NECMETTİN ERBAKAN (“MİLLİ GÖRÜŞ”)

Yirminci yüzyılın başında Mısır kaynaklı “İhvanu’l-Müslimin” hareketinin başlatmış olduğu ve İslam dünyasında etkili olan “İslamcılık” hareketinden etkilenen Necmettin Erbakan ve arkadaşları, 1970’lerin başlarında “Milli Nizam Partisi” ile İslam’ı legal politik düzlemde “Milli Görüş” doktrini ile aktüelleştirmeye çalıştı. Buna 1979’daki İran “İslam Devrimi”nin etkisini de eklemek gerekir. “Ağır Sanayi” ve “Manevi Kalkınma” sloganları ile politik faaliyetlerde bulundu ve hükümetlere ortak oldu. İmam-hatip okullarının sayısını artırmaya çalıştı. Önceki hükumetlerin almış olduğu AB (“Batı Kulübü”)’ye girme kararına ısrarla karşı durdu. Anayasada mevcut olan sert “Laikçilik” politikalarını yumuşatmaya çalıştı. Fiilen dinamik bir hukuk nosyonuna haiz iken; dogmatik-donmuş bir “Şeriat” idealine, -açıktan olmasa da- elinden geldiğince bağlı kalmaya çalıştı. Amerika ve İsrail’in Türkiye’ye dönük politikalarına karşı çıkmaya çalıştı. Kurduğu partiler, mevcut vesayet rejimi tarafından kapatılsa da davasından vazgeçmeden –legal çizgide kalarak- yoluna devam etti.

4-R. TAYYİP ERDOĞAN (“İSLAMCILIK”)

İki binli yılların başında merkez sağın çökmesi ile birlikte R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, “Gömlek Değiştirerek” Milli Görüş’ten ayrılıp Ak Parti’yi merkez sağı ikame edecek tarzda geniş bir yelpaze ile kurdular. Ak Parti, muhafazakâr bir kalıp ile birlikte, -belli ölçüde- gayri “Türk” içerlemesi ve ekonomik motivasyonların sentezidir. Küreselleşme(Post-modern, Post-Turuth, Trans-Human…) ile birlikte dini ruhun buharlaşması, ekonomik(para) saikini(“arzular şelale”) güçlendirmiştir. Dolaysıyla, “Gömlek Değiştirme”nin asıl motivasyonu: “Biraz da biz ölelim”dir (İnşaat, İstihdam, İhale/Rant). Üretim ekonomisi ile pek “iş”leri olmamıştır. 2010’lara kadar, AB uyum yasları ve “The Cemaat” ile birlikte yol temizliği yapılmış; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “Tek Adam (Başkanlık))” rejimi tahkim edilmiştir. Oysa yirmi yıl öncesinde sayın Erdoğan, “Başkanlık” sisteminin Amerikalılara ait bir şey olduğu gerekçesi ile eleştirmişti. Böylece ABD’ye vaad edilmiş olunan “Ilımlı İslam” rolünden yavaşça uzaklaşmaya başlandı. Fetullahçı darbe teşebbüsünün arkasında da bu caymayı cezalandırma vardı.

NATO (Batı) içinde olmamıza rağmen, önce “Köprü” pozisyonuna geçilmiş (“Eksen Kayması” tartışmaları); doğuya (Rusya, Türk Dünyası, Çin) da yönelinmiş ve “Gönül Coğrafyası” ile (Ümmetçilik) dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. “Arap Baharı”nın kışa dönüşü ile birlikte (Suriye-Mısır politikaları) “Rabia” ruhundan “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak”a ricat edilmiştir: “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma.”

FETÖ olgusu ve iç politikadaki yolsuzluklar, hukuksuzluklar, tarikat kayırmaları, mafyalaşmalar…, geniş kitle tarafından “Dindar/Muhafazakâr-Mukaddesatçı” kimliğin hanesine yazılmış ve dinden soğumalar artmıştır (Deizm, Ateizm, Agnostisizm… tartışmaları).

5-SONUÇ

Düşünsel, kavramsal, kurumsal ve duygusal (vicdani) bir yenilenme (tecdit) olmadan, anakronik, dogmatik, mukallit bir dinsel muhayyile ile en son buraya varılmıştır. Osmanlı’nın siyasal bedenini çökerten teolojik (Sünni-Tasavvufi) muhayyile üzerine düşünmeden, onu sorgulamadan, yenilemeden –rahmetli M. Akif ve N. Topçu bunu yapmaya çalışmıştı-, Cumhuriyete, devrimlere küfretmenin ve dini “geri getirme” çabasının ve laikliğin üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Akif ve Topçu, siyasette din satan, profesyoneller (“İslamcı”) değil; samimi, dürüst, amatör, naif, basit, sıradan şair-düşünür müminlerdi.

İlk Sorumluluk/Zorunluluk Olarak “Düşünme”yi Öğrenmek ve Öğretmek

Düşünmenin İki Genetiği

Genetik olarak iki türlü düşünme vardır. Birincisi, meraktan doğan felsefi-bilimsel düşünme (icat çıkarma da buraya bağlıdır); ikincisi, hayret etmekten doğan dinsel ve ahlaki düşünme. Birincisi, eski Yunan’da palazlanmış ve daha sonra (Hristiyan/teolojik parantezden sonra) Batı’da üniversitelerde gelişmiş ve çiçeklenmiştir. Bu düşünme, özel ve kurumsal (eğitim) bir çabayı gerektirmektedir. İkincisi, Doğu Akdeniz’de peygamber/vahiyle başlamış, daha sonra dogmatik teolojilere evrilmiştir.

Birinci düşünme tarzı “Bu nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularını sorup cevaplarını arar. İkinci düşünme tarzı ise: “Ben ve bu (nesne/şey) niçin yok değil de, var(ım)?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de, böyle oluyor?” sorularını sorar. Bu ikinci soruları, tek bir soruya indirgemek de mümkündür: “Bu değirmenin (Güneş sistemi, ekosistem ve insanın kendisi) suyu nereden geliyor?” İnsanlar, bu ikinci soruyu sormadan da yaşayabilirler: “Üzümü ye, bağını sorma.” Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, ikinci düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma (“Dağ deneyimi”) ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler. Herakleitos, bu geniş halk yığınlarını köpeklere (“Çünkü onlar, tanımadıkları insanlara ürerler”) ve eşeklere benzetir (“Çünkü saman sarısı ile altını ayıramazlar”) (Martin Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, Çev: Ahmet Aydoğan, İst., 2008, s. 39). Kur’an ise bunları: “Aslandan ürkmüş eşeklere” (74/50-51) ve “elbise giydirilmiş kütükler”e benzetir: “Onları gördüğünde, kalıpları hoşuna gider; konuştuklarında da dinletirler; fakat onlar, sanki (aslında) elbise giydirilmiş kereste gibidirler” (63/4). “Üzümü ye, bağını sorma” modunda yaşayan nankör (kâfir) tabiatlı insanları Kur’an, genel olarak hayvanlara benzetir; “hatta daha aşağılıktırlar” (7/179, 25/44, 47/12…).

Şükreden Düşünme

Mu’tezilî düşünür Kadı Abdülcebbar, “İnsanın ilk ahlaki sorumluluğu, kendini nimetlendiren/ona hayat ve menfaat temin eden Allah’a şükretmektir” dedikten sonra; bunun gerçekleşmesi için de, bundan önce, onu tanıması, ilk ahlaki sorumluluktur der ve bunun gerçekleşmesi için de, daha da ilk sorumluluğun/zorunluluğun (vücubiyet) düşünmek (nazar) olduğunu vurgular. (Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, Kahire, 1988, s. 76-77). Kur’an’da vuku bulan bu düşünme tarzına, ben “Şükreden Düşünme” diyorum. (İlhami Güler, Şükreden Düşünme ve Küfreden Düşünme, Ank., 2019). Bu düşünme tarzını Heidegger, kendince şöyle tanımlıyor: “Kökensel ‘der Gedanc’ hafıza/zikir ve şükür sözcüklerinde bizi çağıran alana daha yakından kulak vermeliyiz. Bizi her yerde, her zaman düşünmeye sevk eden, en ziyade düşünce uyandırandır. Onun bize bahşettiği bağışa en ziyade düşünce uyandıranı düşünerek mazhar oluruz. Böyle yaparak, en çok düşünce uyandıranı düşünür durumda kalırız; onu hatırlarız. Böylelikle özümüzün bağışı, yani düşünme için şükür borçlu olduğumuzu, düşünceyle hatırlarız. En çok düşünce uyandıranı düşündüğümüz için şükrederiz… Böyle bir şükür, (basit bir-İG) ‘tazmin’ değildir; armağan tarzında bir karşılık vermedir. Ve ancak bu karşılık vermeyle biz, asli manada düşünceye sevk edenin asli doğası içinde ne ise o olarak kalmasına izin veririz” (Heidegger, a.g.e., 68). “İlk konuşma/düşünme anlamında zikir, bir o kadar da sadakat demektir. Bu sözcük (der Gadenc), dindarlığın özel anlamına sahiptir ve ibadetin sadakatine işaret eder. Bunun tek sebebi, onun kutsal ve lütufkâr olanın (Tanrı?-İG) üzerine her şeyi kuşatıcı yoğunlaşma rabıtası ifade etmesidir. Der Gadenc, sadakat olarak hüküm süren hafızaya (hatırlama/zikir) açılır… Çünkü şükrederken düşünen kalp, toplanmış ve yoğunlaşmış olduğu yeri hatırlar. Çünkü onun ait olduğu yer, orasıdır. Hafızada geriye doğru (verilmiş olanı, varlığı, kendini vereni-İG) düşünerek hatırlayan bu düşünme, kökensel/asli teşekkürdür” (Heidegger, a.g.e., 67).

Mantıki Düşünme

Heidegger, Sokrat öncesi Yunan düşünürlerinde varlığın gizlilikten sıyrılması-açığa çıkması (aletheia ve physispoesis) ve açıkta toplanmış olarak sükûn etmesi (Logos) olarak hayret halinde bir düşünmenin var olduğunu; okul filozofları (Platon-Aristo) ile birlikte bunun (Logos) “Mantık”a (Logic) dönüştüğünü ileri sürer: “Mantığın gelişimi ne zaman başlamıştır? Grek felsefesi sona doğru yaklaştığında ve okullar, örgütlenme ve tekniğe (uzmanlık) ait bir iş haline geldiğinde başlamıştır. Var olanın varlığı ‘idealar’ (Platon) olarak tasarlanıp ve bu haliyle ‘episteme’nin objesi haline getirildiği zaman başlamıştır. Mantık, Platon ve Aristotales okullarının (Akademia-Lise) müfredatında ortaya çıkmıştır. Mantık, (gerçek) filozofların (düşünür) değil; okul öğretmenlerinin bir icadıdır” (Heidegger, a.g.e., 26). “Mantık, düşüncenin biçimsel yapısı ve kurallarının bir açıklaması olarak Varlık ve düşünme arasındaki ayrım gerçekleştikten ve hatta ‘belli bir tarzda ve belli bir yönde’ (vurgu bana ait-İG) gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkabildi. Dolayısıyla mantığın kendisi ve onun tarihi, asla Varlık ve Düşünme arasındaki bu ayrımın özü ve kökeni üzerine yeterli ışık tutmaz. Mantığın kendisi, kökeni ve buyurgan yorum sunma iddiası bakımından bir açıklamaya (eleştiriye-İG) ve temele muhtaç durumdadır… Hegel’in bilinçli bir şekilde o zamana kadar ‘Metafizik’ diye bilinen disipline ‘Mantık’ adını vermesi, mantığın bu baskın konumu ile uyum içindedir. Onun Mantık Bilimi adlı eserinin, Mantık üzerine bilinen ders kitapları ile hiçbir ortak yanı yoktur.

Düşünme, Latincede ‘Intelligere’dir. O, Intellectus’un (zihin, müdrike, anlık) işidir. Eğer biz, intellektualismus (spekülatif-mantıki akıl yürütme) ile mücadele etmek istiyorsak, hasmımızı bilmemiz gerekir. Intellektualismus’un oluşumunun, uzun zaman alan bir gelişmenin, yani Batı metafiziğinin katkısıyla düşüncenin ele geçirdiği öncelikli konumun gücünü yitirmiş modern bir çocuğu olduğunu bilmemiz gerekir. Günümüz intellektualismus’unun, sağlıksız tümörleşmesine neşter vurmamız gerekir” (Heidegger, a.g.e., 27-28). Heidegger, bu süreci “Maneviyat”ın yanlış yorumlanması olarak niteler. Başlıca çıktıları şunlardır: 1- Ruh’un (Geist) zekâya (intelligenz) indirgenmesidir. Zekâ, mevcut şeylerin mümkün değişimlerinin ve tamamlayıcı yeni imalatlarının incelenmesi ve hesaplanması üstünde durarak düşünülmesinde sırf zekâsaldır. 2- Zekâ olarak tahrif edilmiş ruh, -bununla birlikte- ele geçirilmesi öğretilebilir ve öğrenilebilir hale gelen başka kullanımlık aletin hizmetinde bir kullanımlık aletin rolüne iner. 3- Ruh’un, bu “kullanımlık alet/araç” olarak yanlış yorumlanması başlar başlamaz, Manevi/Ruhsal vuku bulmanın güçleri (tezahürleri-İG) olan şiir, güzel sanatlar, devlet, din, bilinçli bakım ve planlamanın (zekâ) çemberine girer. 4- Bu çember içinde “Kültür”, şatafat ve ihtişam parçalarına dönüşür. Amerikan Kapitalizmi ve -aynı metafiziğe bağlı- Rus Komünizmi, bunun örnekleridir (Heidegger, Metafiziğe Giriş, Çev. Mesut Keskin, Berlin, 2011, s. 56 vd.). Heidegger’in, kendince “Akşam Diyarı”nın (Avrupa) ortasındaki “Gönderilmiş Halk” ve “Akşam Diyarının Kısmeti” olarak görmek istediği Almanlarda tezahür etmeye başladığına inandığı/sandığı “Ruh”, Nasyonal Sosyalist Partisi’nde “Faşizm” olarak tecelli etti. Şimdilerde Çin de aynı “Zekâ” çemberine girdi. Heidegger, Batı sayesinde pozitivizmin son aşaması olan ve tüm dünyanın artık “Çatısı/Çerçevesi (Ge-stell)” olan “Teknolojik (şimdilerde Dijital-İG) Düşünme”yi, “insan”lığın sonu olarak görür. Modern teknolojinin özü, yeni bir açığa çıkarma ve varlığa getirme tarzı olarak, yeni bir “metafizik”tir (Heidegger, Teknik ve Dönüş-Özdeşlik ve Ayrım, Çev. Necati Aça, Ank., 2015, s. 2021) Onun meşhur: “Bilim, düşünmez; sadece hesap eder (calculation)” ve “İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir” mottoları bunu ifade eder.

Sonuç

Mantığın “Metafizik”i kurması ile felsefe Platon, Aristo, Orta Çağ teologları, Descartes, Spinoza, Hegel’de “Onto-Teoloji”, yani “Ontoloji (Huzur Metafiziği-Ontolojik Emperyalizm)” olarak gerçekleşti. Daha sonra da Nietzsche gelerek, bu ortama sonradan tutturulan Hristiyanlığın Tanrı imgesinin “öldüğünü” ilan etti. Böylece, şükreden ahlaki bir düşünme ile bir “Ahlaklı (Rahman-Rahim)”ve kişilikli (Hayy-Kayyum) Tanrı’nın ahlaklı keşfi (iman) gerçekleşemedi. Heidegger’in, ilgi (sorge) etiği olarak “Varlık”a yönelmesi, Levinas’ın ve Derrida’nın da “onto-teoloji” şikâyetleri ve ahlaka yönelmeleri, bu durumun bir semptomudur.

İslam dünyasına gelecek olursak, Kur’an, Mekke’nin -Velit b. Muğire’de kristalleşen (74/18-25)- “hesabi (zekâ-ticaret)” düşünme ortamında “hasbi” ve “muhasibi” bir düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, nazar, rey, basiret, dinleme…) yaratmaya çalıştı. İslam dini olan iman ve amel, itaat ve teslimiyet, böylesine tetikte ve teyakkuzda bir düşünme olan “Takva” ruhu ile oluşacaktı. Aradan fazla zaman geçmeden oluşan İslami ilimler, Kur’an’da beş duyu, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve bütüncül kavrayıştan (ilham) oluşan “Su” veya “İnci” benzeri düşünmeyi parçalayarak (H20) kendi yollarını (usul) kurdular. Daha sonra oluşan ekol ve mezhepler ise dogmatizmi, taklidi, kör-inancı, düşünmemeyi “din” haline getirdiler. “Esmau’l-Hüsnası” (örneğin: Rahman, Rahim, Hayyu’l-Kayyum…) ile bize kendini ahlak ile kayıt altına almış (Sünnetullah) Adil Allah’ı “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak, Âlim-i mutlak” güç yumağı haline getirerek Mümin/Müslimleri karınca-koyun sürüsüne çevirdiler.

Türkiye’ye gelecek olursak, halkımız, Maslov’un “İhtiyaçlar Piramidi”nde hayvanlarla paylaştığımız fizyoloji, güvenlik ve aidiyet basamağında duruyor. Son iki basamak olan “saygınlık” ve “kendini gerçekleştirme” merdivenlerinden fersah fersah uzakta bulunuyor. Genellikle birbirine karşı kurnazlık, tuzak, kumpas, pusu kurma, dolap çevirme, fırsatçılık… şeklinde hayvansı “Kötü Düşünme” içinde bulunuyor.

Kur’an’ın ortaya koyduğu ve insanının gerçekleştirme kapasitesini haiz olduğu hasbi ve muhasibi düşünme -eğer istenirse- marangozluk gibi, el sanatları gibi öğretilebilir bir düşünmedir. Türkçede kullandığımız: “Çok düşünceli birisi” deyimi ince, nazik, vicdanlı, insaflı, ahlaklı anlamlarında, bu düşünmeyi öğrenmenin mümkün olduğunun kanıtıdır. Bunu, ailede ve örgün-yaygın eğitim kurumlarında gerektiği gibi öğrenmeye ve öğretmeye yeltenmediğimiz sürece, “hayvan oğlu/kızı hayvan” olarak kalacağız.

İslam ‘Beşi Birlik’: Akıl-Ayet-Allah-Ahlak ve Ahiret

1- AKIL

Arapça “Akıl” kavramı, Yunanca ’da “Logos” yani düzen ve söz/konuşma kavramı ile ifade edilmişken; Latincede “Ratio” yani oran, orantı, tartma kavramı ile ifade edilmiştir. Logos, Arapçaya “Nutk/Mantık” olarak çevrilmiştir. “Logic”, Yunan’da doğru düşünmenin bilimi olarak teşekkül etmiştir. Arapçası da “Mantık” olmuştur. Yunanlılar, varlığı tanımaya çalışmışlardır. Yani “Bu, nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularının cevabını, nedensellik ve mantığın özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin imkânsızlığı ilkelerine göre, “Felsefe” ve “Science (Bilim) disiplinlerine göre aramışlardır. Bu faaliyet, meraktan doğmuştur (Arşimed ve Newton hatırlansın). Arapça “Akıl” kavramının türetildiği “A-K-L” fiil kökü rapt, zapt, fark, keff (çekinme/geri durma), bağlama ve cem anlamlarına gelir. Ağırlık noktası “varlık” değil; “hayat”tır ve ahlakidir. Kur’an’da “Taakkul”, ahlaki doğruyu/hakikati bulma faaliyeti olarak tefekkür, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, teemmül, taabbur, ilim, hikmet… ile aynı anlamda kullanılır. Akıl sahibi olmak, aklı kullanmak, ahlaki sorumluluğun temelidir. “Allah, aklını kullanmayanları, pislik içinde bırakır.” (10/100). Aklı olmayanın dini sorumluluğu olmaz. Bu tarz düşünmenin sorduğu sorular: “Bu değirmenin (Güneş Sistemi, Eko-sistem ve İnsanın kendi mükemmelliği) suyu nereden geliyor?”, “Bu (şey/nesne), niçin yok değil de; var?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de; böyle oluyor?” sorularıdır. Bu sorular, “merak” etmekten değil; “hayret” etmekten doğar. Yani ahlaki sorulardır. Bu düşünmede “Akıl” beş-duyu, nedensellik/mantık, ahlaki duygulanım ve bütüncül idrâk olan sezgi/ilhamın birliği/bütünlüğüdür. Bu bütünlüğün parçalanması, İslami disiplinlerde yanlış yorumlara sebebiyet vermiştir.

2- AYET

Ayet, işaret demektir. Kur’an’da iki çeşit ayet vardır: 1- Tekvini ayet, 2- Teklifi ayet. Tekvini ayet Güneş sistemi, Eko-sistemde bulunan her şey ve insanın kendisidir. Bunların tümü, Allah’ın “var” olduğuna; onun “Esmau’l-Hüsna” sı olan isimlerinin/fiillerinin yani ahlaki karakterinin “ürünüdürler (mahluk)”. Bazı sapkınların ifade ettiği gibi, O’nun varlığının “tecellisi/tezahürü” değillerdir (Vahdet-i Vücut). İnsan, tekvini ayetleri düşünerek de iman edebilir; teklifi ayetleri okuyarak-dinleyerek de iman edebilir. Tekvini ayetler, merak edilerek “Bilim” yolu ile keşfedilebilir. Bu keşifler, müstağni ve mütekebbir (şeytansı) olmayan insanların imanını artırabilir. Ancak, naiv/saf bir “Ontoloji” veya halk “Epistemolojisi” ile de kolayca iman edilebilir. Kur’an’daki kozmoloji, “ontolojik” değil; ahlakidir. Kur’an ayetleri, Allah’ın evreni, eko-sitemi, insanı, tarihi ve 610-632 arasında olup-biteni yorumlaması, te’vil etmesi, yani aslına/hakikate bağlamasıdır. Akıl-Nakil (haber-vahiy/sem’) aynıdır Kur’an ayetleri, yukarda tanımladığımız duyu verileri, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve âni kavrayış/idrâk olan ilhamın bütüncül aklın ürünüdür ve ona hitap eder. İnsandaki merkezinin isimleri de “Kalb-i selim”, “Fuad” ve “Lübb”dür. Kur’an, sadece gökten nazil olmamış; aynı zamanda yerden bitmiştir: Diyaloji. Yukarı, aşağıyı dinlemiş (Kad semiallahu…); aşağı, yukarıyı dinlemiştir. “Ayet”, pür anlam iken; Ulema, “Nass” kavramını icat ederek, cümleleri mutlak dogmaya dönüştürmüştür (“Mevrid-i Nass’da içtihada mesağ yoktur=Nassın olduğu yerde düşünme/karar/hüküm yoktur.”). Allah, hükümlerini değiştirerek (nesh) sürekli tecdit etmiş iken (2/106, 16/101, 13/38); ulema, sorumluluktan kaçarak buna yeltenememiştir.

3- AHLAK

Kur’an’da Ahlak, iki yönlüdür. Birincisi, Allah’ın hakları (Hukukullah)dır. Bu da, ona iman etmek, emirlerine itaat etmek, hamd etmek, şükretmek, dua etmek, onu takdis etmek ve rızasını talep etmek ve hatırını saymaktır. İkincisi ise, İnsana yöneliktir (Hududullah). Bu da, insanın hakları (Hakku’l-İbad) ve sorumluluklarıdır. İnsanlara karşı adalet ve merhametle muamele etmektir. Ona karşı hoyrat, zalim ve gâsıp olmamaktır. Din, ahlak demektir. Kör-inanç ve anlamsız (“Tabbudî”)/alışkanlık olmuş ritüel (ibadet-i mersume) değil. Şeriat iman, ibadet, ahlak, hukuk, iktisat ve siyasetin toplamıdır. Sebilullah, sırât-ı müstakim, sıbğatullah, hablullah ve hizbullah demektir. Ahlaklı olmak, “muttaki” olmaktır. Yani sürekli tetikte, teyakkuzda olmak ve kül yutmamaktır. Vicdanı diri olmaktır, düşünceli olmaktır.

4- ALLAH

Zatı, mahiyeti, künhü, kendisi, bize “Ğayb” olsa da; var olduğunun delilleri, kalbimizde (enfüs) ve dışarıda/doğada mevcuttur. (41/53). “Esmau’l-Hüsna=Güzel/İyi isim ve sıfatlar”ını lütf edip bize kendini tanıtmıştır. Karakteri bellidir. İnsanlara ne yapabileceği ve ne yapmayacağı, Kur’an’dan öğrenilebilir. Teolojiler, O’nu “gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Mutezile ekolü, onu “Adalet” sıfatı ile tenzih ederken; Maturidi ekol, “Hikmet” sıfatı ile tenzihe çalışmıştır. Eş’arilik ise, onu, “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak (Mutlak irade) ve Âlim-i mutlak” sıfatları ile tenzih etmeye çalışmıştır. Bu da, “Allah’a iftira atanlardan daha zalim kim olabilir?” (29/68) ihtarına maruz kalabilecek “Kadercilik” anlayışını doğurmuştur. Bu cürüm, onu tazim/takdis/tenzih etme sanısı/cehaleti ile işlenmiştir. Oysa Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkiyi ifade eden doğru kavram “Sünnetullah” gereği, Allah’ın iradesi, insanın iradesine bağlanmıştır. İlk adımı, insan atar; Allah, ona karşı misillemede bulunur: “Siz dönerseniz; biz de döneriz.” (17/8). “Kim, Allah’a yardım ederse; Allah da, ona yardım eder.” (47/7). Halkımız, bu gerçeği, ferasetle: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar” şeklinde dile getirmiştir. Ateizm ve Nihilizm, insanları onulmaz bir “can sıkıntısı” içinde bırakır. “Kalpler, ancak Allah’ı anmak ile huzur bulur.” (13/28).

5- AHİRET

Ahiret, insanın dünyada yaşarken ahlaki bağlamda “Denenme” sinin ahlaki ve hukuki bir sonucudur. “Ne ekersen, onu biçersin”. “Ne verirsen, elinle; o gelir, seninle”. “Kim, zerre miktarı iyilik yaparsa, karşılığını görür; kim de, zerre miktarı kötülük yaparsa, karşılığını görür.” (99/7-8). “İnsan için, yaptığı ahlaki iyi veya kötü davranışlarının dışında başka bir şey yoktur.” (53/39). “O gün ne mal-mülk, ne de çoluk-çocuk fayda verir; o gün, ancak kalb-i selim iş görür.” (26/88). Alman ahlak filozofu İ. Kant’da aynı kanaate varmıştır. Tanrı varsa, Ahiret’in olmaması abestir. Deistler, böyle bir saçmalık içindedirler. Yaşarken insan “Korku ve Umut (Havfen ve Tamaen-13/12, Rağaben ve Raheben-31/90) içinde olmak gerekir. Umut, cennet mükâfatını; korku, cehennem azabını ifade eder. Ne Allah’ın rahmetine aşırı güvenerek günaha dalmak doğrudur; ne de, onun gazabından korkarak, ondan umut kesmek doğrudur. Ahiret, Kur’an’da, o günün Bedevi Arap muhataplarına aynı zamanda “Ticari/Ekonomik” bir dil ile de anlatılmıştır. Mekke’nin ticari kavramları, olduğu gibi (ticaret, alış-veriş, kazanç, kâr-zarar, rehin, hesap-kitap…) Ahirete aktarılmıştır. Bunda, ahlaken bir sakınca yoktur. Muhatabın anlayacağı dilden konuşmak, onları, kötülüklerden uzaklaştırmak için yaralı olabilir.

Neden Vicdansızız

1- DEVLET (SALTANAT VE SERVET)

Devlet veya Yönetim olgusu, bizim tarihimizde –ve günümüzde dahi- genellikle kural ve hukuka dayalı “kurumsal” değil; kişi kültüne(sultan, paşa, hükümdâr, hâkan, kağan, kâid, komutan, karizma, lider, başbuğ…) ve onun mutlak egemenliğine dayanır. Buna bağlı olarak siyasal bürokrasi, “ganimet” ile elde edilen ekonomiyi(hazineyi) mutlak olarak kontrol eder. Bu anlamda bunlar, “Devletlû” durlar. Zengin olmanın veya sosyal piramitte yukarılara tırmanmanın yolu “Yanaşma”düzenidir.(Geniş bilgi için bkz: Sabri F.Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst.1981. s176-192). Şimdilerde buna “Yandaş” diyorlar. Ganimetçi ekonominin vatandaşı, doğal olarak “kap-kaç”çı olur; emek-alın teri, üretim, risk, ticaret, icat çıkarma…ya fazla itibar olunmaz. Böyle bir düzende “Rüşvet” kaçınılmazdır. Fuzuli’nin: “Selam verdim; rüşvet değil deyü, almadılar” sözü; “ Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçedir.” ve “Varsa pulun(paran), olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun” öz-deyişleri, bu durumu ifade eder. Hazinenin büyük bölümü savaş ekonomisine(ganimet) ve halktan toplanan ağır vergilere dayanır: “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı”. Yönetici ve bürokrat, hazine harcamalarında “Herkesin/Kamu’nun Malı”nı değil; “Hiç-kimsenin(Allahlık)” olan malı-mülkü, istediğine “Arpalık” olarak “peşkeş” çekebilir. Bu hal, doğal olarak ahaliye de sirayet eder: “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.”

2- DOGMA (MEZHEP-TARİKAT)

Mezhep ve Tarikat dindarlığı, vicdana ihtiyaç duymaz: “İslam’ın şartı beştir: Namaz, Oruç, Hac, Zekât ve Kelime-i şehadet”. İmanın şartı da altıdır(Amentü). “Helal, belli; Haram, belli.” “Farz, belli; Sünnet, belli.” İlmihal Dindarlığı” nın, bireysel/kişisel vicdana ihtiyacı yoktur. Örneğin, bu durumu, Hollandalı Şarkiyatçı R. Dozy şöyle gözlemlemiş: “Türkler, gayet güzel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce anlamıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki bu vazife, elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun; namaz, kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada müezzin, ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra hikâyesine kaldığı yerden devam eder. Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder. Bir paşa, vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez; hiç kimse, bundan arlanmaz; herkes, kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…” (Aktaran: Filibeli Ahmet Hilmi, Tarih-i İslam, s. 535). Narin’in cesedini nehre gömdüğünü söyleyen yakını, sonra gidip namazını kıldığını itiraf etmesi ile ne kadar benzer.

. Bunların dışındaki mevzularda doğal olarak halk, “Hile-i şeriyye” ve “Kitabına uydurma” olarak vicdansızlık yapar. Tarikatlarda durum aynıdır. Şeyhe bağlılık, kişisel vicdanı devre-dışı bırakır. Mürit, kendini “İnsan-ı Kâmil” olarak görür. Eskiden olduğu gibi:

“Zühd” ve “Riyazat” a ,(“Bir lokma, bir hırka”) gerek yoktur. “Vakıf” maskesi ile Kamudan/Hazineden, yani 85 milyon insanın hakkından mal-mülk-menfaat yürüterek, müritlerin ortak olduğu “Holding” kurmak ve “İhale” almak esastır.

3– YOKSULLUK

Hz. Muhammed’in: “Fakirlik, küfre en yakın durumdur”(“Hadislerle İslam”. N5487(Diyanet); Nesei, istiaze,29 ) hadisi ve “Aç it, fırın yıkar”, “Kedi, ulaşamadığı ciğere “pis” dermiş” özdeyişleri, yoksulluk durumu ile vicdan arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Anadolu coğrafyasının büyük bir bölümü, “Kuş uçmaz, kervan geçmez” olarak bozkır ve yoksuldur. Haz ve hızın arttığı, insan ihtiyaçlarına tekâbül eden emtiaların haddinden fazla üretildiği ve reklamlarla arzuların şelale haline getirildiği bir ortamda, bunlara ulaşamayan insanlardan çalmamalarını ve yoksulluk hallerine sabretmelerini isteyemezsiniz. Hele, yöneticilerinin ve zenginlerin, kamudan çaldıklarını gören halk yığınlarından vicdanlı olmalarını, “Tüyü bitmemiş yetimin de hakkı” olduğu kamu malına el sürmemelerini bekleyemezsiniz.

4- CEHALET-HADDİNİ BİLMEME

Düşünceli biri” olmak ile Türkçede “Ahlaklı olmak” kast edilir. Demek ki, düşünüce, vicdan çalışıyor. Eğitim yolu ile gerek ailede gerekse okullarda çocuklara ahlak kuralları ve adab-ı muaşeret kuralları benimsetilmiyorsa, insanlardan ahlaklı olmalarını beklemek, abestir. Avrupa’da Kreşten başlamak üzere vatandaşlık eğitimini(örneğin. Kaldırımda vitrine hangi mesafeden durarak bakması gerektiğini) veriyorlar. Türkiye’de “Eğitim”, ezbere dayanır; düşünmeye değil. Eğitim, insan yavrusuna “insan” olma kapasitesini açığa çıkarma kabiliyetini kazandırmaktır; bilgi yüklemek değil. İnsan olmanın temeli de, içgüdüler ve gelenek değil; vicdan kapasitesini, ahlaki tartma yeteneğini, sorumluluk bilincini kazandırmaktır. Yoksa, hiç kimse, hiç kimseye hiçbir şey öğretemez. İnsanlara, ancak hangi bilgileri niçin öğrenmesi gerektiği ve bunu nerelerden öğrenmesi gerektiği öğretilebilir. Zorla/ezberle öğrettikleriniz, bir kulaktan girer; diğer kulaktan çıkar(“Koyma akıl, akıl olmaz”, “Sokma akıl, sekiz adım gider”). Burada “Meslek Eğitimi/Becerisi” nden bahsetmiyorum. Medeni insan/vatandaş olmaktan bahsediyorum.

Diğer taraftan, memleketimiz, haddini bilmeyen, bilmediğini bilmeyen(cehl-i mürekkeb); bildiğini sanan cahil insanlarla dolu. Akşamları televizyonlardaki “tartışma” programlarına bakmak, bunu anlamak için yeterlidir. Uzmanlığa, ehliyete, bilime, liyakate, bilgiye, hiyerarşiye, alanında otoriteye hiç kimsenin saygısı yok. Herkes, her şeyi, en iyi şekilde bildiğini sanıyor. Kimse “Bilmiyorum” diyemiyor. “Bilmiyorum” demekten utanıyor. Oysa vicdan özgür bir ortamda münazara, müzakere, münakaşa, mücadele, mübahese, tart(ış)ma ile daha kolay ortaya çıkar.

5- DENETİM VE YAPTIRIMIN OLMAMASI

Avrupa’nın iç barışını kurması ve kimsenin “Kul/Kamu Hakkı yiyememesi”, vicdandan değil; denetleme ve yaptırımdan/cezalandırmadan kaynaklanır. Bunun temeli de, menfaatin altın kuralı olan “Ayağıma basma, ayağına basmayayım” veya “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” ilkelerini “Hukuk”un temeli olarak yerleştirip; bunu ihlal edenleri, cezalandırmalarıdır. Uzun erimli kamu menfaatini, kısa erimli kişisel veya zümresel menfaate tercih etmek(hukyk/adalet), bir erdemdir. Hiç olmazsa Avrupa, kendi evi içinde bunu başardı. İslam dünyasında bu da yok. Bu durum, giderek “karakter” haline gelmiştir. Bizde böyle bir şey de yok. Yazılı “hukuk” var; fakat, denetim ve yaptırım yok. Herkes, yasanın/kanunun/kuralın ya etrafını dolanıyor veya “kılıf” uyduruyor: “Hile-i şeriyye” ve “Kitabına uydurma”: Geldik mi yine vicdansızlığa?

6- SONUÇ

Allah’ın Kur’an’da öğretmeye çalıştığı gibi (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, tabbur, temmül…) düşünmeyi öğrenmek yani vicdanı çalıştırmaktan başka çıkar yol yoktur. Dinin, dindarlığın temeli, bu olduğu gibi; dinsizler de, ahlaklı olmak istiyorlarsa; aynı şeyi yapmak zorundalar. Vicdanını kandırmak yani konforu, taklidi, geleneği, tarihi kutsamak marifet değildir. “İşleyen demir, ışıldar.” “İşleyen demir, pas tutmaz.” deyimleri, vidan için de geçerlidir. Arzunun, içgüdünün, vurdum-duymazlığın, istiğnanın, tekebbürün aksine; vicdan, daima sızlar, kanar, acır, ağlar, isyan eder… İnsan olmak veya insan kalmak istiyorsak, yol budur. Gerisi, dik yürüyen hayvanlar olmak, hatta onlardan da alçak olmaktır(7/179,25/44).

Narin’in/Vicdanın Öldürülmesi

“Bu tabutta yatan, bizim vicdanımızdır.” 

Narin’in cenaze namazını kıldıran imam

Fuzuli’nin, “Söylesem, tesiri yok; sussam, gönlüm (vicdan) razı değil” ve “Boş yere canı sıkılmaz insanın; ya bir eksiklik (vicdan) vardır geleceğe dair ya da bir fazlalık (vicdansızlık) vardır, geçmişten gelen” sözleri, geçmişimizi özetlediği gibi; bugünümüzü de özetliyor büyük ölçüde. Narin’in cesedini götürüp nehre gömdükten sonra gidip namazını kılan ve sonra da arama faaliyetlerine başlayan yakınının itirafları, ajandası belli “vicdansız” mezhep, tarikat, cemaat, ilmihal dindarlığının tipik bir örneğidir. İtikadımız ve ibadetimiz tam; ama vicdansızız. Sünniliğin “Hikmetinden sual olunmaz” Kâdir-i mutlak, Âlim-i mutlak ve Mürid-i mutlak “Güç Yumağı” Tanrı tasavvuru (Kadercilik) ve “Kelam-ı kadim” Kur’an tasavvurunun egemenliğinden beri, mümin insanın vicdanının sesi -şeytanın veya hevasının ayartması olacağı gerekçesi/korkusu ile- ulema tarafından dumura uğratılmış ve ona hacet/ihtiyaç bırakılmamıştır: “Helal belli, Haram belli; Farz belli, Sünnet belli.” Belirsiz konularda gelsin: “Hile-i şeriyye” ve gelsin “Kitabına uydurma”. “Amentü/Akaid” formülü ile de, canlı ve sürekli bir “iman etme/edinme (tazeleme)” ihtiyacı ortadan kaldırılarak; “tasdikin/inancın” yeterli olduğu vazedilmiştir. İnancın “istikamet” içeriğine bakılmaksızın, bakımı yapılmaksızın, “kuvvetli ve kesin” olması, dindarlığın yegâne kriteri yapılmıştır: “Her mezhep (hizip) kendi inancından son derece emindir” (23/53). Spinoza galiba haklıydı: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” Sadece kitleler değil; teologlar, din adamları ve din alimlerinin büyük bir bölümü de.

Kur’an, tarih, gelenek (müşrikler) ve teoloji (Ehl-i kitap) içinde boğulmuş, dumura uğratılmış vicdanın (fuad, kalp, lübb, basiret) diriltilme çabasıdır. 23 sene süren direnç ve çaba, sonunda İslam ve Şeriat olarak kristalleşmiştir. Kitap ehlinden az, müşriklerden oldukça büyük bir parça, ikna ve ihtida ile koparılarak “müminler/müslimler” topluluğu olarak tarihe tevdi edilmiştir. Erken dönemlerde bireysel vicdan ve diri iman, oldukça canlı idi. Mezheplerin ve tarikatların teşekkülü ile birlikte, yavaş yavaş dumura uğradı. Yerini taklit/dogmatizm, ezber ve alışkanlık (gelenek) aldı. Yani müşriklerde ve Kitap ehlinde mevcut olan tavır/tutum/tarz (içerik/ajanda anlamında değil) olduğu gibi geri geldi. Oysa Allah, müminleri şöyle uyarmıştı: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme (canlı iman-İG) vakti gelmedi mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de, aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar (Kitap ehli) gibi (ölü itikad-İG) olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmış (fasık) kimselerdir”(57/16). Böyle olmadık mı? ve hâlen büyük ölçüde böyle değil miyiz?

Vicdan, genellikle hoşa giden arzu-içgüdü (konfor), alışkanlık, taklit-geleneğin zıddına; düşünmeyi ve tartmayı başlatabilmektir. Vicdanı aktif kişi, konuşmasında: “Allah var…” ifadesini kullanır; “Nas var…” ifadesini değil. “İçtenlikle…” ifadesi, vicdanı yansıtır. Samimiyet (halis niyet), vicdanın yarısıdır; diğer yarısı, kararın veya eylemin doğurabileceği muhtemel sonuçları (iyilik-kötülük), kamu maslahatı açısından analiz edebilmektir. Vicdanı aktif olmayan mukallit/dogmatik veya gününü gün etmeye çalışan cahil dindar veya dinsiz, şeytanın maskarasıdır. Din (Vahiy), bütünü ile ve temel olarak vicdanı alır, ona dayanır. İster “İman etme” olsun; isterse “Salih amel” olsun. Vicdan diriltilemezse, bunlar oluşmaz. Vicdanın öldüğü yerde/toplumda “din” veya “dindarlık”, şeytan maskarasıdır.

Bundan yaklaşık 20 yıl önce yazmış olduğum “Vicdanın Kendini Kandırma Halleri Olarak Vicdansızlık” başlıklı makalemin bir bölümünde bu mevzu ile ilgili şunları demiştim:

……….

Vicdanın Önündeki Birinci Engel: Heva/Arzu/Ego

“Burada yapacağımız tahlil, insanın biyo-psişik yapı bütünlüğünün en temel unsuru olan içgüdülerinin veya arzularının kategorik reddi değildir. Çünkü bunlar, insanı hayata bağlayan temel unsurlardır. İçgüdülere kök söktürme veya nefsi öldürme, Kur’an’ın değil, ancak bazı mistik/tasavvuf hareketlerinin dinî davasıdır. Bunun yerine, insan olmanın en temel diğer bir yapı özelliği olan vicdanı ve ahlaki doğasını aktüelleştirmesini engelleyecek tarzda bu arzu ve içgüdülerin taşması ve bütün benliği kaplaması kritik edilecektir. Çünkü bir yabancılaşma süreci olarak bu durum, insanın kendine ‘self/nefs’ anlamında ahlaki/tutarlı, bütünlüklü bir benlik/kendilik inşa etmesini engeller.

İnsanlar günlük ilişkilerinde bu ilişkilerini değerlendirirken veya şahit oldukları insanlık durumlarını değerlendirirken genellikle ‘kendinin o eylemi, kendisiyle rastlantısal özel ilgisinden -kendi özel koşullarıyla ilgisinden- dolayı değerli-değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar. Bu, bir eylemin onu değerlendirenle ilgili sonuçları açısından değerlendirilmesidir. Eylemin değerlendirene sağladığı yarar ya da yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir… Değerlendirmede ilk adım -yani eylemin nedenlerine bakma- atlanarak o eylemin, değerlendiren için rastlantı sonucu doğurduğu yarar ya da zarar, yani eylemin dolaylı etkisi, değerlilik ölçüsü olarak kullanılır. Bir özel değer yargısında bulunulur; sonra da bu özel değer yargısı, eylemin özelliği olarak -‘değeri’ olarak- eyleme atfedilir.’ (İonna Kuçuradi, Etik, Ankara 1988, s. 18.) Ali Şeriatî de, insanın özgürlüğü ve ahlaki yaratıcılığının önündeki dört ‘zindan’dan (diğer üçü: doğa, tarih ve toplum) en güçlü ve aşılması en zor olanını ‘ego’ olarak niteler. İnsan doğa, tarih ve toplum zindanlarından kritik düşünceyle çıkmayı başarabilse de, ego zindanından kurtulması oldukça zordur. Bu durumda insan: ‘Kendi’m dediğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ‘ben’ (vicdan İG) olduğunu algılayamamaktadır; salt ve genel bir insanı, ‘kendi’ olarak algılayabilmektedir.’ ( Ali Şeriatî, İnsanın Dört Zindanı, çev. H. Hatemi, İstanbul 1984, s. 78 vd.)

İnsanda yerleşmiş, tabiatının en temel yapısı olan ve daima kendilerini ‘normal’ olarak sunan teşhisi zor içgüdü, iştiha ve kuvvetli arzular, Kur’an’da heva olarak nitelenir (48/14, 7/176, 25/43, 23/71). İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup onu sarmalayan bu dış duvarın içeriye doğru aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini şuurda norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir: ‘Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın’ dendiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller’ (2/71). ‘Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler’ (18/103-104). Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: ‘Senin ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın’ (11/87). Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi (hesabilik) ve toplumsallaştırılmasıdır (araçsal akılcılık). Hevanın karşıtı hakikattir. Hakikat yerine hevanın kültür, yaşam tarzı veya dünya görüşü hâline gelmesinin sonucunu Kur’an şöyle tasvir eder: ‘Eğer hakk, hevaya tâbi olsaydı gökler, yer ve ikisinde bulunanlar bozulur giderdi’ (23/71).

Hesapsız çıkarlar, tutkulu arzular veya azgın güdüler toplamı olarak heva, şişerek benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23). Bu durumda kişi giderek kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: ‘İnsan kendini yeterli görünce azar’ (96/6-7). Şeytanın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘küfür’ ve ‘günah’ dediği şey budur.

Vicdanın Önündeki İkinci Engel: Toplum/Kültür/Gelenek/Tarih

İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hâle gelen birey, doğal olarak içinde doğup büyüdüğü toplumun kültürel, ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır ve bilinci, benliği, kişiliği bu değerlere göre şekillenir. Freud’un ‘süper ego’ olarak kavramsallaştırdığı bu yapı, taşımış olduğu bütün değer kodlarını toplumun üyesi olan bireyde vicdan, benlik, kişilik olarak kristalleştirir. ‘Genellikle halk, egemen sosyal düzeni sürdürerek, egemen hukuk düzenini ihlal etmeden, sosyalleşerek hareket eder. Bunlara karşı hareket ettiğinde kendini suçlu hisseder. İnsanın sosyal ve kültürel organizasyonlar aracılığıyla uygarlaşması gelişti ve devam etti. Bu yapılar bebeklik ve çocukluk çağından itibaren her bir bireyin içine nüfuz ederek onu belirler. Dolayısıyla, çocuk büyüdüğünde bu yapıları kırdığında suçluluk hisseder.’ (Priscilla Roth, The Superego, Cabridge 2001, s. 17.) Sonuç olarak toplumsal vicdan veya kamuoyu olarak süper ego, miras alınan vicdandır.

Bireyin içine doğduğu toplumun ahlaki değer yargılarını/kalıplarını kullanarak günlük yaşamda ahlaki değerlendirmelerde bulunmasını Kuçuradi şöyle tasvir eder: ‘Bir değer atfetmenin maskesi olmayan yerde, değerlendirenin grup üyeliğinin ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine -psikolojik nedenler bir yana-, ‘evet’ dediği moralin (ahlakın) genel değer yargılarına uygun olması bakımından değer biçtiği değerlerdir. Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunulan tek davranışa değerliliği-değersizliği, iyiliği-kötülüğü peşinen belirlenmiş olan davranışlardan birinin adını-kavramını takmak ve yalın bir akıl yürütmekle -hazır genel değer yargısına göre- sonuç çıkarmaktır. Çünkü, bireyde bulunan özel değer yargısı, yani bir eyleme biçilen değer, bir mantık çıkarımından -tümdengelim- öte bir şey değildir… Bu değerlendirme tarzı, genellikle bağnaz kişilerin -yobazların- değerlendirme tarzıdır. Grupların (toplumların/kültürlerin) davranış belirleyen yerleşik değer yargılarını nihai, hakiki değerler sanarak/sayarak onlara en üstün değeri atfeden, dolayısıyla onları korumak ihtiyacını duyan ve grup üyeliklerini en değerli özellik sayarak/sanarak en üstün değeri ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.’ (Kuçuradi, Etik, s. 18.) Dünyadaki farklı dinsel, kültürel ve etnik grupların, toplumların günlük değerlendirme tarzları ortalama böyledir.

Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Ku’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: ‘Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız’ (2/170), ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter’ (5/104), ‘Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), ‘Atalarımızın böyle yaptığını gördük’ derlerdi’ (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23) kesinlikle reddetmektedir: ‘De ki: Eğer imana karşı küfrü tercih ediyorlarsa babalarınızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi ve hısım-akrabalarınızı dost edinmeyin’ (9/23). Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak ‘Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk’ (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.

Genelde sıradan insanın korunma ve koruma (güvende olma) saikinin veya tembellik hâlinin yönlendirdiği bu eğilimi H. Bergson, dinsel ve ahlaki bağlamda ‘statik din’ ve ‘statik ahlak’ olarak kavramsallaştırmıştır. Bu tip ahlak ve din, içtimai, muhafazakâr, gayri şahsi ve alışkanlıktan doğmuştur. Bu din ve ahlak kapalı toplumların bir meziyetidir: “Grup tek başına yaşayan ferdin benliğinde hazır ve nazırdır, onu teşvik veya tehdit eder; kendisini dinlemesini, buyruğuna boyun eğmesini ister. Cemiyetin gerisinde de grubun bağlandığı ve ferdin hareketinden cemiyeti sorumlu tutan tabiat üstü kuvvetler vardır…’ (H. Bergson, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, çev. M. Karasan, İstanbul 1986, s. 86.) Bireyin çoğu kez kendine ait olduğunu sandığı düşüncelerin aslında topluma ait olduğu gerçeğini E. Fromm şöyle ifade etmektedir: ‘Düşüncenin yabancılaşması, kalbin veya duyguların yabancılaşmasından hiç de ayrı değildir. Kişi çoğu zaman bir fikir bulduğunu, bu fikrin kendi keşfi ve ürünü olduğuna inanır; oysa, gerçekte benliğini kamuoyunun, gazetelerin veya devletin yarattığı putlara ya da bir lidere kaptırmış, düşüncesini onlara aktarmıştır. Bu putların kendi inançlarını simgelediğini sandığı hâlde, gerçekte, bu simgeleri bilgi ve bilgelik tanrıçaları olarak benimsediği için onların düşüncelerini kendi düşünceleri olarak kabul etmektedir. Ve salt bu nedenle tanrılarına bağımlı bir köle durumuna gelir. Çünkü kafasını, düşüncelerini onlara aktarmıştır.’ (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları, çev. B. Güvenç, İstanbul 1973, s. 73.) Dikkat edilirse Fromm, geleneksel kapalı toplumlardan değil, modern sözüm ona ‘açık’ toplumdaki bireyin içinde bulunduğu vicdan durumundan bahsetmektedir. Bireyin kişisel, bireysel vicdanını aktüelleştirememesi bakımından modern toplumların geleneksel toplumlardan geri kalır hiçbir yanı yoktur.

Kur’an’ın ‘ataların yaşam yollarına uyma’, Kuçuradi’nin ‘değer biçme’, Freud’un ‘süper ego’, Bergson’un ‘statik din’ ve ‘statik ahlak’ olarak isimlendirdiğini, Fromm ‘otoriter vicdan’ olarak isimlendirmektedir. Otoriter vicdanı Fromm şöyle tanımlıyor: ‘Otoriter vicdan, içselleştirilmiş bir dış otoritenin, ana-babanın, devletin, toplumun ya da içinde yaşanılan kültürdeki başka bazı otoritelerin sesidir. İnsanların otoritelerle olan ilişkileri, ahlaksal yaptırımlar olmaksızın dışsal kaldıkları sürece vicdandan söz edemeyiz. Böyle bir davranış, cezalandırma korkusu ve ödüllendirilme umudu aracılığıyla yönlendirildiğinden, sadece caydırıcı olup her zaman söz konusu otoritelerin varlığına, onların insanın ne yapmakta olduğuna ilişkin bilgilerine, cezalandırılma veya ödüllendirilme güçlerine bağlıdır.’ (Fromm, Kendini Savunan İnsan, çev. N. Arat, İstanbul 1991, s. 145-146.) Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak ‘otoriter vicdan’ da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin memnun edilmesi; vicdan azabı ise onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. (Fromm, age., s. 148.) Bu ‘iyi’ler, kendi erdemini kendi vicdanıyla keşfedenleri çarmıha gererler. Ali Şeriatî’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen ‘zindan’lar olarak saydığı dört unsurdan iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’dur (kültür): ‘Demek istediğim, bir ‘canlı’ türü olan insan toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan (zindanlardan) kurtulur ve özgür olur.’ (Şeriatî, İnsanın Dört Zindanı, s. 69, 56 vd.)”

……….

Türkiye’de Vicdansızlık Bilançosu (Sonuç)

Narin’in hunharca öldürülmesi, cesedinin 20 günde bulunabilmesi, aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ olayın aydınlatılamaması, “Hizbullah” ve “Kur’an Kursu” kavramları, aynı kümeye ait elemanlar olarak dolaşıp duruyor. TÜİK raporuna göre son üç yılda 85 çocuk cinsel istismara uğramış. “Tarikat” kavramı, züht ve riyazatı değil; holding ve ihaleyi çağrıştırıyor. Ulusal televizyon kanallarında her akşam cinayet, yaralama, bıçaklama, sokak çatışması, darp, gasp… haberleri, “Sıcak Haber” başlığı ile en az yarım saat yer alıyor. Mukallit-Muhafazakâr, Milliyetçi, Hizbullahçı, Karadenizli amorf, muhayyel politik bir “Biz” uğruna, ülkenin hukuki-kurumsal yapısı alt-üst edilmiş; kamu kaynakları çar-çur ve iç ediliyor. Sermaye ve paraya yaslanan siyasal bir güç kullanımı dışında, herhangi bir hukuki ve ahlaki racon neredeyse kalmamış durumda. Hukuki ve ahlaki söylem -sözde kalarak- yapılanlara sadece bir “kılıf” olarak uyduruluyor. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, dünya sıralamasında başlara doğru tırmanıyor. İstanbul, uluslararası mafya örgütlerinin merkezine dönüşmüş durumda. Bu yüzden “Gri Kategori”ye girdik; çıkamıyoruz. Hapishanelerden mafya babaları kaçırılıyor…

Bilanço yüksek. Saymakla bitmez. Narin’in öldürülmesi ve akabindeki gelişmeler, ülkemizin vicdansızlık durumunu sembolize ederken; uzaklardan gelse de, kökeni bu topraklara bağlı olan Ayşenur Ezgi Eygi’nin Gazze Direnişi için ölümü göze alıp öldürülmesi, “insanlık” adına umutvar olmamızı gerektiriyor. İnsandan da Tanrı’dan da umut kesilmez.

AK Parti ve Siyaset

1- TANIM

Siyaset, İbrahimi-İslami bağlamda “İlahi Misak”(7/172) ve “Emanet”(33/72, 4/58) ilkelerine dayanan “Dünya-İnsan Görüşü” nün dolayımında, Müslümanların varlığını-güvenliğini koruma, dünya işlerini deruhte etme çabasıdır. Karşıt siyaset ise, “Tağutluk-Firavunluk-Şeytanlık” tır. Yani “Güç İstenci” tutkusuna bağlı olarak yalan ve zulümdür. İbrahim, Musa ve İsa (a.s) peygamberler, bu faaliyeti Doğu Akdeniz kültürünün “Çoban-Sürü İlişkisi” koduna bağlı olarak sürdürmüş oldukları halde; Muhammed (a.s), Yemen Arap kültürünün halkı, siyasi sorumluluğa ortak eden “Şura” ilkesine bağlı olarak gerçekleşmiştir (3/159, 42/38). “Dört Halife” döneminin şurayı kurumsallaştıramaması sonucu, “Çoban-Sürü (Saltanat) koduna geri dönülmüş ve Abbasiler ile birlikte de İran’ın “Teokrasi (Zıllullah)” kodu eklemlenmiştir. Ebubekir, Ömer ve Ali’nin siyasetleri, -kurumsal olamasa da- hakkaniyet arayışı iken; Osman, nepotizme kaymıştı. Muaviye’nin başlattığı “Yalan Siyaseti”, daha sonraları Makyavelli tarafından teorik bir yapıya kavuşturulmuştur.

Eski Yunanda Platon, siyaseti filozofların üstlenmesi gerektiğini ileri sürmüşken; Aristo, siyaseti “Pratik Ahlak” olarak tanımlayıp Demokrasiyi önermiştir. Sokrates ise, Demokrasiye köklü eleştiriler yöneltmiş ve Platon’un öncüsü olmuştur. Roma İmparatorluğu, Krallık/Monarşi ile birlikte Cumhuriyet (Senato) rejimini uygulamış; Fransız İhtilaline kadar Dünyada Krallık rejimi egemen olmuştur. İslam Dünyasında da “Saltanat (Hükümdar/Hanedan)” rejimi hüküm sürmüştür. Osmanlı saltanatı yıkıldıktan sonra Fransa’dan etkilenerek Cumhuriyet rejimine geçilip “Türkiye” devleti kurulmuştur.

2- TÜRKİYE TARİHİ

Kültür Devrimine dayanan seküler siyaset, dindar halkı devlete küstürmüş ve cemaatlerin oluşmasını doğurmuştur. Şiilerin Sünni siyaset baskısında “Takiyye (Samimi ikiyüzlülük/Kendini Gizleme)” tutumunu geliştirmelerine benzer şekilde, mütedeyyin halk, şiddete başvurmadan kendini gizlemiştir. 1950’de Demokrat Parti kurulunca, oraya akın etmiş, partiyi iktidara taşımıştır. Partinin, halkın masum birkaç dini talebini karşılaması, Askeri vesayeti kızdırmıştır. ABD onayı ve güdümünde olan parti, zamanla biraz Rusya’ya yanaşması ile 1960’da Amerika güdümündeki subaylar, ihtilal yaparak partinin üç önderini (Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan) idam etmiştir. Bu olay, mütedeyyin/mukaddesatçı halk yığınlarında ikinci ve daha travmatik bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Mütedeyyin halk, yine şiddete başvurmadan daha mutedil bir lider ve parti oluşturmuştur (Demirel-AP).

1970’lerden itibaren dini hamiyet, bir yandan Fetullah Gülen önderliğinde sivil-cemaat tarzında “Takiyye” siyaseti güderken; diğer taraftan da, Necmettin Erbakan Önderliğinde “Milli Görüş” adı altında Demokratik kanallardan siyasete soyunmuştur. “Milli Görüş” ismi, seküler baskı altında İslamcı politikanın gizlenmiş (takiyyeci) adı idi. İki binlere kadar “Milli Görüş (Ağır Sanayi-Manevi Kalkınma)” partileri, -ağırlıklı olarak- amatör bir ruh ile “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir” parolası, “Hz. Ömer Adaleti”, “Allah Rızası” “Cennet Umudu” ile siyaset yapmışlardır. Fetullah Gülen önderliğindeki “Hizmet Hareketi” ise, sivil görünümlü örgütler-yapılar aracılığı (Takiyye-Paralel-Yapı) ile devlete sızmaya çalışmıştır: ”İllegal Siyaset”.

3- AK PARTİ VE SİYASET

1990’lı yılların sonuna doğru Askeri vesayet rejiminin yaratmış olduğu “28 Şubat Süreci” ve iki binli yılların başında merkez-sağ siyasetin ahlaken çökmesi, Ak Partinin doğuş zeminini yarattı. Erbakan ile tam iktidar olunamayacağını anlayan bazı “Milli Görüş” kadroları, “Gömlek Değiştirerek” Ak Partiyi kurdular. Bu sürece Fetullah Gülen (Hizmet Hareketi) de destek verdi. 2014’lere kadar da işbirliği ile yürüdüler. Bu dönemde Ortadoğu’da yükselen “Siyasal İslamcılık”, ABD’yi, Fetullah Gülen’i ve R. T. Erdoğan’ı -“Ilımlı İslam”ı temsil ettikleri gerekçesi ile- desteklemeye sevk etti. Sayın Erdoğan’a verilen BOP’un eş-başkanlığı ve Kıbrıs’ta toprak tavizi vaatleri hatırlansın.

Bu dönemde “Askeri Vesayet” diskalifiye edilerek tam iktidar sağlanmış oldu. Parti, merkez sağı bünyesinde toplamıştı. 2010’lardan itibaren Fetullah Gülen’in ABD’ye bağlılığını sürdürmeye devam etmesi ve Erdoğan’ın “İslamcı” politikalara yönelmesi, hem Fetullah Gülen hem de ABD ile arasını açtı. Akabinde “15-Temmuz Darbe Girişimi” geldi. Partinin “Suriye Politikası”nın ters tepmesi, Erdoğan’ı MHP’ye yanaşmaya itti (Cumhur İttifakı). Bu arada “Başkanlık” sistemine de geçmiş olduk. Böylece Ak Parti, “Parti” olmaktan çıkarak, Erdoğan ile özdeş hale geldi. Oysa ortak aklın çoğunluk/oydaşma ile alacağı kurul/kurum kararlarının doğuracağı tehlike, tek kişinin alacağı kararların doğuracağı tehlikeden daha azdır. Demokrasi veya Şuranın meziyeti budur.

Sayın Erdoğan, Muaviye-Makyavelli çizgisinde başarılı bir “siyasetçi”dir. Siyasetçi, taraftarlarının menfaatini ve kendisinin güvenliğini ve iktidarının devamını önceleyen kişidir. “Devlet Adamı” anlamındaki siyasetçi ise, toplumunun tümünün maslahatını gözetip onları “kucaklamasını” becerebilen ve devletin güvenliğini önceleyen kişidir. Medeni bir toplumda “siyaset”, Bilim, Din, Hukuk, Sanat, Mimari… dışında, sadece bir “tür” faaliyettir. Diğer formasyonların özerkliği söz konusudur. Oysa ülkemizde biz bunu başaramadık. Bu yönde giderken, Ak Parti ile birlikte tekrar geri döndük ve her şey “siyasi”leşti.

İç politikada esas olan, toplumun tümünü barış içinde birlikte kucaklayabilmektir. Dış Politika ise, ülkenin güvenliğini esas alan, ikircikli olmayan, omurgalı, tükürdüğünü yalamayan bir tutarlılıkta olması gerekir.

Siyaseti “Misak” ve “Emanet” ilkelerine dayanan bir “Dünya-İnsan Görüşü” ile yürütmek, umumi maslahat ve evrensel ahlak ilkelerine bağlı kalmaktır, peygamberi gibi makul-mantıklı ve gerekçeli konuşmaktır, iş yapmaktır. Arkaik, teolojik, dogmatik, aleni bir “Din Dili” kullanmak, hamasetle kitleleri manipüle etmek ve onların din duygularını istismar etmek, totaliterliğe kaymak marifet değildir. İslami bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” olmanın kriterleri, temelde dil, din, çıkar değil; “adalet ve zulüm”dür. Diğerleri, tali unsurlardır.

-Başvurulan yöntemlerin ahlakiliği tartışmalı olsa da- siyasetin –Fetullah Gülen ile- vesayetten kurtarılması, Fetö’nün (yöntemi hukuken sorunlu olsa da) devletten temizlenmesi, dini özgürlüklerin(örneğin “Türban Sorunu”) genişletilmesi, Afrika açılımı, Türk Dünyası ile koordinasyon, silah teknolojisindeki atılım, sağlık politikaları, İslam dünyası ile –zikzaklı da olsa- ilişkilerin geliştirilmesi, “Dünya Beşten Büyüktür” sloganı, son yirmi yılda Ak Parti lehine yazılması gereken başarılardır. Duyun-i umumiye’yi hatırlatacak dış borç yükü ile “İnşaat/Rant” Ekonomisi başta olmak üzere, eğitim, üniversite/bilim ve kültür politikalarında başarılı olmadıklarını kendileri de itiraf ediyorlar. Tarım, Sanayi, Hukuk ve Din adına ortaya koydukları performans ise, tam bir fiyasko. Dinden soğuma (Agnostisizm, Ateizm, Deizm…) din iktidarında tetiklendi; İran’da olduğu gibi.

Milli Görüş partilerinde –daha önce de belirttiğimiz gibi- “amatör” bir ruh egemen iken; Ak Partisindeki ruh daha “Profesyonel”dir. İsmet Özel’in dediği gibi, bu profesyonellik: “Birazda biz ölelim” özlemidir. Kendine “pay/avanta” almak için Kamuya (Devlet) hizmet ve mal-mülk satın alma veya amiyane/halk deyimi ile: “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” kanaatleri yaygındır. Bunun sebebi, İslam toplumlarının bir “Kamu Hukuku” geliştirememiş olmasıdır. “Kamu Hukuku” Fransız Burjuva Devriminden sonra Avrupa’da oluştu (Vergi Hakkı). “Herkesin” olması gereken “Hazine”, yani kamu malı, İslam toplumlarında “Hiç kimsenin” dir. Yani “Allahlık” tır; “Arpalık” tır. Bu yüzden “Haydan gelen, Huya gider”. Bu cümle, İslam toplumlarının politik iktisadını özetler. Aslında anlamı alın teri, üretim, kazanım (özel mülkiyet) olmadan; “ganimetten” gelen, “israfa” gider; çar-çur edilir demektir. Bu yüzden Devleti ele geçirenler, hazineyi istedikleri gibi , “hukuksuzca” kullanırlar. “Vakıf” adı altında suret-i haktan gözükerek kamuya ait gayrimenkulleri “iç ederler”, taraftarlarına “peşkeş” çekerler. Denetleme ve hesap verme yoktur. Ama bunu “Allah” adına yaparlar. Çünkü cümledeki “Hay” da “Hu” da Allah’tır.

4- SONUÇ

Osmanlının çöküşü ile birlikte kurumsal din (Şeriat-Hilafet-Tarikat) de çökmüştü. Cumhuriyet, bu kurumsal yapıyı ilga ederken, halkın kurucu kimlik unsuru olan dinin cevherine de dokundu. Bu da, halkta devlete karşı küskünlük yaratmıştı. “Milli Görüş” ve onun “Profesyonel (Gömlek Değiştirmiş)” versiyonu olan Ak Partisi, bu küskünlüğün rövanşını almaktır. İktisadi açıdan ise, periferide kalmış yoksul kitleler, merkeze taşınarak Devletten “ganimet” hakkını talep etti ve fazlası ile aldı.

Tarihsel perspektiften bakınca, bu süreçler yaşanmak zorundaydı. İmparatorluk bakiyesi demografiyi barındıran Devlet (Türkiye) etnik, dinsel, mezhepsel, ideolojik farklılıkları organik (hukuki-ahlaki) bir potada bir “toplum” haline henüz getiremedi. Çeşitli “komünite” lerden oluşan bir “topluluk” var Türkiye’de. Ülke, istikametini ve varlık nedenini kaybetmiş durumda. Yeni bir siyasal ufka ihtiyaç vardır. Bundan sonra siyasetin görevi, eşit “vatandaşlık” üst kimliğinde, adalete-hakkaniyete dayalı bir “toplum” oluşturmaktır. Alt “Kimlik Teknolojilerini” oluşturmak ise, hastalık haline gelen (Kimlik Siyaseti) siyasetin işi değil; herkesin kendine kalmıştır.

Konuşma-Dinleme ve Görme-Körlük Olarak Vicdan

Konuşma/Söz Söyleme: Vicdanın Sesi

Söz konusu ahlak olunca, konuşma, gevezelik, dırdır, malayani (ya’nisi, kastı, hedefi, anlamı, muradı olmayan), geyik yapmaktır. Boş konuşmaktır. Bu tarz konuşmak, içgüdü ve arzulardan kaynaklanır. Yalan söylemek, sonucu zarar-ziyan, acı, sıkıntı değil de; maslahat doğuracağı istisnai ve zorunlu durumlar hariç, ahlaksızlıktır. Konuşma şehveti, muhataba saygısızlık ve tecavüzdür. Konuşmada asıl olan, münavebedir. Allah, insana iki kulak, bir ağız vermiştir. Bu, iki dinle; bir konuş anlamına gelir.

Doğru konuşmak, vicdanın sesidir. Doğru söz, hasbi ve muhasibidir. Kaynağı, -Kur’an’a göre- yaratılışta Allah’ın insana üflediği ruh, insanda yarattığı lübb, fuad, nur, kalb-i selimdir. Kur’an, Allah’ın sözüdür (kelime-kavl-hadis). Cebrail vasıtası ile ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) aracılığı ile Araplara duyurulmuştur. Kalp, içgüdülerin/arzuların ve ‘fuad’ın ortak merkezidir. Kalp katılaşabilir, taşlaşır, hastalanır, paslanır.

Yetişkinler için söz “vermek”, sözünde “durmak”, sözün “senet” olması, söz “tutmak” asıldır. Çocuklar için ise, asıl olan sözden “çıkmamak”tır. “Sözleşme”, hukuk olarak, insanları bir arada tutan güven olmadan önce -Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” teorisi- Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkiyi ifade eder: “Ezeli Misak/Sözleşme” (7/172).

“Söz, gümüş ise; sükût, altındır” sözü, otoriter toplumlarda kategorik bir değer olabilir. Özgür toplumlarda yerine göre söz de sükût da, altın ve gümüş değerinde olabilir. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/Söz ola, kestire başı/ Söz ola, ağulu aşı/Bal ile yağ eyleye bir söz” dizeleri, sözün ahlaki değerini ve gücünü ifade eder. “Sözün bittiği yer” ifadesi, sözün kaynağı olan vicdanın çürümesini, kararmasını, dumura uğramasını ifade eder. Özü ve sözü başka başka olmak, ikiyüzlülük ve münafıklıktır. Yapamayacağı şeyi söylemek de doğru değildir (61/2). Sahici sağlam söz, insanı sağaltır, şifa verir. “Kötü söz, sahibinindir.”

Dinleme-Sağırlık

Duyma ve dinleme, birbirinden ayrıdır. Duyma, sözün kulağa çarpmasıdır, biyolojik bir şeydir. Karşıtı sağırlıktır, duyma bozukluğudur. Dinleme ise, söyleneni doğru anlamak için girişilen kasti ve iradi bir eylemdir. Dinleme, ahlaki bir eylemdir. Söylenene “kulak asmak”, “kulak kesilmek”, “kulak kabartmak”, “kulak vermek” gerekir. Kur’an, mü’minlere: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar” (39/18) tavsiyesinde bulunur. Vahye inanmayanların temel ahlaki kusuru, onu dinlememeleridir. Allah, Kur’an’ı dinlemeyenleri veya dinliyormuş gibi yapanları, ahlaksız olarak niteler ve kınar. (47/16, 8/21, 17/47…) Nuh Tufanı kıssasının anlatılmasının gerekçesini, Kur’an şöyle niteler: “…her uyanık ve duyarlı kulak, onu kavrasın” (69/12). Kur’an’ı dinlemeyenlerin kulaklarında -önyargı anlamında- bir “tıkaç (vekr)” vardır (6/25, 17/46, 18/57, 31/7). Onlar (inanmayanlar), sağırdırlar (2/18, 8/22, 21/45…).

Yazma ve okuma da konuşma ve dinlemenin hükümlerine tabidir. Yazma, ya vicdanın sesidir veya gevezelik, dırdır, malayani, geyik ve laf-ebeliğidir. Okuma da ya yazarın maksadını anlamaya dönüktür, ibret almadır, öğrenmedir veya onu tevil ederek tahrif etmektir. Kitap Ehli, bunu yapmıştır (4/46, 2/75, 5/41). Yazar merkezli yorum (Hermeneutik) yerine, okur merkezli yorum teorisi, bu “tahrif etme” hakkını (haksızlığını) savunur. Bunu da metni “zenginleştirme” olarak görür. Oysa dürüstlük, yazarın “ne dediği”ni doğru anladıktan sonra, kendi diyeceğini yazara dedirtme kurnazlığı yerine; kendini açıkça yazarak ifade etmektir. Yazı da insanı sağaltır; ancak hasta da eder. Yazının şifa-zehir (pharmachon) olma özelliği vardır. Yazının faydası, düşünmeyi kayda geçirmesidir: “Söz uçar; yazı kalır.” Zararı ise, sözün tahrif olmasına sebebiyet vermesidir.

Bakma-Görme ve Körlük

Görme ve bakma aynı değildir. Bakma, baş gözü ile gerçekleşen biyolojik bir olaydır. Nesnelerin göze çarpmasıdır. “Öküzün trene bakması” gibi. Karşıtı, gözün görme yetisini kaybetmesidir, körlüktür. Görme ise, iradi ve kasti bir eylemdir. Nesnelerin ne-idüğünü görmektir. Mikroskop ve Teleskop araçları, görme gücünü artırır. Mecazi anlamda “görme”, akıl ve kalbin işidir. Kur’an’da bu nazar, re’y ve basiret olarak aklın ve vicdanın bir eylemini niteler. Görme (nazar ve re’y), vicdan ile hakikati düşünme ve anlama yerine kullanılır: “Deveyi görmüyorlar mı (yenzurune) nasıl yaratılmıştır?” (88/17). “Hevasını (arzu-heves) ilahlaştıranı gördün mü (e-raeyte)?” (25/43). Basiret ise hem baş gözünün hem de kalp gözünün (fuad) marifetidir. “Bunda basireti olanlar için bir ibret (manidar anlam, öğüt) vardır” (3/13). “Ey basireti olanlar, ibret alın” (59/2). “Allah, size göz, kulak ve kalp verdi ki, şükredesiniz” (16/78).

Mevzu din, iman ve ahlak olunca, körlüğü doğuran vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğramasıdır. Metafor olarak bu durum, karanlık (zulümat) ve körlük olarak nitelenir. “Onların durumu, karanlıkta ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ateş, tam çevresini aydınlattığı sırada, Allah, ışıklarını söndürür ve onlar karanlıklar içinde kalırlar. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler, artık dönemezler” (2/17). “De ki: Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir olur mu?” (13/16).” Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü, baştaki gözler değil; göğüslerdeki kalpler kör olur” (22/46)

Sonuç

Günümüzde hem dünyada hem de ülkemizde “söz” değerden düştüğü gibi; dinleme de kendiliğinden değerden düşmüş durumda. Paralel olarak nazar, re’y ve basiret de büyük ölçüde kayboldu. Egemen olan dırdır, gevezelik, malayani, konuşma şehveti, dinlememe ve körlük. Bunların toplamı, vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğraması anlamına gelir. Dijital teknolojinin gelişmesine paralel olarak, yazma ve okuma (kitap) da değerini büyük oranda kaybetti. Korkunç bir görsel ve işitsel enformasyon seli içinde boğulmuş haldeyiz. Çoğunluk, elindeki telefonun içine düşmüş durumda. Fransız düşünürü Jacques Ellul, Sözün Düşüşü adlı kitabında “Söz” alanının imajlar tarafından istilasını, sözün yerini almasını ve egemenliğini anlatır. İnsanlığı kurtarmak isteyen herkesin, öncelikle sözü kurtarması gerektiğini söyler.

İnsanlığın bu durumunu, şu iki ayet oldukça açık bir şekilde tasvir etmektedir: “Hakikati inkâra şartlanmışlar, dünya zevklerinden yararlanırlar ve sadece hayvanlar gibi yerler (47/12). “And olsun biz, cinler ve insanlardan kalpleri olup da bununla anlamayan; gözleri olup da bununla görmeyen, kulakları olup da bununla işitmeyenlerin gideceği yer cehennemdir. İşte bunlar, hayvanlar gibidirler; hatta, daha da aşağılıktırlar.” (7/179)

Kur’an’ın başından sonuna kadar sıradan sokak insanının tefekkür, taakkul, tezekkür, tedebbür, temmül, tafakkuh, tabbur (feğtebiru) fiilleri ile binlerce kez çağırdığı ve bizi de kurtaracak olan şey, Allah’ın yaratılışta insana verdiği (91/8) veya kendi ruhundan üflediği (15/29, 38/72) vicdanını diri tutmaktır. Etrafına bakmaya (nazar) ve olup biteni görmeye (re’y) çağırmasının nedeni de aynıdır. Zira, iman ve ahlak (din), buradan doğar. Burada da asıl olan, yan gelip yatmak değil; sürekli tetikte-teyakkuzda olmak ve kül yutmamaktır (havfan ve tamaan/rağaben ve rehaben). Bu tutuma da “Takva” denir: Allah’ı dua ile sürekli yardıma çağırmak: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet; şüphesiz sen çok bahşedensin.” (3/8). Bu durumda da kural, ilk adımı insan atar; Allah da misillemede bulunur: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.”

‘Din’i Tam Olup İmanı ve Vicdanı Zayıf Olmak

1- TARİHSEL-TEOLOJİK NEDENLER

Sünnîlik, teolojik olarak oluşurken, Haricîlik ve Mu’tezile imanı amel ile birlikte “Müslüman” olmanın kurucu şartı olarak bir kimlik tanımı şeklinde ileri sürdüklerinde; bunu reddederek, ”tasdik/inanç”in (“İman”değil), “mümin” ve “müslim” olmak için yeterli olduğunu kabul etti. (“lailahe illelah” diyen, cennete girer). Ahlak/amel, olsa da olur; olmasa da olur; olursa, “semere/meyve” olarak daha iyi/tatlı olur. Bu tutum, ahlak alanında gevşek/light bir kimlik teknolojisinin oluşmasına sebebiyet verdi. İkinci olarak Sünnîlik, tasdiki/inancı, “iman” olarak yorumladı. Bunu da “Amentü” olarak kodladı. Oysa, inanç ve iman, ayrı ayrı muhtevalardır. Kur’an, Bedevilerin, kesin tasdiklerini (teslimiyet), “iman” olarak kabul etmedi: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: ”Hayır, henüz iman etmediniz; “teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi.” (49/14). İman, Allah ile duygusal değerlilik yaşantıları olan huşu (saygı), haşyet (korku), güven, muhabbet ve umut’a (“havfen/korku ve tamaan/umut”- “rağaben/rağbet ve raheben/kaygı”) dayanan canlı bir ilişkidir. Oysa “inanç”ın bu nitelikleri yoktur. İnanç değişmez; genellikle amel doğurmaz; doğursa da, doğruluğu tesadüfidir; soğuk su veya donmuş buz gibidir. İtikat, cenazeye; iman, canlı insana benzer. iman değişir: artar-eksilir; sıcak ve kaynar su gibidir, hareket (amel) doğurur; barometre gibidir: tavan yapar-taban yapar. İman, zorunlu olarak amel doğurur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”: “İman edenler,…Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerdir; ancak onlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). “İnsanlar, (amel ile) denenmeden, “inandık” diyerek bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Sünnîlik, ibadetleri (Namaz, Oruç, Hac, Zekât), kelime-i şehadet ile birlikte “kimlik teknolojisi” olarak İslam’ın “Beş Şartı” olarak kodladı. Kur’an’da değinilen sınırlı sayıdaki “Haram”ları (faiz, zina, içki, adam öldürme, hırsızlık…) da ekleyerek “32-54-Farz” olarak kodlayıp “İlmihal” dindarlığı tamamlanmış oldu. Domuz etinin haram, her türlü haltın yenebildiği; vicdansızlık değil, sadece “içki, bütün kötülüklerin anasıdır” olduğu bir dindarlık gelişti.

Böylece Kur’an’ın baştan sona kadar mümin bireyin her bir tekil ilişkide, her an vicdanının diri tutmak için çabaladığı “Takva” ya ve düşünmeye (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, temmül, tabbur….) çağrı/teşvik, iptal edilmiş oldu. Yani canlı iman ve diri vicdana –büyük ölçüde- ihtiyaç kalmadı. Oysa Kur’an, baştan sona kadar insan vicdanının (kalp/fuad, fıtrat, lübb) ölüm, körelme, sağırlaşma, kararma, mühürlenme, taşlaşma, katılaşma, paslanma, hastalanma…ile karşı karşıya olduğunu dile getirir. Örneğin: ”İman edenlerin, Allah’ı anmak ve ondan inen hakikate karşı kalplerinin saygı ile ürpermesi gerekmez mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudiler-Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.” (57/16). Şu andaki “Müslüman” ların çoğunluğunun, burada tasvir edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bir farkı var mı?

Kur’an’ın baştan sona kadar “Mümin/Müslim”in karakteri (Kimlik teknolojisi) olarak vurguladığı “Takva” konusunda Fazlurrahman şöyle diyor: “Takva kavramı ile ima edilen bu kendini inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman, kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman “doğruyu/hakikati” seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “Aşkın (Allah-İG)”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat biz, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “Takva”, bu “Aşkın(Allah)ın yardımına işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, fiil de bizim olsa da; bizim yapıp etmelerimizin hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank.1997. s. 14)

Türkiye’deki mukallit muhafazakârların bir kısmı, N. Fazıl’ın: “Sakarya: Saf çocuğu, masum Anadolu’nun” dediği kabilden “ilmihal Müslümanlığı” nı sürdüren insanlardır. Bir kısmı, seçimlerde oyunu “sosyal yardım” karşılığı siyasetçilere satan “Köylü Kurnazlığı” nı benimsemiş olanlardır. Bir kısmı tarikat-cemaat, vakıf-dernek aracılığı ile “kamu” dan menfaat tırtıklayan, Allah’ı ve halkı kandırmaya çalışan “uyanık” tiplerdir. Az bir kısmı (sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama, az oldukları kesin) siyasette ve bürokraside “Hz. Ömer Adaleti” kaygısı ile hareket edenlerdir. Büyük bir kısmı da (kahir ekseriyet) siyasette ve bürokraside “Çakal” tabiatlı olanlardır. Vicdanı diri olan varsa, kendinin hangi kesimden olduğunu bilir.

2- KÜRESEL-KÜLTÜREL (ZEİT-GEİST/ÇAĞIN RUHU) NEDENLER

Sahici anlamda din (iman-vicdan), insan Tanrı’nın başta Yaratma olmak üzere, sıfatlarının tecelligâhı olan Tabiat (Ayetler) içinde yaşarken gerçekleşir. Bütün dinler, Modern makine ve dijital Teknoloji öncesinde doğmuşlardır. Modern Teknolojinin küreselleşmesi ile de Tanrı’nın evinden kendi yaptığımız eve (Tekno-city) taşınma ile de sönümlenmeye başlamışlardır. Tanrı’nın teknolojisinden Modern Batı insanının yaratmış olduğu teknolojiye geçiş ile oldu bu durum: “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar, Mercedes’i”. Teknolojik araçlar, her zaman vardı. İnsanın işlerini, yaşamını kolaylaştıran birer “araç/aparat” olarak vardı. Ancak, modern teknolojinin tabiatı bir başkadır.

Artık teknolojinin özü, Max Weber ve Habermas’ın iddia ettikleri gibi, nesnelerin “rasyonel kontrol yeterliliği ve verimliliği” değil; Heidegger’in iddia ettiği gibi, Tekniğin özü, “teknik” bir şey değil; “metafizik” bir şeydir. Günümüz Batı kültürünün, Nietzscheci “Onto-teoloji”ye –düşünülmemiş- bağlılığı olarak teknoloji, Nietzsche’nin metafizik/teolojik olarak “Güç Tutkusu (will to power) ve Tutkuya Tutku/istemeyi istemesi (will to will); ontoloji olarak da, “-kendimiz dahil (“İnsan kaynakları”)-, ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü, doğaları gereği anlamsız “Bestand” yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maximal randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar (rezerv/stok)” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır.” (Ian D.Thomson. Heidegger-Ontoteoloji. çev: H. Arslan. İst. 2012. s 75). Bu dünya görüşü/bakış açısına göre: “Varlık, önceden hesaplanabilir olandan başka bir şey değildir. Varlığı teknolojik olarak kavrayışımız, bir “hesaplayıcı düşünme tarzı” üretiyor. Entiteleri, çift değerli (O-1) programlanabilir (dijital) enformasyona indirgeyerek, bütün niteliksel ilişkileri niceliksel ilişkilere, internetteki pür dolaşım ağına girmeye hazır dijital verilere dönüştüren bir düşünme tarzı.” (Thomson, a.g.e. s 94). Bu, Heidegger’in teknolojinin özü/doğası olarak “Gestell (Çerçeveleme)” dediği şeydir. “Heidegger, bu çerçevelemenin, bir çifte unutmaya yol açtığını ve bunları takviye edeceğini düşünür: 1-Kendimize özgü dünya ifşa etme kapasitemize ilişkin yeteneğimizi yitireceğimizi; ve 2-Bu yüzden, herhangi bir şeyi unutmuş olduğumuzu da unutacağımızı düşünür…Sözün gelişi, entitelerin “kendilerinde mündemiç anlamları” bulunduğu fikri, miadını doldurmuş bir “mit” gibi görünmeye başlayabilir… (Thomson, a.g.e. s. 96-97). Örneğin: Kur’an’ın “Tekvini Ayet” veya “Nimet” dediği şeyin “Doğa Yasası”na ve “Madde”ye dönüştürülmesi.

Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han, teknolojinin bu “çerçeveleme”sinin modern insandaki-toplumdaki semptomlarını gözlemler: ”Big data (Yapay Zekâ)” bile, içinde çok az “bilgi” barındırır. A gerçekleştiğinde, B nin de gerçekleşeceğini söyler. Ancak, bunun neden (ve niçin-İG) böyle olduğunu bilmez. Korelasyon, nedensellik ilişkisinin, yani neden ile sonuç arasındaki ilişkinin aslını anlama yeteneğine bile sahip olmayan, en ilkel bir bilgi biçimidir. O, basitçe, “bu, böyledir” der.” (Byung Chul Han, Ötekini Kovmak. Çev: M. Özdemir. İst.2023. s 10). ”Platon’un (ve Monoteist dinlerin-İG) “Hakikat” dünyasına karşıt olarak, günümüz “Şeffaflık Toplumu”, içinde metafizik bir gerilim barındıran o “ilahi ışık” tan yoksundur. Şeffaflıkta “Aşkınlık” yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık (aydınlanma-nur) olmadan içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Aydınlatan bir ışık kaynağı değildir şeffaflığı sağlayan. Şeffaflığın ortamı aydınlanma değil; her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünür kılan ışıksız bir ışımadır. Bu ışınım, ışığın (aydınlanma-nur) aksine, müdahaleci ve delicidir.” (B.C.H, Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s 59). ”(Geleneksel) İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima “öteki”ni bilirdi. Bu, bazen Tanrı; bazen hükümdar; bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil; ödül de, dışarıdaki merciden gelirdi. Buna karşın, günümüzde “başarıya ve performansa” odaklı toplumun öznesi, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmaktadır. “Öteki” inden ödül alamadığı için, hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Ötekinin olumsuzluğu, rekabet ilişkisine de içkindir. Ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz. Çünkü son kertede kendi kendisi ile rekabet içindedir. Hep kendini aşmaya odaklanır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar. Bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.” (B.C.H, Şiddetin Topolojisi, çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2021. S 55)

3- SONUÇ

Hasılı, günümüz Türkiye’sinde “Müslümanlık”, özünü düşünme ve diri bir vicdanın oluşturduğu iman ve takva (salih amel/ahlak) değil; ezberlenmiş, itikat haline getirilmiş, alışkanlık olmuş, gelenekselleşmiş bazı davranış kalıplarını, ritüelleri, tutumları, tavırları, totem ve tabu benzeri şeyleri ifade ediyor. Daha da önemlisi, bu insanlar, yukarda tasvir ettiğimiz küresel-kültürel bir atmosferin, iklimin, coğrafyanın (çölün) içinde yaşıyorlar.

Arabistan çölünde “İslam” vahasını/yeşilliğini yaratan Kur’an, yukarda tasvir etmeye çalıştığımız küresel çölleşme etkisinde bulunan ülkemizde yeni bir vahanın oluşmasına sebebiyet verebilir mi? Zor. Yedinci yüz yılda “çöl” lokaldi ve coğrafi idi; günümüzde ise, Nietzsche’nin haber verdiği gibi (“Çöl, büyüyor; vay haline, çölü görmezden gelenlerin.”) çölleşme, kültürel ve küreselleşti. Artık düşünemediğimizi dahi düşünemiyoruz ama, Tanrı’dan da insandan da umut kesilmez. Kur’an: “Sabah, yakın değil mi?” (11/81) demişti. Alman şairi Hölderlin ise: “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” dedi. Tanrı, Meleklerle girdiği tartışmada, onların, insan cinsi hakkındaki olumsuz kanaatlerini reddederek, zor bir işe/riske giriştiğini tâ baştan biliyordu (2/30-32). İnsanlık olarak veya Müslümanlar olarak, bu güveni boşa çıkarma hakkımız var mı?