Deprem ve ‘Denenme’

1- DENENME NEDİR?

Vahiy/Peygamberlik kurumuna dayanan İbrahimî monoteizmin “Din” davası, insan cinsinin “Denenme” davasıdır. Bu dava, Kur’an’da “Emanet” (33/72) ve “Hilafet” (2/30) olarak isimlendirilmiştir. Denenmenin mevzusu, özgür irade ile donatılan insanın, Tanrının varlığına iman etmesi, insanın kendini ve hemcinsini -ahlaki bağlamda- ıslah etmesi (103/1-3, 67/2); Tanrı tarafından kurulan ekolojik dengenin korunması (55/7-9); yeryüzünün imar edilmesidir (11/62); ve bu süreç içinde karşılaşılan zorluklara, sıkıntılara, zararlara sabır/metanet gösterme ve bu uğurda Allah’tan yardım talep (dua) etmektir (2/250). Denenme, Kur’an’da “Bela” ve “Fitne” kavramları ile ifade edilir (21/35, 20/40). Denenme sürecinde zorluk/meşakkat ve kolaylık iç içedir (95/5-6). Deneme süreci acı, sıkıntı, zorluk, ıstırap içerir (90/4). Deneme ortamı olan yeryüzü, insan için “sayılamayacak kadar (16/18) nimet, hayır, rızık, lütuf, ihsan, ikramlarla dolu; hem de musibet veya şerr (kötülük) potansiyelleri muhtevidir. İnsan cinsi de hem hayır/ihsan işleme; hem de şerr/kabih fiiller ortaya koymaya müheyyadır (91/7-10). Denemeyi kazanan, başka bir “Dünya (Ahiret)”da ödül (Cennet); kaybeden ise, ceza (Cehennem) ile karşılanır.

2- ALLAH: KÖTÜLÜ ORTAMI ‘YARATAN’ MI YOKSA KÖTÜLÜK ‘YAPAN’ MI?

Kur’an’da Allah, kendini “Deneme Ortamı/Zemini” yaratan olarak gösterir. Bu ortam, sayılamayacak kadar nimetlerle ve İnsana dokunma ihtimali/imkânı olan bazı kötülük (musibet-şerr) potansiyellerini mündemiç/muhtevidir. İnsanın kötülük yapma kabiliyeti ve doğadaki/yeryüzündeki depremler, yanardağ patlamaları, salgın hastalıklara sebebiyet veren virüsler, kasırgalar, orman yangınları, kuraklık…vs, bunlardandır. Kur’an’da “Musibet” veya “Şerr” olarak nitelenen bu olgusallıkların Allah’ın ilmi ve iradesi ile yeryüzüne konulduğu, gayet açıktır: “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan (olgusal olarak gerçekleşmeden) önce, bir yasa ile belirlemiş olmayalım. Şüphesiz bu, Allah için kolaydır.” (57/22). “Allah’ın izni olmadan, hiçbir musibet başa gelmez.” (64/11). “Allah’ın yasasında olmayan hiçbir musibet gelip bize dokunmaz.” (9/51). Müminlerin ağzından çıkan bu son değerlendirme, insanların/müşriklerin müminlere saldırma/savaş açma potansiyelini ifade eder; yoksa Allah’ın, müşrikleri, müminlerin üzerine (hâşâ) kışkırtmasını/salmasını değil. Allah, “olay(musibet)” çıkaracak bir ortam yaratmıştır; musibet olaylarını Allah “çıkarmaz”. İnsanların, kendi iradeleri ile hazırlayacakları ve denenecekleri fesat, felaket, ihtilaf, ayartı, zulüm, baskı, kargaşa… (Fitne) ortamlarında, günahsız-masum insanlar bile harcanabilir (8/25). Kur’anda hiçbir yerde “musibet” ve “şerr” fiillerinin “failliği”, Allah’a nispet/izafe edilmez.

Özetle, Allah, “Olağan-üstü Hal” dönemleri olan peygamber gönderdiği toplumların mucize talebinde bulunup, sonra da inat ve inkârda ısrar ettikleri için “Helak” ettiği kavimler hariç (5/111-115,43/55…); “kast-ı mahsus” olarak, hedef gözeterek, bir kötülüğü (musibet-şerr) manipüle ederek insanlara “Bakayım, bunlar, bu kötülük/azap/işkence, zarar, sıkıntı, ölüm, yaralanma… üzerine bana isyan mı edecekler; yoksa sabır gösterip kabullenecekler mi?” diye bir şey yapmaz. Böyle bir davranış Rahman, Rahim, Adil, Hikmet sahibi bir Allah’a yakışmaz. Bu ahlaki karakter, Kur’an’da “Sünnetullah” olarak nitelenir (33/62, 35/43). Oysa iman etmek başta olmak üzere, insanları ıslah (salih amel) ve yeryüzünü imar etme “İmtihan Davası” uğrunda girişilen çabalar (cihad) esnasında karşılaşılan musibet ve şerr(kötülük)lere sabretmek ve Allah’tan dua ile yardım talep etmek anlamlı olabilir. “…sabredenleri müjdele” (2/155) ihbarı, dâvâsı olan bir denenmeyi kazananlara yapılmıştır; yoksa “sabretme”nin bizzat kendisinin bir “dâvâ” olduğu bir denenmeye değil. Önceki bir yazımda belirttiğim gibi, musibet potansiyellerini “Felaket” veya “Afet”e dönüştüren, insanların cehaletleri, ihmalleri, ihanetleri, zafiyetleri ve sorumsuzluklarıdır. Failleri müşterek ve müteselsil olarak insanların kendileridir ve çoğuldur (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…)

3-SÜNNİLİK VE MU’TEZİLENİN HATASI

Eş’arîliğin, “Efalu’l-ibad= insanların iradi fiilleri” dahil olmak üzere, bütün doğal musibetlerin de “Kast-ı mahsus” olmak üzere, “Hikmetinden sual olunmayan” bir Allah tarafından irade edildiği-yazıldığı ve yaratıldığı (Kader) görüşünde olduğu müsellemdir. Sünnîlik, doğal musibetleri Allah’ın insanlara ihtar, ibret, ikaz, ceza/kefaret ve sabır gösterip göstermeyeceklerini görmek için gönderdiği kanaatindedir. Maturîdîlik ve Mu’tezilenin, insanların iradi fiillerinin kendilerine ait olduğu ve yaptıklarından sorumlu oldukları görüşünde oldukları da bilinmektedir. Ancak, doğal musibetlerin Allah tarafından insanlara musallat edildiği konusunda Mu’tezile ve Maturîdîlik hemfikirdirler. Mu’tezîlî Şerif El-Murtaza, 2/155 ayetini delil göstererek musibetlerin “Failliğini” Allah’a izafe ederken; insanlardan sadır olan kötülükleri, insanlara izafe etmektedir (Şerif el Murtaza, Cebir ve Kader Kıskacında İnsan Özgürlüğü. Çev. M. Esen. Ank. 2012. s. 35 vd.). Bu ayetin ifade ettiği anlamın “Denenme Ortamında kötülüğün mündemiç olması” olduğu; kast-ı mahsus olmak üzere herhangi bir topluma veya kişiye yöneltilmesinin/hedef alınmasının ilahi hikmet gereği mümkün olmadığını belirtmiştik.

Mu’tezilenin geç dönem ünlü temsilcilerinden –Sünnî etki altında olduğu bilinen- Kadı Abdulcabbar da, insana dokunup ona “elem” veren musibetleri, “ibret” ve karşılığının Ahirette “tazminat (ıvaz)” olarak ödeneceği Allah’ın fiilleri olarak görmektedir (Kadı Abdulcabbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse. Kahire. 1988. s. 458-459). Hasılı, Mu’tezile de Allah’ın, dünyada insana acı, ölüm, hastalık, ıstırap, zarar…veren musibetleri insanlara “kast-ı mahsus” olarak verip; karşılığında Ahirette onlara ödül vereceği şeklindeki “Hikmetsiz” bir işi/eylemi/fiili Allah’a yakıştırabilmektedir. İnsanların kendileri veya geçmiş nesillerin cehaleti, ihmali veya ihaneti ile müşterek ve müteselsil sorumsuzlukla meydana gelen musibetlerde, felaketlerde veya afetlerde ölenlerin/kurbanların, “şehit” olduğu yorumu da, özü itibari ile yanlıştır. Ölenlerin yakınlarını teskin etmeye dönük bu yorum, bir doğa olayının, örneğin Depremin “felaket” e dönüşmesinin faillerinin sorumluluğunun üstünü örtmekte ve felaket olayını (musibet-şerr) doğrudan Allah’a hamletmektedir. Oysa Allah: “İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayıp, masumlara dokunacak bir fitne, fesat ve felaketten sakının” (8/25) diyerek, insanın içinde bulunduğu denenme “risk”inin ciddiyetini vurgulamaktadır. Haşa, bu fitnenin (felaket-işkence) “faili” Allah değildir. Felaket ve Afetlerde ölenler için “Allah rahmet eylesin” ve yakınlarına: “Allah, sabir ve metanet versin” duaları yapılabilir.

4-SONUÇ

Kur’an: “Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır?” (6/21, 93, 144; 10/17, 11/18, 39/68…) ve “Biz, insanlara zulmetmeyiz; fakat, insanlar, kendi kendilerine zulmederler.” (11/101, 16/118, 43/76…) diye buyurmaktadır. Sünnîlik ve Mu’tezile, insana elem ve ölüm doğurabilen musibetlerin/şerlerin, Allah tarafından “kast-ı mahsus” olmak üzere hedef gözeterek ihtar, ikaz, ceza, kefaret, temizleme… amacı ile insanlara isabet ettirildiği yorumu ile Allah’a iftira etmektedirler. Bu yoruma göre, insanlığın musibetleri azaltma faaliyeti, örneğin, insan ömrünü uzatma (Avrupa’nın ortalama ömür süresi orta çağlarda 17 sene iken; şimdilerde 80-90), hastalıkları önleme, felaketleri-afetleri azaltma, sakat doğumları önleme… faaliyeti, Allah’ın ikaz, ibret, ihtar, kefaret… işine karışma, onun iradesine karşı çıkma-meydan okuma anlamına gelmektedir. Bu işte de başı çekenler, tek bir Tanrı’ya inanmayan Japonlar ve son iki yüzyıldır “Tanrının Ölümü”nü ilan eden Avrupalılar gelmektedirler. Sünnîliğin meşhur bir “Hadis”i itikat haline getirdiği gibi, eğer: “Dünya, müminin cehennemi ve kafirlerin cenneti” ise; Kur’an, neden: “Rabbimiz, bize Dünyada da Ahirette de hayır ve ihsan ver.” (2/201, 7/156) diye dua etmemizi istemektedir?

Felaketlerden sonra müminlerin başvurdukları ve dillerine pelesenk ettikleri: “Allah’ım, ülkemize bir daha böyle bir felaket gösterme.” İfadesi, sanki felaketi gönderenin/failin Allah olduğu inancına dayandığı için, külliyen yanlıştır ve Allah’a iftiradır. Sonuç olarak cehaletin, dogmatizmin, taklidin yaygın olduğu dinsel toplumlarda bir kanaatin/yorumun yaygın kitleselliği ve uzun süren ömrü/tarihi, onun doğruluğunun delili/kanıtı olarak görülür. Oysa Allah, Kur’an’da daima gerekçeli, key, izen, hatta, lealle…) konuşur; delile, burhana, beyana, hikmete ve ilme dayanır. Tezlerimize itirazı olan, Ebu Hanife’nin “Bir ayetin nüzulünü/sübutunu inkâr etmeden; tevilinde yaptığı hatadan dolayı kimse tekfir edilemez” muhalled ilkesi gereğince, tekfir etmeden, terbiyeli ve gerekçeli bir şekilde konuşsun.

Doğal felaket afet ve kader

Allah, Dünyada kendine benzer (Esmau’l-Hüsna) özgür iradeli bir varlık olan insanı yaratıp onu ahlaki bağlamda denenmeye tabi tutarak (din) riske girmiştir. “Risk” kavramı, bu bağlamda insandan beklentisinin hasıl olup olmayacağı anlamındadır(80/23). Zira Allah, insanı, O’nun beklentisi (iman-salih amel/cennet) doğrultusunda zorlamamıştır. Denenme olgusu (Bela-Fitne), doğal kötülüklerin (şerr-musibet) ve doğal iyiliklerin (rızık, nimet, lütuf, ikram) olduğu riskli bir ortamda gerçekleşmektedir (2/155, 21/35). “Biz insanı acı, sıkıntı, zorluk, gerilim (kebed) ortamında yarattık” (90/4). İnsanın kendisi de iyilik ve kötülük (hayır-şerr) kabiliyetleri ile yaratılmıştır (91/7-10) ve herkes, -hem Dünyada, hem de Ahirette- yaptıklarının rehinidir(52/21,74/38). Allah, kendini ve insanı riske açmıştır/atmıştır. Riske giremeyen, “Tanrı” olamaz; oyun oynar. Allah, İnsanı yaratmakla, oyun(abes) oynamadığını vurgulamıştır(23/115). Tanrı’ya “kötülük” –yapmayı değil-; yaratmayı (Teodise) layık görmeyen çocuksu teolojiler (Örneğin: Hristiyanlık-Yahudilik), “Denenme” olgusunun ciddiyetini doğru kavrayamadıkları için, insanların dinden çıkmasına sebep olmuşlardır: 1755 Lizbon Depreminden(doğal kötülük) sonra Hristiyanlıktan; Hitlerin yaptığı Holokosttan(insani kötülük) sonra da Yahudilikten irtidatların arkasında yatan budur.

Doğadaki nesnelerin/şeylerin birbirinden farklı olarak tasarımlanmaları ve nedensellikle tekrar eden doğa olayları, Kur’an’da “Kader-Takdir” kavramları ile nitelenir(25/2, 13/8, 36/39, 87/3…). Bunlardan bir kısmının insan cinsi ile irtibatından ölüm, zarar, acı, ıstırap, sıkıntı doğurmasından dolayı; insanlar tarafından, “Felaket” veya “Afet” olarak isimlendirilmiştir: Deprem, yanardağ patlamaları, virüslerin sebep olduğu hastalıklar (pandemiler), kasırgalar, kıtlık-kuraklık, sel-heyelan, çığ, orman yangınları vs. Bunlar, aslında doğanın kendini sürdürmesinin ontolojik unsurlarıdır. İnsanların kendi özgür iradeleri ile doğurdukları savaşlar ve zulümler de, “kötülük (şerr)” örnekleridir.

Bunlar, “denenme” ortamının potansiyel risk unsurlarıdır. “Deneme/Din”, bu kötülükleri azaltma çabası; yani yeryüzünü “imar” etmek ve insan cinsini “ıslah” etmektir. Bu süreçte karşı karşıya kalınan zorluklara direnmek(sabır)tir (2/155). Allah, herhangi bir kötülük potansiyelini, herhangi bir insan topluluğuna “denenme” olsun diye manipüle etmez, özel olarak yönlendirmez. Kötülükler, doğadan veya insan iradesinden doğar. Peygamber gönderilen toplumların, onlara karşı ortaya koydukları kötü tavırlar sonucu gerçekleşen “Helâk”lar, “Olağanüstü Hal” kanununa göre gerçekleşmeleri, bunun dışındadır (5/111-115).
Normal durumlarda insanların karşı karşıya kaldıkları kötülükler (Musibet), insanların kendi ihmalleri (yapmadıkları) veya iktisapları(yaptıkları)ndan dolayıdır (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…). Bir doğa olayının, insanlar için “felaket” veya “afet” durumuna (musibet) dönüşmesinin sebepleri, insanların cehaletleri/ihmalleri, zafiyetleri veya ihanetleridir. Bunların doğurduğu sonuçları, “Kader” kavramı ile Allah’ın üzerine atmak, iftiradır ve zulümdür. Kur’an’ın “Kader” kavramı (kuş uçar, taş düşer, fay kırılır…) ile Sünniliğin “Kader” kavramı arasındaki fark budur.

Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’an’da “Sünnetullah (33/62, 35/43)” kavramı ile ifade edilir; “Kader” kavramı ile değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (13/11) veya “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Yani küllî irade, cüzî iradeye bağlıdır.

Deprem konusunda “Fetva” mercii Jeologlar ve Deprem bilimcilerdir; ilahiyatçılar değil. Örneğin, deprem bilim profesörü Naci Görür’ün: “AFAD’ın “Afet Bakanlığı”na çevrilmesi gerekir” önerisi, doğrudur. Turizm geliştirmek için “Bakanlık” kurmaktan bin kat daha elzemdir.

Cumhurbaşkanının, son depremden sonra bölgede halkla konuşurken sarf ettiği: “Olanlar oldu; bunlar, hep kader planının içinde olan şeyler” cümlesi, Sünnîliğin geliştirdiği “Kader (Cebir)”in ifadesi olarak, Kur’an açısından külliyen yanlıştır. Fay hattının kırılmasının doğurduğu “felaket” sonucu için: “Allah’tan geldi” yargısı doğru değildir. Fayın kırılma “kanunu”, Allah’ın Kaza ve Kaderidir. Bunun “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal, zaafiyet ve ihanettir. Failleri müşterek ve müteselsildir. Anadolu kıtasındaki fay hatlarının kırılma tarihleri ve periyotları geriye doğru (Bizans-Osmanlı) bilindiği halde; fay hatları üzerine yerleşke (şehir-kasaba-köy) kurmak cehaletin, ihmalin, zayıflığın (“Bir şey olmaz”) sonucudur. Felakete sebebiyet veren failler mülk sahipleri (meskûn), bina yapanlar (müteahhit-mühendis) ve bunları denetleme sorumluluğunu üstlenen yerel yönetimler (Belediyeler) ve siyasal iktidarlardır. Depremi, Allah’ın “birilerine” ve bir “yere” kasdî olarak yönlendirilmiş eylemi anlamında “Kader” olarak öğreten Sünni alimlerdir. Yerleşkeleri, tarihte olduğu gibi, dağ eteklerine yapma imkânı olduğu veya depreme dayanıklı binalar yapma teknik imkânı olduğu halde; bunu yapmayan veya denetlemeyen herkestir. Tarım arazilerini/ovaları şehir, kasaba ve köye (emlak-arsa) dönüştürenlerdir. Felaketlerdeki ölümleri “Ecel-Kader” kavramı ile Allah’a bağlayan din alimleri-din adamları ve bu sakim yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkım ve ölüm sonucunu, “Kader” veya “Ecel” kavramları ile Allah’ın üzerine atması, dindarlık görünümü altında ahlaksızlıktır.

Uzun süre sonra yıkıntılar altından canlı çıkarmak, yaşama tutunan ve onu kurtarmak için dişini tırnağına takan kahramanların mucizesidir. Kendisi mucize olan insanın ortaya koyduğu “mucize”dir.

Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de “ümran” faaliyeti, bugün yol-köprü, tünel yapmaktan önce, “Kentsel Dönüşüm” ve “Bina Denetimi”dir. Birinciler olmadığında,en çok zahmet çekeriz; ikinci olmadığında, kitlesel olarak ölüyoruz. Deprem coğrafyasında, fay hatlarını ve kırılma periyotlarını beyin korteksine kazımaksızın; yüz yıllar boyunca yığma taştan evler, betonarme çok katlı tabut/mezar binalar yapmak, akla ziyan bir tutumdur. 1939 Erzincan depreminden sonra, şehrin aynı mekânda yeniden yapılması, bunun bir örneğidir.

“Makasidu’ş-Şeria”ya göre yol, köprü, tünel yapmak “Tahsiniyyat (olmasa da, olur)”; kentsel dönüşüm ve bina denetimi, “Zaruriyyattır (olmazsa, olmaz)”. Gözle görünmeyen bir mefsedeti/riski bertaraf etmek/defetmek; gözle görülür bir menfaati celp etmekten/temin etmekten daha evladır.(Def-i mefasit, celb-i menafiden evladır.” Mecelle).

Deprem sonrasında halkımızın, İslam dünyasının ve insanlığın bölge halkına karşı gösterdiği dayanışma, İslami anlamda “Ruh”un (merhamet, paylaşma, dayanışma) henüz ölmediğinin bir kanıtıdır. Ancak, ruhun diğer parça olan kafa/akıl, mantık, tedbir(Japonya), bu coğrafyada olabildiğince zayıftır. Bir “akıl tutulması” mevcuttur.

Enkaz altından günlerce sonra kurtarılan 70-80 yaşlarında bir teyzenin, dışarı çıkmadan önce, -masum ve muhterem bir şekilde- bir “başörtüsü” talebinde bulunması, bu topraklarda “dindarlık” vurgusunun, ağırlıklı olarak nelere yapıldığı -ve nelere de yapılmadığının- manidar bir göstergesidir. Saçın görülmesinin günahı, imar affının günahından büyük olarak gösterildi. Oysa, “İmar Affı” kavramı, tek başına hem halkımızın, hem de onların yerel ve siyasal temsilcilerinin ahlaki-hukuki-dinsel karakterini ele veren “affedilmez” büyük bir günahıdır.

“Nush/nasihat ile uslanmayanı, etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Heyhat! Deprem “köteği” ile dahi uslanmıyoruz. “Bu, neden sürekli benim başıma geliyor?” diyorsan; bir şaman, bir “Ayet” gücünde şöyle der: “Ders, sen öğrenene kadar devam eder.” Ancak, “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet biter, ne de nasihat.” sözü, -maalesef- bu toraklarda söylenmiş ve bu toprakların ruhunu/karakterini ele veren en doğru sözdür. Bu deprem, bir kısmının kendini “Dindar”; bir kısmının da kendini “Çağdaş” olarak tanımlayan bir toplumun şehircilik, inşaat, mimarlık, mühendislik alanlarında ahlaktan-medenilikten yoksun olduğunu bir kez daha yüzüne vurarak el-aleme rezil etmiştir. Hasılı, toplum olarak “iş, ‘bildiğimiz’ gibi değil”; daha doğrusu, yaptıklarımız, “mış gibi”.

 

Türkiye’de Siyaset ve Hukukun Ağırlığı

1- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Siyaset, yeryüzünde dil/kavim/ırk, din-ideoloji, ekonomi-çıkar veya ahlaki saiklerden biri veya birkaçı ile oluşmuş bir toplumun kendini diğer toplumlardan ayırması, koruması ve kendini sürdürmesi (güvenlik) çabasıdır. Bu çaba, doğası gereği ahlaki olabileceği gibi; ahlaksız da olabilir. Meşru siyaset ve meşru iktidar örgütleyici, organize ve idare edicidir. Meşru olmayan ise yıkıcı, yok edici, zulmedici, zorlayıcı şiddettir. İnsanlık tarihi, bunun hikayesidir.

a)- Hukuk, bir toplumun, kendi iç düzenini, işleyişini adalet idesine ve eşitlik ilkesine göre herkesi bağlayacak şekilde kurallara bağlaması ve bunu devlet erki ile gerçekleştirecek kurumlar oluşturmasıdır. Adalet, insanların bedensel, zihinsel ve ruhsal potansiyellerini, imkânlarını açığa çıkarmak ve aktüelleştirmek için, onlara sağlanan fırsat eşitliğidir. Bunu sağlamayan düzen ve iktidar, zalimdir. Hukuk, hakkaniyete ve uzlaşmaya/konsensüse/icmaya dayanması gerektiğinden dolayı; pür pozitif bir kavramdır. Herkesin sığınabileceği bir melcedir. Hukuk söz verme, söz tutma ve “sözleşme” yapmak ve buna uymaktır. Haksızlığa, zora-zorbalığa dayanan; konsensüs/icma içermeyen kanunlar/yasalar, “Hukuk=Adalet” niteliği kazanamaz. “Kanun/Yasa Koyucu” nun ahlakî ve ilmî itibara veya konsensusa dayanan bir meşruiyeti/otoritesi vardır. Salt “Güç” ten bu otorite ve meşruiyet çıkamaz. Adalet ve onu icraya yetkili şiddet uygulama(devlet), hukukun özüdür. Siyaset ve Hukuk, doğaları gereği, dinamik olsalar da; Hukuk, daha müstakar/durgun, yavaş değişir iken; siyaset, daha hareketli ve dinamiktir. Hukuk, salt Rahmanidir; “Hakk”, Rahman’ın diğer sıfatıdır. Hukuk oluşturmak ve ona itibar etmek, Rahmanî bir tavırdır(Ribbiyyun-3/146, Rabbaniyyun-3/79).

b)- Siyaset, Rahmani olabileceği gibi; şeytani de olabilir. Rahmani siyaset, özü itibari ile adalet, insaf, hakkaniyet ve merhamete dayanır. Bu bağlamda siyaset iktisadi içgüdünün, ekonominin, sermayenin ve salt güç istencinin diktatörlüğüne karşı madunların, mustazafların, mazlumların, ezilenlerin, yoksulların, yoksunların adalet ve özgürlük arayışı olarak ahlaktır. Kur’an’da “Tağutluk” Firavun’ların, Karun’ların, Haman’ların, iş-birliği içinde siyaseti zorbalık, güç istenci, tahakküm, zulüm, fesat, saldırı, talan, hile… olarak icra etmeleridir. Kur’an, bu tarz siyaseti reddederek; siyaseti, pratik ahlak olarak vazeder. “Dost-Düşman” veya “Biz-Öteki” ayrımının en temel ve meşru kriteri, adalet ve zulümdür. “Emanet”leri (kamusal işleri), ehline verme işidir (4/58). Meşru olan siyasal fail, toplumu oluşturan herkes (şura) veya onun onay verdikleridir (42/38). Allah, 610-632 arasında gerçekleşen İslam’ın doğuşu esnasında, müşriklerin oluşturmuş olduğu “sürekli düşmanlık” ve “sürekli savaş” ortamlarında “Rahman” ve siyasal bir “fail” olarak müminlere eşlik etmiş; onları yönlendirmiş ve onlara yardım etmiştir.

2- TÜRKİYE’DE SİYASET VE HUKUK

Burada yapacağım siyasi ve hukuki tasviri, Türkiye Cumhuriyeti, kurulurken ve kurulduktan sonraki dönemde Dünya siyasetinin ve güç odaklarının, Türkiye üzerine olan etkilerinden bağımsız olarak değerlendirmek, yanlış olacaktır. Türk Toplumu veya Türkiye devleti, Kurtuluş savaşının önderlerinden bir grubun, diğerlerini tasfiye ederek “Devrim” yaparak kurdukları bir yapı/gövdedir. Kurucu irade, Tek-adam (M. Kemal) ve Tek parti (CHP)dir. Bu yapıyı, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na göre kurmuşlardır. Bu olgu, siyasal bir tasarruftur ve birinci cümlede söylediklerimizden ve Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden bağımsız olarak anlaşılamaz. Olgunun kendisi, anlaşılabilir bir hadisedir; ideal siyaset ve ideal hukuk açısından doğruluğu-yanlışlığı, ayrı bir tartışma konusudur. Hukuk da, bu irade tarafından oluşturulmuştur. Muhafazakâr halk yığınları, bu siyasal-hukuki tasarrufa genellikle pasif direniş göstermişlerdir. 1950’den sonra Demokrasiye geçilmiştir. Siyasi fail, halk olmuştur (DP). Zorla yapılan bazı “kanun” ları, “Hukuki” leştirmeye çalışmıştır. 1960’da Tek-Adam ve Tek Partinin “mirasçısı/ehl-i beyti” olarak kendini gören askeri bürokrasi, “Darbe” yaparak, meşru siyasal otoriteyi devirmiştir. Daha sonra, kendi güdümlerinde bir Anayasa (Hukuk) yaparak, tekrar demokrasiye geçilmiştir. Seçimlerle halk, tekrar siyasal iktidarı devralmıştır (AP). Bu tarihten itibaren siyaset, (Askeri) vesayet altında işlemiştir. Politik gidişattan memnun olmayan askeri vesayet, 1980’de tekrar bir “Darbe” daha yapmış ve bir müddet sonra demokrasiye tekrar geri dönülmüştür. Hukuk da bu darbeci irade tarafından dizayn edilmiştir. 1997’de tekrar bir “Post-modern Darbe” yapılmıştır (28-Şubat Süreci). Bu süreç de İki binlerin başına kadar sürmüştür.

İki binlerin başında Ak Partinin iktidara geliş ile birlikte demokratikleşme doğrultusunda gelişmeler oldu. Ak Parti, “The Cemaat” ile işbirliği ederek askeri vesayeti geriletti. Siyaset, siyasi “kumpas”lar ile (vesayetten) özgürleşti. Daha sonra da Cemaat, “illegal” olarak meşru hükümeti devirmeye kalkıştı (15-Temmuz). 2018’de referandumla “Başkanlık Sistemi” ne geçildi. Zamanla TBMM’nin yetkileri, Başkan’a devredilerek önce tedrici olarak “Parti Devleti” ne; oradan da “Tek-Adam” lık yönetimine evrildi. Siyaset, güçlenirken; hukuk ve hukuki kurumlar, giderek zayıfladı. Hukukun, siyasetin kontrolüne girmesi, adalet idesinin/ülküsünün, güç istenci tarafından boğulmasıdır.

Bunun genetik sebebi, tarihe dayanır. Müslüman toplumlar (imparatorluklar), Hukuku “kanun” ve “fetva”lar ile yapmışlardır. Kanunu, Padişah (“Kanuni”); Fetvayı kadı, şeyhülislam ve müftiler verirdi. Vicdanın aktif ve diri olduğu toplumlarda tikel durumları ahlaki hükme bağlama anlamında bu yol, adaleti gerçekleştirmeye daha yakın olabilir. Ancak, vicdanın dumura uğradığı durumlarda, bu tutum, “Kitabına uydurma”, “Hile-i Şeriyye” ve “Minareyi çalıp, kılıfına uydurma” şekillerinde mafyalaşmayı doğurur.

3- TÜRKİYE’DE SİYASETİN DOĞASI

İdeal anlamda siyaset, hukuki-kurumsal bir yapıya kavuşturulmuş devletin, Anayasal çerçevede işletilmesidir. Siyaset yapmanın saiklerine gelince, ideal olan, ahlaki bir sorumluluk ile kamuya hizmettir: “Honorial Duty” veya “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir.” İkinci saik şan, şöhret, itibar, makam-mevki sahibi olma dürtüsüdür. Bu da, anlaşılabilir bir şeydir. Üçüncü saik güç istenci, tahakküm tutkusu, zorbalık ve şiddet içgüdüsüdür. Bu, tağutluktur, mafyalaşmadır, tehlikelidir, ahlaksızlıktır. Dördüncüsü, herhangi bir mesleği ve kariyeri olmayan, fırsatçı, muhteris, kurnaz, hilebaz insanların güç ve zenginlik, mal-mülk edinme çabasıdır. Siyaseti, bunun aracı olarak görürler.

Bizim gibi “Devrim” yapmış ülke ve toplumlarda bir diğer saik, “Toplum Mühendisliği” dir. Kitlelerin kimliğini devleti kullanarak zorla değiştirme-şekillendirme tutkusu. Oysa bizim gibi, imparatorluk bakiyesi toplum ve devlette siyaset, Toplum mühendisliği değil; Halıcılık ve Kuyumculuk gibi ince işçilik ve nezaket gerektiren bir sanat ve çaba olmak zorundadır. Modern Ulus-devlet aygıtı, egemenlerin (Burjuva sınıfı) kontrolünde “Kimlik Teknolojileri” geliştirerek (okul, hapishane, kışla, medya…) “Makbul Vatandaş” oluşturmaktadır. Oysa özgür toplumlarda Kimlik, uzun süreli, sivil-kültürel kurumlaşmalar ve etkileşmeler ile diyalektik olarak, kendiliğinden oluşur. Doğru ve ahlaki olan da budur.

Türkiye’de siyaset yapanların kahir ekseriyeti, ya toplum mühendisliğine soyunmakta veya mesleği-kariyeri olmayanların “meslek” edindikleri bir uğraştır. Meclisten çıkardıkları “kanun” ile iki yıl milletvekilliği yapmış birisi, emekli olup, en yüksek dereceli memur emeklilerinin aldığı maaş kadar kazanç elde ediyorlar. Asgari ücretli bir memurun en az beş-on katı gelir elde ediyorlar. Kamu imkânlarından/kurumlarından yok pahasına hizmet alıyorlar. Nalıncı keseri gibi, çoğunlukla kendilerine yontuyorlar: “Rabbena, hep bana”. Özel sektör ile devlet arasında “aracı-ortak” olarak gayri hukuki “iş” halledip, avantadan para kazanıyorlar. Bazıları kamudan hep çalıyorlar; bazıları da “çalıyorlar; ama çalışıyorlar” da. Devlet’in mülkiyeti ve yetkisinin “büyük” lüğü oranında, siyasetin gücü ve itibarı da, alabildiğine artmış oluyor.

Türkiye’de en itibarlı kişi düşünür, sanatçı, bilim insanı değil; bakan, milletvekilidir. Batı, bunun tehlikelerini bilfiil yaşadığı için ‘Kuvvetler Ayrılığı’ ilkesini geliştirmiştir. Oysa bir toplumun ve devletin hukukileşmesi, medenilik alameti iken; siyasetin gücü ve öneminin artması, şeytanlık-tağutluk alameti olabilmektedir. “Gece Bekçisi” devlet (Güvenlik), en ideal olanıdır. Toplum, rüştüne erdiği oranda devletin ve siyasetin gücü-cesameti azalır; sorunları, vicdan, hukuk ve kurumlar halleder. Bazı muhafazakârların siyaseti “Daru’l-harp-Hile ve Takiyye” bağlamında algılamaları, ülkemiz için ayrı bir talihsizlik ve tehlikedir. 1950’lerde ülkenin ekonomik durumunu göz önünde tutarak milletvekili maaşını almayan Ankara mebusu olduğu gibi; bugünlerde akraba-i taallukatını devlet imkânlarından nemalandırmayı, Kur’an’ın “akrabalarınızı gözetin” tavsiyesine bağlayabilen muhafazakâr milletvekiline de de şahit olduk. Türkiye’de “Parti”, politik-ideolojik bir ”örgütlenme” aparatı olmaktan çok; bir karizmanın etrafında kümelenmiş “Tarikat-Cemaat” veya “Anonim Şirket” halindedir. Partililer ise, “mürit” daha doğrusu “ortak” ve “nemalanan”lardır.

Düşünmenin Üç Dinamiği ve Din

Merak, insanın etrafında beş duyusu ile idrak ettiği ve herkesin, alışkanlık ve aşina olmakla “normal” bulduğu nesne/şey ve olayların/olguların içyüzünü, mahiyetini, ne-idüğünü, nedenini bilme ve tanıma arzusudur. Ahlaki bir duygu-içerik taşımaz. İnsanı hayvandan ayıran önemli bir niteliktir. Bilim ve teknoloji, meraktan doğar. Eski Yunanistan’da Arşimet’in hamamda hamam tasının suya batmamasını merak ederek, suyun kaldırma kuvvetini bulması; Newton’un, elmaların düşmesini merak ederek, yerin çekim kuvvetini bulması, buna örnek olarak verilebilir. Bilimsel merakın doğurduğu sorular: “Bu, nedir?” ve “Bu, nasıl oluyor?” sorularıdır. Felsefi düşünme de, büyük oranda, bir “Meraklı Melahat”lıktır. Merak, -ahlaki bağlamda- misyonsuz, gayesiz, amaçsız, soru-msuz (ahlaki soru soramayan) insanın en ciddi işidir. Sanatsal yaratıcılık da, aslında bu halet-i ruhiyenin bir ürünüdür. Bu analiz, hayretli Hayri ve Hayriyelerin de, meraklı Melahat ve Mahmut olamayacağı anlamına gelmez.

Hayrete Düşmek/Taaccüp Etmek

Hayret veya taaccüp etmek, meraktan farklı olarak, herkesin “normal” karşıladığı olay ve olgulardan ahlaki bir duygulanımla şaşkınlık/hayret içine düşmek, tuhaf bulmak, “olağan-üstü” olarak görmektir. Hayreti doğuran sorular: “Bu, niçin başka türlü (kaos) değil de; böyle (düzenli) oluyor?” ve “Bu nesne/şey, niçin, yok değil de var?”dır. “Hayranlık”, bu duygudan gelir. Wittgenstein’ın: “Varlığın, ‘nasıl’ olmasındansa; ‘olması’ daha hayretamizdir” cümlesi, bu durumu ifade eder. Din, ahlaki bir duygulanım ile insanın, içinde bulunduğu Evren, Güneş Sistemi, Ekosistem ve kendinin düzenliliği-uyumu karşısında taaccüp ederek, hayrete düşerek: “Bu değirmenin ‘suyu’ nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sorması ile başlar. Bu soruyu soramayan insanlar da: “Üzümü ye; bağını sorma”, sorumsuzluk, ilgisizlik, oralı olmama, nankörlük modundadırlar. Kur’an, bu tutumu, nankörlük (küfr) ve hayvanlık olarak niteler (8/22,55). “Sen (peygamber), hayranlık duyarken/taaccüp ederken/hayrete düşerken; onlar (inkârcılar), alay ederler” (37/12) ifadesi, bu gerçeği ortaya koyar. Meraktan doğan düşünme ise: “Bu değirmenin (sistematiğin/düzenliliğin) ‘çarkı’ nasıl dönüyor?” bilimsel sorusunu sorar ve cevaplamaya çalışır. Başta insanın kendi mükemmelliği olmak üzere, Güneş Sistemi ve Ekosistem arasındaki uyumun bir lütuf, ikram, inam, ihsan, emre-amade (teshir) olmasından şükran duygusu ile bunun failini/Tanrı’yı keşfetmesi/iman, dinin temelidir. Ahlaki duygulanımdan doğan düşünme, Kur’an’da tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, teemmül, ibret, nazar, rey… olarak nitelenir. Örneğin: “…Onlar, yerin (Ekosistem) ve göklerin (Evren-Güneş sistemi) yaratılışı/düzeni/uyumu üzerine düşünerek: ‘Rabbimiz, bunları, boş yere (batılen) yaratmadın; seni eksikliklerden tenzih ederiz…’ derler” (2/191).

Kaygı/Endişe Taşımak

Kaygı/endişe, yaşarken, bizimle ilgili/ilişkili olan ve sonunu bilemediğimiz-emin olmadığımız veya sonucundan korktuğumuz olaylar-olgular karşısında hissettiğimiz duygudur. Bu duygu da insanı düşünmeye sevk eder. Özen, önem, ihtimam ile kaygı, tasa, telaş, huzursuzluk ve endişeyi bir birine karıştırmamak gerekir. Birinci duygular, bizim ile ilişkisini kavradığımız, idrak ettiğimiz, tanıdığımız kişilere veya olgulara-olaylara yönelik iken; ikinciler, emin olmadığımız, tanımadığımız, korktuğumuz kişi ve olaylara dönüktür. Heidegger, İnsanın (Dasein), “ölüme-doğru varlık” olma endişesinden (sorge), varlığa ve hemcinsine karşı bir ihtimam-özen-itina-ilgililik çıkarmaya çalışmıştır.

Kaygının İki Hali

Bu bağlamda iki düşünürün görüşlerine yer vereceğiz. Birincisi, “Din-siz” bir filozof olan ve felsefesini “Ontolojik Fenomenoloji” olarak isimlendiren Heidegger; ikincisi ise, Müslüman bir düşünür olan Fazlurrahman’dır.

Heidegger, insanı (Dasein) dünyaya “fırlatılmış”, yani fırlama, nerden geldiği bilinmeyen ve akıbetini de “ölüme (hiçliğe)-doğru varlık” olarak niteler. Başlangıç (Mebde), bilinemediği gibi; ölümüm “ötesi” (Mead) de yoktur. Bu durum, genelde (“herkeslik” olarak) insanlarda bir oyalanma, gevezelik, gününü gün etme, vurdum-duymazlık, (Kur’an’ın deyimi ile “oyun-eğlence”) halet-i ruhiyesi yaratır. Ancak, Heidegger’e göre insan, “ölümlü” olduğunu düşünürse; varlığa, insanlara karşı bir ihtimam, özen, itina, ilgi (sorge) de oluşabilir. O, bunun peşindedir; bunun oluşmasını savunur: “İhtimam, Dasein’a kendisine şeffaf olduğu, varlık hakkında doğru sorular oluşturabileceği bir zemin ve zaman hazırlar. Başka birçok fenomen, bu zeminde anlam kazanır. İhtimam, onun dünyaya ilgisini ve başkalarına dönük itinasını temellendiren temel bir yetidir. Sahih ya da gayri sahih başka eksistansiyaller (niyetler), kökensel duyum ifadeleri; arzu, iştah, meyil gibi biçimleri, korku, endişe gibi ruh halleri “ihtimam” halinin/fenomeninin sırtında taşınır… İlgi, itina ya da ihtimam görüngüleri aynı zamanda yüz çevirme, suçlama, yargılama, hatta şiddeti de içinde barındırabilir. Çünkü ontolojik düzeyde özen göstermenin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ biçimleri tanımlanamaz.” (Özgür Taburoğlu, Varlık İzleri: Işık ve Ses: Heidegger’de Temel Kavramlar. İst. 2022. S.120) Heidegger, felsefesinde “Etik”e yer vermediği için, insanın bu tutumunu Heidegger, “Varlığa çobanlık” olarak niteler.

Fransız filozof E. Levinas, Heidegger’in bu felsefesini, Yunan felsefesinin özü olarak “Ontolojik Emperyalizm”in bir devamı olarak görüp reddederek, kendi ahlak felsefesi olan “Başkalık” metafiziğini geliştirmiştir. (Bkz. Ö.Gözel. Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş). İst. 2010.)

Endişe/Kaygı, İslam’da ilk olarak -ahlaki bağlamda- hakikatin ve Tanrı’nın rızasının her tekil ilişkide veya durumda “ne” olduğunu bilme/bulma ve onu doğru olarak tercih etme kaygısıdır. İkinci olarak da, Ahiretteki durumunun, kazanan/kurtulan mı; yoksa, kaybeden ve cezayı hak eden mi olduğu konusundaki korkudur. Bu durum, Kur’an’da “Takva” olarak isimlendirilir. Takvayı Fazlurrahman, birinci bağlamı ile şöyle tanımlıyor: “Takva kavramı ile ima edilen şey, nefis muhasebesinin (Öz-eleştiri. İG) hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmeyeceğidir. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel bir şekilde nefis muhasebesine çekse de; hiçbir zaman, doğruyu seçtiğinde garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı; ‘Hümanizm’ mükemmel işler ve böylece ‘Aşkın (Allah)’a ihtiyaç kalmazdı. Fakat, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar çaba/gayret bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: A. Çiftçi. Ank.1997. S.14.) Bu bağlamda “Takva” kavramının, taaccüp etmek ve hayrete düşmekle derin bir bağlantısı vardır.

Takva kavramının ikinci anlamını ise T. İzutsu, “Allah’tan çekinin (ittekû), zira, Allah’ın azabı şiddetlidir” (5/2) ayetini yorumlarken şöyle ortaya koyar: “Bu kısa cümlede üç kelimenin (ittika, Allah, azap) birleşmesi, Kur’an’da takva kelimesinin asıl yapısını açıkça gösterir. Bu manada takva, ‘Ahiret’ ile ilgili bir kavramdır. Ahiret ile ilgili azap korkusunu ifade eder. Asıl mana budur. Sonradan, bu manadan zahit kimsenin Allah’tan korkması ve nihayet ‘dindarlık’ manaları doğmuştur.” (T. İzutsu. Kur’an’da Allah ve İnsan. Çev: S. Ateş. Ank. 1980. S. 222)

Sonuç

Hasbi ve muhasibi düşünme, varlık ve oluş karşısında insanın içine düştüğü hayret ve duyduğu hayranlıktan kaynaklanan: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusundan/sorumluluğundan doğar. “Üzümü ye; bağını sorma” sorumsuzluğu, hayvanlık derekesine düşme ve nankörlük olarak küfürdür.

Hesabi düşünme ise, varlık ve oluş karşısında doğan meraktan doğar ve bilim olarak varlıkları hesap eder/sayar (calculation). Descartes’ın başlattığı, canlı dünyaya anestezi uygulayarak ve matematikle göz-önüne getirerek (kesinlik) kurduğu mekanik dünyada insan, artık ellere sahip değildir. Nerede kaldı “kalb”e sahip olsun. “Ama o, mekanik bir robot olarak bir çift pençe taşır. Bugün, (“Tecno-city”lerde. İG) tekno-bilimin soğuk pençelerinin sırtımızda (hatta içimizde “Trans-Humanizm”. İG) gezindiğini hissediyorsak, bunda modern bilimin temelinde yatan işbu ‘Kartezyen’ dünya tasavvurunun payı yadsınamaz”. (Özkan Gözel, Heidegger’in “Dünya”sı. İst. 2022. S.123). Descartes’ın “göz-önüne” getirmeye çalıştığı varlığı; Heidegger, “El-altında” bulmaya çalışmaktadır. Bu iki meraklı Avrupalı filozof, hiç hayrete düşemedikleri için; akıllarına mahlukatın (varlığın) bir lütuf, ihsan, ikram…olabileceği gelmiyor.

Heidegger’in peşinde olduğu “Ölüme-doğru varlık” olmaktan doğmasını beklediği düşünceli/itinalı olma, ihtimam, özen gösterme ise, vatandaşı Kant’ın -Descartes’ın muakkibi olarak- bütün eksistansiyallerden/duygulardan soyutlamış “Kategorik Buyruk”u gibi, bitmesi-yeşermesi (hayat bulması) alabildiğine zor olan bir “Gazoz Ağacı” gibidir.

Sözün Düşüşü ve Özün Çöküşü

1- SÖZ-ÖZ/VİCDAN İLİŞKİSİ

Söz/konuşma ruhun, kalbin, özün, şuurun/zihnin, için dil aracılığı ile dışa yansımasıdır. Sözün niteliğini, için-özün niteliği belirler. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/söz ola, kestire başı/ söz ola, ağulu aşı bal eyleye bir söz.” mısraları, bu nitelik farkını ifade eder. Kur’an, bu nitelik farkını şöyle ifade eder: “…Güzel bir söz kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç misalidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye, Allah, insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, ayakta durmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (14/24-25). “Ancak güzel sözler ve salih ameller, onun katına yükselir.” (35/10).

Sözün kalitesini, özün/ruhun/kalbin kalitesi belirler. Vicdan, dumura uğramışsa/kararmışsa, insan ne kaliteli söz söyleyebilir ne de başkalarının sözünü dinleyebilir. Vicdanın dumura uğraması Kur’an’da kalbin mühürlenmesi (2/7), katılaşması/taşlaşması (2/74,5/13), paslanması (83/14) ve hastalanması (22/53) olarak nitelenir.

Ahlaki bağlamda olumlu bir öz/fıtrat/kendilik/karakter/kişilik yani vicdan, Kur’an’da lübb (ulu’l-elbab), fuad, basiret, şehit/şahit, furkan, nur, ruh… olarak isimlendirilir. Vahyi, ancak bu niteliği olanlar dinleyip anlayabilir ve vahyin kendisi de, bu nitelikleri oluşturmaya çalışır. Takva, bu niteliklere haiz olarak sürekli tetikte ve teyakkuzda olma halidir. Bu durumdan pratikte iki şekilde uzaklaşılabilir:

1-Cehalet durumu olarak: taklit, dogmatiklik, alışkanlık, rutin, kanıksama. 2-Şeytanlık durumu olarak: istiğna, istikbâr, heva (arzu-içgüdü)ya uyma ve inat etme.

Öz ile sözün tekâbuliyeti/örtüşmesi önemlidir. Kur’an, şöyle der:

Yazılı hukuka uymamak veya etrafından dolanmak, özün/vicdanın çöktüğünün veya dumura uğradığının göstergesidir.

Ahlakın ve dinin dibi, Allah’ın yaratılışta insana bahşetmiş olduğu (91/7-10) veya kendi ruhundan üflediği (15/29) vicdan kapasitesini diri tutmak ve dumura uğratmamaktır. İmanın başarılması da buna bağlıdır: “Sen, ancak (vicdanen) diri olanları uyarabilirsin.” (36/70). Bu başarılamadığı takdirde, gerisi dinlerde tiyatro oynamak, ham softalık ve kara cahilliktir. “Kitleler, genellikle Tanrı’yı kandırma peşindedir.” (Spinoza). Dinlerdeki bağnazlığın, yobazlığın, kara-cahilliğin sebebi budur: “Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”

Heidegger, özü sözüne uygun/otantik olma hali/karakteri/kişiliği ile, özün çöküşü ve sözün düşüşü yani gevezelik/dırdır, boş-boğazlık/lakırtı arasındaki ilişkiyi şöyle tasvir eder:

“Gevezelik ve merak içindeki kişi için, sahici ve yeni yaratılar ortaya çıktığı anda, onun için “çoktan eskimiş” sayılır. Sahiciliğin kendini gösterebilmesi için, “perdeleyici lakırdı” ve “umumi alâka”nın etkisinin kaybedilmesi beklenmelidir…Bu (özünü) arayışı sırasında kendine gelmesi beklenen Dasein (insan), “kişisel gelişim” öğretilerinin öznesi gibi, kendi sınırlarını keşfeden değil; kendini buldukça kaybeden, kaybettikçe bulan paradoksal bir kendiliktir. Dasein’in hep söyleyecek bir şeyleri olmalıdır. Bu sözleri, yine dinlemeye hazır olan kişi sarf edebilir. Onun için anlamak ve duymak/dinlemek aynı fiillerdir. Duymak, söyleneni tamamlar. İfade (konuşma) eyleminin mutlaka bir alıcısı, işiteni bulunur.

“Dinlemek”, ifadesini bulana mazhar olma ayrıcalığıdır. Gerçekten dinleyen ise, söyleyecek sözleri olandır. Oysa gevezelik, söyleyecek cümlesi olmayanın davranışı/işidir… Gevezelik, kendi metafiziğinde, söylemsel kapanımı içerisinde (dogmatizm/taklit-İG) kurulan cümlelerin, (yazılan) satırların genel durumudur. Keder verici boşboğazlık; dışarıdan, farklı olandan, başkasından ve özellikle varlıktan feyz almayan söylemlerin kaderidir. Sadece kendini dinleyerek konuşanın sergilediği davranıştır. Her seferinde malumu ilan eden söyleyişlerdir.” ( Özgür Taburoğlu. Varlık İzleri: Işık ve Ses (Heidegger’de Temel Kavramlar). Ank. 2022. s 59, 61-62.)

2- SÖZ VE SÜKUT

Yerine ve zamanına göre konuşmak erdem olduğu gibi; susmak da bir erdemdir. İnsan, söylediklerinden sorumlu olduğu gibi; söylemediklerinden de sorumludur. “ Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis’i ve “Susma; sustukça, sıra sana gelecek” sloganı, yeri ve zamanında konuşmanın, erdem olduğunu ifade eder. Zamanında çığlık atmak, haykırmak, zılgıt, vicdanın patlamasıdır. Bu günlerde Ankara’nın göbeğinde işlenen bir cinayet hakkında bazı çevrelerin sükutu, ibretamizdir. “Sükut, ikrardan gelir” sözü, manidardır. Bazı yer ve zamanlarda da sükut etmek erdemdir. “Söz, gümüş ise; sükut, altındır.” sözü, bunu ifade eder. Bazen, susarak söylenen, konuşarak söylenenden daha güçlüdür. Sözün bittiği yerde konuşmak, gevezeliktir.

3- TÜRKİYE’DE DIRDIR MANZARALARI

Son dönemlerde Türkiye’de ciddi düzeyde insanımızın özünün/vicdanının tavsamasına paralel olarak “sözün düşüşü”ne şahit olmaktayız. Her şeyin çivisi çıkmış durumda. Kurumların, kuralların, hukukun, bürokrasinin (Devlet) işlemesinden ziyade; siyaset ve iktidar, her şeye egemen durumda. “Sözü geçme”nin kriteri “Güç İstenci” olarak siyaset olmuş durumda. Siyaset, “Pratik Ahlak” olmaktan çok; takiyye, harp-hile, yalan-dolan… olarak gerçekleşmektedir. “Siyaset”, her şeyi kuşatan ve öğüten bir çarka dönüşmüş durumda.

Günlük olanlar karşısında:

“Bu da olmaz/olamaz” deyimlerini sık sık kullanır hale geldik. Söz, yalama olduğu için, her şey artık “sözde”. Sözünde “durma”, söz “verme” yok. Siyaset başta olmak üzere, sosyal medyada bir kakofoni, gevezelik, dırdır, lakırdı, dedi-kodu, yalan, boş-boğazlık egemen. İktidar ve muhalefet, birbirine ağza alınmayacak sözler söylüyorlar. “Dervişin fikri (özü) ne ise, zikri (sözü) de odur.” Kötü sözün sahibine iadesi (“Kötü söz, sahibinindir”) yok oldu. Ağzı olan konuşuyor ve kimse kimseyi duymuyor, dinlemiyor, anlamıyor, etkilenmiyor. Kimse kimseyi ikna etmiyor; edemiyor. Televizyondaki tartışmalar, bunun iyi bir göstergesidir. Tv kanalları “yandaş” ve “muhalif” olarak bölünmüş durumda. Her kesim, kendi taraftar olduğu kanalı izliyor.

Televizyonlarda “Âkil Adam” veya “ Kamusal Entelektüel” figürüne rastlama imkânı neredeyse yok. “Tartışma” yok, fikir alış-verişi yok. “Körler-sağırlar, birbirini ağırlar” deyimi geçerli. Vicdana/öze ve bundan sadır olan söze dayanan bir “Biz” oluşturamadığımız için; toplumda mafyalaşmalar, çeteleşmeler, hemşeri dayanışmaları, bölgecilik, akrabacılık, cemaatler, tarikatlar, partizanlar, troller, mezhepler ve etnik köken dayanışmalarından oluşan bin bir çeşit “Biz”ler mevcut. Sonuç olarak, bu gidişat, hayra alamet değil. Doğru söz söyleyebilmek, başkalarının sözünü dinleyebilmek ve konsensüs/icma sağlayabilmek için, herkesin, aklını başına toplayıp, herkese farz-ı ayn olan düşünme ile vicdanın diriltilmesi ve sağlam/doğru özlerin oluşturulması gerekiyor. Dip, temel, kök, mihenk, mizan, mısdak, manivela budur. Başka çıkış-kurtuluş yolu yoktur.

4- SONUÇ

Sonucu şair Cahit Koytak’ın “Ben Yokum” şiiri ile bitirelim:

Odalar dolusu kitap, bunca basılı kâğıt…
Akıl ve selüloz karışımı hamurdan yoğrulmuş kafalarınız;

Mezarlarınıza kapanmış vıdı vıdı konuşuyorsunuz.

Kurtların, böceklerin çeneleriyle melekler,
Perçeminizden tutuncaya kadar konuşacaksınız.

Ben yokum, beni karıştırmayın;
Kulaklarımı balçıkla sıvadım ben,
Kafamın çatlaklarını, kalbimin deliklerini de
Dualarınıza, aminlerinize.

Vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı…
Bunca sözü nereden buluyorsunuz?
Ne kadar da çok şey biliyorsunuz,
Ne kadar çok şey istiyorsunuz,
Mezar taşlarından çok, efendiler,
Kitabelerden çok.

Yeter, ama yeter;
Ölüler için de, diriler için de!
Susun artık, susun;
Siz kitaptakiler,
Siz sahnedekiler,
Siz içimdekiler!

Ayıp ama, bakın, Tanrı konuşmak için
Sizin susmanızı bekliyor.

“Yurdum İnsanı”

Bugünkü “Yurdum İnsanı”nın ahlaki kapasitesi/duruşu veya karakteri ne durumdadır? Bu yazıda bunun üzerinde duracağız. Soru sormak, ya varlıklar ve olup biten karşısında duyulan “merak”tan doğar veya insanların içinde bulunduğu durum ve haller karşısında hissettiği “hayret”ten. Birincisi “bilimsel” soruları; ikincisi, ahlaki soruları doğurur. Soru (sual) sormak, bizatihi ahlaki sorumluluk/mesuliyettir. Soruya açık olmamak, ya hayvanlıktır veya istiğna/istikbar olarak şeytanlıktır.

Kur’an, toplumların oluşturmuş oldukları kültüre/geleneğe kategorik olarak doğru-yanlış veya iyi-kötü olarak bakmaz. Geleneğin/kültürün iyi-doğru yanını “Maruf” olarak kabul ederken; yanlış-kötü tarafını da “Munker” olarak reddeder. “Her topluma yaptıklarını süslü (iyi-doğru) gösterdik; dönüşleri Allah’adır, O da, yapmakta olduklarının (doğru-yanlış, iyi-kötü) hakikatini onlara bildirecektir.” (6/108). Ayrıca toplumların ahlaki-kültürel karakterinin sabit değil; dinamik olduğu bilinmektedir. Olduğun gibi kalmak, ölüm getirir: “Nerde hareket, orda bereket”. Diğer taraftan, toplumların kendilerine has bir kimlik/kişilik/karakter/kültür/gelenek oluşturmaları da zorunludur (“Hareketli Cevher”). Modern Kapitalist ve teknolojik çağda bu değişim ve dönüşüm, iyice hızlanmaktadır. (“Akışkan Modernlik-Postmodernlik”).

Kültür Devrimine maruz kalmış yurdum insanının kimliği, kişiliği ve ahlaki karakteri sorunludur; bilinci yaralıdır (“Yaralı Bilinç”/D. Shayegan). Geleneksel kültür/kimlik/kişilik/karakterinin mükemmel olduğu da söylenemez. Eğer öyle olsaydı, kendini “Devrim”e maruz bırakmayacak bir şekilde ıslah edebilirdi, yenileyebilirdi, geliştirebilirdi, evirebilirdi. Bu, ayrı bir konudur. Bu yazıda biz, mevcut durumu ahlaki açıdan tasvir etmeye çalışacağız.

Meziyetlerimiz

Önce ahlaki meziyetlerden başlayalım. Yurdum insanının, -hiçbir ayrım yapmaksızın- etnik kökenlerinden veya İslam’dan gelen “Anadolu İrfanı” da denen ahlaki meziyetleri şunlardır:

1- Geniş aile yapısından “Çekirdek Aile” yapısına geçmiş olmamıza rağmen; bahçeli-avlulu “Ev”lerden, ayağımızı yerden kesip “Apartman Dairesi”ne taşınmış olmamıza rağmen; birçok İslami ve insani değer, örneğin şefkat-merhamet, dayanışma, fedakârlık, paylaşma, sevgi, hamiyet… “Aile” kurumunda gerçekleşir, vücut bulur. Son dönemlerde ağır yara almış olmasına rağmen; birçok başka toplumla mukayese edildiğinde, Anadolu insanının aile değerleri varlığını korumaktadır.

2- Vatanseverlik: Bu değer, aşınmalara rağmen, hâlâ yurdum insanında varlığını korumaktadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatan, ah vatan demiş” sözü, Anadolu’da söylenmiştir. Vatan sevgisinin imandan geldiğine inanılmıştır. Vatanın güvenliği tehlikeye düştüğünde “Ölürsem, Şehit; kalırsam, Gazi” diyerek “Allah-Allah” nidaları ile savaşa koşanlar da Anadolu’nun “Kınalı Kuzu”larıdır. Anadolu’da bir kabristanda mezar taşına şu cümle yazılmıştır: “Kardeşlerim milletime, dine, devlete ve vatana sahip olunuz; bana da bir Fatiha okuyunuz. Salih oğlu Mustafa Şahin. 22.10.1950”.

3- Misafirperverlik: “Tanrı Misafiri” kavramı; yurdum insanı misafiri Tanrı’nın gönderdiğini varsayar. Misafire “Aç mısın?” diye soru sormamak ve evde “Misafir Odası” oluşturmak, orayı en güzel bir şekilde tefriş etmek, yurdum insanının insani meziyetidir. “Her geleni Hızır; her geceyi Kadir bil” sözü, yine bu coğrafyada söylenmiştir. Son zamanlarda bu hasletin zayıflamaya başladığı, misafirlerin otellerde yatırılmasından anlaşılmaktadır.

4- Yardımlaşma-Paylaşma: Malını, variyetini yoksullarla, dostlarla, fakirlerle paylaşma, cömertlik ve fedakârlık, yurdum insanının genel meziyetidir. Anadolu’nun kabadayısı, eşkıyası ve mafyası dahi yardımseverdir.

5- Ariflik: Türk Müslümanlığında -modern eğitim almamış kitlelerde- “sezgisel” bir ahlaki kapasite mevcuttur. “Anadolu İrfanı” diye atıf yapılan husus budur. Bazı örnekler verelim: Bir genç ile “Bilmece” yarışında, gencin ihtiyar bir kadına: “Hadi söyle bakalım, İslam’ın şartı kaçtır?” sorusuna, ihtiyar kadının: “Hadi oradan, İslam’ın şartı mı olurmuş” cevabı, “İslam”ın toplamının ne olduğuna ilişkin böyle bir “irfan”ın sonucudur. Yaşlı anasına “Adalet Bakanı”nı tanıştıran milletvekili, annesinin: “Bakan”, ne demek?” sorusuna, milletvekilinin: “Hakimlerin amiri” cevabına karşılık, yaşlı kadının: “Vay yavrum, hakimlerin “amiri” mi olurmuş; hakimlerin amiri, ‘Allah’tır” cevabı, böyle bir irfanın neticesidir. Balkan Savaşlarında İngilizlerin Osmanlı’ya yardım edeceğini konuşan aydınlara halkın cevabı: “Ayıdan post; gavurdan dost olmaz” olmuştur ve yardım gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan siyasal seçimlerin sonuçları da genellikle “Anadolu İrfanı” olarak yorumlanır.

Rezilliklerimiz

1- Kamu kaynaklarından hırsızlık yapmak: Anadolu’nun “Evliyası” bile bu konuda güvenilir değildir. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” sözü, bu topraklarda türetilmiştir. Çünkü “Kamu (herkes) Malı” kavramı yoktur. Devlet malı vardır. O da, “hiçkimse”nindir. Allahlıktır. Miri-malıdır. Ganimet olarak gavurlardan talan edilmiştir. Hazinenin içindeki herkesten alınan “vergiler” görmezlikten gelinmiştir. Devlet malında “Tüyü bitmemiş yetimin (herkesin) hakkı” olduğu, yok sayılmıştır. Utanmadan “Hay (Allah) dan gelen (ganimet), Hu (Allah)’ya gider” denmiştir. Anlamı, “emeksiz, gasp/talan edilen mal, boşa harcanır/israf edilir; bu da normaldir”. Sadece kamu malı değil; birbirlerinin mülküne bile tecavüz ederler.” Bir dönemler, Anadolu’da hukuki ihtilafların yüzde 80’i arazi/sınır/sinor ihlalleri idi. Şehirlere yapılan göç (1960-90) esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, kamu malı hırsızlığının/gaspının/talanının iyi bir örneğidir.

2- Kişi kültü tapınımı: Yurdum insanı sorumluluk üstlenmez, elini taşın altına veya ateşe sokmaz, sahaya inmez, “maşa” kullanır. Hep kahraman arar. Bu, din alanında böyle olduğu gibi; politik hayatta da böyledir. Velilere, şeyhlere, onların ölmüş hallerine/ruhlarına bel bağlanır, çaput bağlanır (Türbe, Yatır, Ziyaretgâh). Siyasette sultan, halife, hakan, kağan, başbuğ, bey, lider, karizma…arar.

3- Düşüncesizlik: Yurdum insanı düşünmeyi sevmez. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olur. Kolayca ahkâm keser. Her konuyu bilir. Haddini bilmez. “Cahil, cesur olur” atasözünü üretmiştir ve buna tamı tamına uyar. Düşünmeye “kara” çalar: Düşünceli olana: “Niye kara kara düşünüyorsun?” diye sorar. Düşünmeye devam edene de: “Niye böyle düşüncelisin?” diye sorarak ona acır veya “Düşün, düşün; b…tur işin” diye onu kınar. Hayatı gelenek, töre, örf, adet, alışkanlık, taklit ve itiyatla yaşar.

4- Fırsatçılık: Yurdum insanı, genellikle kendi arasında fırsatçıdır. Pek “Açık yürekli” değildir. Pusu kurar, kumpas kurar, puştluk yapar, dek-dolap-dümen-dubara çevirir. Üçkâğıtçıdır. Mertliği-yiğitliği düşmana karşıdır. “Gelene, ağam; gidene, paşam” der. “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın” der. İşini ciddiye almaz; “Salla başını, al maaşını” der. “Nerde beleş, orda yerleş” der. “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’” der. Zahmete girmez; kısa yoldan “Köşe dönme”ye çalışır. “Karıncaya tecavüz et; belini incitme” der. “Nitelikli dolandırıcılık” suçunun en yoğun olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir.

5- Politikada “takiyyeci”dir. Siyaseti hile (yalan söyleme-kandırma) olarak görür. Dinde “Hile-i şeriyyeci”dir. “Kitabına uydurma”cıdır.

6- Kadercilik. Eş’ari teolojisi (Tekke-Medrese) onu büyük ölçüde kaderci yapmıştır. Özgür iradeyi ve sorumluluğu üstlenen bazı sözler söylemiştir. Örneğin: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” “Kula bela gelmez, Allah yazmayınca; Allah, bela yazmaz; kul azmayınca.” Ancak, genel tutumu kadercidir. Baht, talih, kısmet, alın yazısı kavramları, bunu ifade eder. Allah’ın küllî iradesinin, insanın cüzî iradesine bağlı olduğu şeklindeki (Sünnetullah) Kur’anî görüş yerine; Cüzî iradenin, külli iradeye mutlak olarak bağlı olduğu şeklindeki “Cebriyeci” görüşü benimsemiştir. Ekonomik alanda “rızk”ın Allah tarafından taksim edildiğine inanır: “Nasibin varsa; gelir Hint’ten-Yemen’den; nasibin yoksa, gider elinden”. “Çiftçinin bağrını yarmışlar; ‘inşallah, bir daha ki bahara çıkmış’.” “Allah, isterse, insanın mermere geçirir dişini; istemezse, muhallebi yerken, kırar dişini”. İnsan cinsi için Allah tarafından belirlenmiş ömrün son sınırına (Ecel) varmadan gerçekleşen “erken” ölümlerin nedenlerini araştırma ve ortadan kaldırma/ömrü uzatma yerine; bütün bu ölümlerin gerekçelerini, Allah’a iftira etmekten çekinmez: “Ecel geldi cihana; baş ağrısı, bahane”. “Vadesi gelmiş/dolmuş”. Kötü gibi görünen “bazı” olayların sonunda hayır olsa da (2/216); bunu abartarak: “Her (kötü) olayda/işte bir hayır vardır” demiştir. Olan her olayı kadere bağlamıştır: “Olacağı varmış”, “Olacağı, buymuş”. “Akacak kan, damarda durmaz”…

Sonuç

Faziletlerimizi sürdürmek ve artırmak; rezilliklerimizi azaltmak ve izale etmek insan ve Müslüman olmamızın gereğidir.

‘Din-adam’ı Tipolojisi

Din adamı”, kendini dinsel hakikatin mutlak temsilcisi ve tebliğcisi olarak gören kişidir. Resmen olmasa da fiilen “Peygamberlik” rolünü bile aşarlar. Peygamberlik görevi sadece tebliğdir (3/20, 5/92, 13/40, 16/35,24/54…). Peygamberler, hata/günah işleyebildikleri halde (17/74, 80/1-10); bunlar kendilerini “masum” olarak görür. Dinsel hakikate mutlak olarak haiz olduğuna ve bunu insanlara tebliğ etmesi gerektiğine inanır. Bu olgusallığın arkasında cehaletten doğan samimi bir dinsel bilinçle birlikte; çoğunlukla kişisel kurnazlık, tevazu görünümlü kibir, menfaat ve çeşitli psiko-patolojik saikler vardır. Sakal, sarık, cübbe, şalvar… gibi kisve ve şemail, bu “temsil” iddiasının riyakâr/gösterişçi sembolleridir. Bu tipolojinin niteliklerini ortaya koyabilmek için, sahici/samimi “Dindar” ve “Âlim” tiplerinden ayırmamız gerekir.

1-DİNDAR

Dindarlık, Allah’ın insan cinsine yüklemiş olduğu ahlaki sorumluluk (“Emanet”) davasını (33/72) yeryüzünde onun “Halifesi” olarak (2/30) aleni “temsil” iddiasında bulunmadan icra/ifa ve ihkak etmeye çalışmaktır. Bu da iman ve salih ameldir. Mümin, Müslim, Muhsin, Muttaki…dindarın genel sıfatlarıdır. Allah’a karşı doğru (müstakim) ve canlı bir iman, insanlara karşı adaletli ve merhametli olmak, dindarlığın içeriğidir. Özetle “Hasbî/dürüst-samimi” ve “Muhasibî/eleştirel” olmak. Bu iki nitelik, tetikte-teyakkuzda olmak anlamında Kur’an’da “Takva” kavramında birleşir. Masum/meymenetli bir yüze veya gözlere sahip olmanın ötesinde, dindarlık için herhangi bir kisve ve şemail gereksizdir. Tevrat’a inanan Yahudilerden “dindar” olanlar, kendini Rabb’e (Rahmana) adamış kişiler olarak “Ribbiyyun” (3/146) olarak nitelenmiştir. Yahudilerin melekleri, nebileri ve âlimleri (Rabbaniyyun-Ahbar); Hristiyanların, Hz. İsa’yı, annesi Meryem’i ve kendilerinin icat ettiği (57/27) Ruhbanları (din adamı) “Temsil” yolu ile ilahlaştırmaları (“erbaben”), Kur’an tarafından reddedilmiştir (3/64,80; 9/31). Peygamberlerin varisleri olarak Yahudi âlimlerin (Rabbaniyyun-Ahbar) ve Hristiyanların icat ettiği Ruhbanların kendilerini “temsil” yolu ile “din adamı” makamı oluşturarak insanları sömürmeleri ve kutsiyet aracılığı ile üstünlük/kibir taslamaları, Kur’an tarafından yine reddedilmiştir (9/34).

2- ÂLİMLER

Peygamberlerin almış oldukları vahyi/kitabı “tebliğ” etme ve doğru yorumlama veya etrafta olup-biten çetrefilli/karmaşık ahlaki olayları-olguları din açısından doğru yorumlama (Te’vilu’l-ahadis, 12/6,21) misyonu, peygamberlerle birlikte “Âlim”lere verilmiştir. “Ulema-u Beni İsrail (Rabbaniyyun-Ahbar)” (26/197), “Verrasihune fî’l- ilm” (3/7), kavramları, Yahudi âlimlerini; “Felyetefakkahu fi’d-din” (9/122) ifadesi ise, İslam’da böyle bir gurubun oluşmasının meşruiyetini ifade eder. Sağlık alanında “Tıp bilimi” ve “Doktor”un zorunluluğu gibi. İslam toplumlarında oluşan ve âlimlerin içtihatlarını halka “Fetva” olarak ileten “Müfti”ler, doktorlara benzer. Yanlış teşhisler/fetvalar mümkündür. Âlimlerin otoritesi, gerekçeli bilgi ve ilmi vukufiyetlerinden, bir de takvalarından gelir. Kutsiyetleri ve temsil yetkileri yoktur. İçtihatları, diğer âlimler tarafından gerekçeli olarak kabul veya reddedilebilir. Halk da istediğini -taklide başvurmadan- tercih eder. Onlar, içimizden birileridir. “Allim meccanen, kema ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi, karşılıksız öğret” mottosunda olduğu gibi, misyonlarını icra ederken herhangi bir menfaat gözetmemeleri asıldır. Modern dönemlerde/devletlerde üniversitelerde “ilmî” veya “Bilimsel” meslek olarak (Teolog-İlahiyatçı) istihdam edilmektedirler.

3- DİN ADAMI

Yahudilikte ve Hristiyanlıkta tarihi süreç içinde “Mabet (Havra-Kilise)” oluştuğu için, ibadetleri yönetmek için de zorunlu olarak “Din adamı” oluşmuştur. Kendini mabede adama şeklindeki “Mabet Görevlisi” ile “Din adamı” nı ayırmak gerekir. İslam’dan önce Arabistan’da da “Kâbe (mâbed)” ile ilgili görevler vardı ve İslam’da da meşru görülmüştür. Ancak, “Hacc” ibadetini veya “Namaz/Salat” ibadetini gerçekleştirmek için “Din adamı” zorunlu değildir. Hatta Namaz ibadeti için “mabet/mescit/cami” bile zorunlu değildir: “Yeryüzü mescittir” (Hadis). Yahudi âlimleri (Ahbar-Rabbaniyyun) ve Hristiyan “Ruhbanları/Rahipleri/Papazları” kendilerini dinsel hakikatin ve Tanrının mutlak “Temsilcisi” olarak kutsal/masum “din-adamları”na dönüştürmüşlerdir. Bu, meşru değildir. İlmi sorumluluklarını ahlaki kriterlere uygun olarak yerine getirmeyen Yahudi âlimlerini Kur’an, “Kitap yüklü eşekler”e benzetmiştir (62/5). İslam tarihinde ise Şiîlikte Mehdiler, İmamlar, Ayetullahlar, Seyyitler, Huccetu’l-İslamlar, Şerifler; Alevilikte Babalar, Dedeler; Sünnilikte ise Veliler, Şeyhler, Zıllullahlar, Gavslar, Kutuplar, Ricalulğayb, Şeyhu’l-İslamlar, … oluşmuştur. Bunların hepsi, kendilerini -kisve ve çeşitli şemailler ile- dinsel hakikatin “temsilcileri” olarak kutsal (Kuddise sırruhu) görmüşlerdir. “Velayet” makamı, “Nübüvvet” makamı ile; Veli, peygamber ile; Keramet, mucize ile yarıştırılmıştır. Gavslara, Kutuplara, Kutbu’l-Aktablara “Paralel Tanrılık” misyonları atfedilmiştir.

“Fütuhat”, İslam adına; “Haçlı Seferleri”, Hristiyanlık adına; “Siyonizm” ise, Yahudilik adına tarihsel olarak ortaya konmuş siyasal “temsil” pratikleridir. Kilise, Cemaat, Tarikat ve İslam dünyasında bazı siyasal Partiler (“Hizbullah” gibi) de, “örgütlü” dini temsil iddiasındaki kurumsal yapılardır.

4- DİN ADAMLARINA ELEŞTİRİLER

Hz. İsa, kendilerini “din adamı” olarak gören Yahudi âlimleri şöyle eleştirmiştir: “Kimse sizi “Rabbî” diye çağırmasın. Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var. Hepiniz, kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseyi “Baba” diye çağırmayın. Çünkü bir tek babanız var; o da göklerdeki babanızdır. Kimse sizi “Önder” diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var; o da Mesihtir. Aranızda üstün olan, diğerlerinin hizmetkârıdır. Kendini yücelten (kibir), alçaltılacak; kendini alçaltan (tevazu), yüceltilecektir. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapatıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenlere müsaade ediyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları aşarsınız; dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu olan badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Sizi gidi yılanlar! Sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız?” (Matta. Bab: 23)

Hz. İsa’nın Yahudi din adamlarına yaptığı eleştiriler, ironik bir şekilde Hristiyanlığın başına da gelmiştir. Nietzsche, “Deccal (Hristiyanlığa Lanet) “adlı kitabında Kilise ve Rahip tipi hakkında şöyle diyor: “Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkâr insan, Rahiptir. O, doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir; tımarhanedir (Deccal, 103). “Aldanmayalım: “Yargılamayın!” derler; ama, yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını sağlayarak kendileri yargılarlar. Tanrıyı yüceltmekle, kendilerini yüceltirler. Tam da kendi elde edecekleri – daha doğrusu üstte kalmak için gereksedikleri- erdemleri teşvik etmekle, kendilerine erdem uğruna savaşıyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümünü veriyorlar. “Biz iyi için savaşıyoruz, ölüyoruz, kendimizi “hakikat” için, “ışık” için, “Tanrının melekûtu için” kurban ediyoruz” derler. Aslında yaptıkları, yapmadan edemeyecekleridir. Ödlekçe tarzlarıyla sinerken, bunu bir “ödev” haline sokarlar. Ödev olarak görülünce, yaşamları alçakgönüllü gibi gözükür. Alçakgönüllülükleri, erdemlerinin bir kanıtı olur. Ah! Bu alçakgönüllü, iffetli, iyi yürekli yalancılık!” Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S. 65)

Merhum Nurettin Topçu ise, “İslam ve İnsan” adlı eserinde, İslam toplumlarında oluşan “Din adamları”nı şöyle eleştiriyor: “İslam dünyasının kavuklu müftülerle sırmalı-taylesanlı şeyhülislamlara ihtiyacı yoktur. Kalbinde analığın sırrını taşıyan, sabır ve sevgi mürşidi ilk öğretmenlere, hizmet ve şefkat âşığı hastabakıcı hemşirelere, telkinci ve temizleyici, aynı zamanda ruhlara teselli sunan, kinleri unutturan hapishane hizmetlilerine ihtiyacı var. Kavuklular değil; kalpliler “din adamı”dır…” Din görevlisi”, ahlakı ile halka örnek olan kimsedir. Onun en baştaki görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak; ister vücut ister ruhta gözüksün, lâkin, herhalde, ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara (insanlara-hayvanlara-İG) uzanıp, onları yerden kaldırmaktır. “Din görevlisi”, ruhların kurtarıcısı; ahlak yaralarımızın doktorudur…. Âyin, terennüm, teganni (örneğin: kaside-ilahi-mevlit okumak; güzel sesle Kur’an okuma yarışmaları yapmak…İG) temcit, onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzaktır. İslam’da aslen ruhban sınıfı olmadığı gibi; işi-gücü merasim, teganni olan din adamları sınıfı da yoktur. Bunlar, sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır. İmam, müezzin, müftü, bu görevleri ile kendilerini “din adamı” zannetmesinler. Esasen, bunların “ilahi görev” organları olarak tanınmadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlanması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyordu.” (N. Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s. 38-39)

5- SONUÇ

“Takva” canlı iman, diri vicdan/düşünceli olmak ve salih amel olarak herkesin sorumluluğu; “Tebliğ”, peygamberlerin ve âlimlerin sorumluluğu; “Temsil” ise, hiç kimsenin haddine değildir. Sonucu yine rahmetli Topçu ile bağlayalım: “ Müslümanlık bugün müminlerine namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor; ruhlara hiçbir gıda vermiyor; sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görünmüyor. İslam, hâlâ Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şekildedir. Bunlar, din-adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır; gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır. Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar halkkında yaşattıkları kinin ederidir.”(N.Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s 18-19)

Türkiye’de Laik ve Solcuların Entelektüel-Etik Karnesi

Sosyoloğumuz Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik adlı eserinde Batı toplumlarının kültürel ve politik değişmesinin “Devrim” den ziyade; Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sekülerizm, Muhafazakârlık kavramları ile toplumların tarihi ve geleneği ile eleştirel ve diyalektik ilişki içinde, parça parça ve tedrici olarak, herkesin okuduğu-paylaştığı “Klasik”ler ve “Kanon”lar yaratarak gerçekleştiğini ortaya koyar. Sağlıklı olan da budur. Marxist, İtalyan düşünür Althusser de, toplumun “Organik Aydınları”ndan bahseder. Organik aydınlar, geleneğin -Sunî/Devrimci değil-; yaratıcı ve organik yenilenmesini yaparlar. Cumhuriyet döneminde “İstiklal Marşı”, “Kur’an Meali”, “Ezan”, “Yemen Türküsü” dışında toplumun tümünün okuduğu veya dinlediği bir “Kanon/Klasik” oluşturulamamıştır. Ayrıca, sekülerler nezdinde “Nutuk”; Solcular nezdinde ise “Kapital”, kanon/klasik hüviyetini haizdir.

Meşrutiyet ve Tanzimat süreçlerinde de -epeyce geç kalmış olarak- Osmanlı aydınları bunu yapmaya çalışıyorlardı: “Üç Tarz-ı Siyaset” (Batıcılar, Türkçüler ve İslamcılar). Araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesi, Osmanlı’nın yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’nı verme mecburiyetinde kalışımız, bu süreci akamete uğrattı. İttihat ve Terakki Partisi’nde toplanan Batıcı ve Türkçü asker ve aydınlardan “Batıcı”ların (M. Kemal ve arkadaşları) hegemonyasında radikal “Devrim”ler yapılarak seküler bir “Ulus Devlet” olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Gelenek (Şeriat-Hilafet ve Tarikat) toptan ilga edildi. Batıcı ve Milliyetçi (Türkçü) aydınların, ontolojik var-kalma (Conatus Essendi/Spinoza) güdüsünü anlamak mümkün olsa da; giriştikleri işin, dünyada çok nadir olarak (Fransız Devrimi, Rus/Ekim Devrimi, Çin/Kültür Devrimi) girişilen bir macera olduğu malumdur: “Kimlik/Kültür Değiştirme”, “Toplum Mühendisliği”, “Jakobenizm”. Bunların içinde en kansız olanı da, “Türk Devrimi”dir.

Laikler

Yenilmiş bir toplumun, donmuş bir kültürün çocuklarının köklerinden koparak, egemen Batı kültürünü taklit yolu ile içine girdikleri bu yeni süreç, hayli sancılı olmuştur. Muhafazakâr halk yığınlarında ciddi bir uçuklama ve içerleme yaratmış; halkın çoğunluğu, -isyan etmese de- bu sürece gönüllü olarak katılmamıştır. Şair N. Fazıl Kısakürek’in “Sakarya (Anadolu)” şiiri/türküsü/ağıtı, bu içerlemeyi dile getirir: “…Bir şapka, bir maymun, bir eldiven ve inkılap.”

Devrime rağmen, bu süreci geleneksel kültür/kimlik köklerine bağlı olarak sürdürmek gerektiğini savunan aydınlar olmuştur. Erken dönemlerde Ziya Gökalp, Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri, Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacı, Peyami Sefa, Şemsettin Günaltay, Hasan Ali Yücel, Mümtaz Turhan; geç dönemlerde Sabri Ülgener, Şerif Mardin, Fuat Sezgin, Alev Alatlı…, “Kökü mazide olan âti” sloganı ile, “Batı tarzı” bir modernleşmeyi savunmuşlardır.

Devrimin mottosu “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” olmasına rağmen; kurulan yeni üniversiteler, -ruh taklitçi olduğu için-, ne fen bilimlerinde ne de sosyal bilimlerde -sponsorluktan öte-, meraktan doğan ciddi bir başarı ortaya koyamamışlardır. Sanat ve mimari alanlarında da benzer bir başarısızlık söz konusudur. Erken dönemde devrim, taraftarlarında seküler-etik bir romantizm (Köy Enstitüleri) yaratmış olsa da (Vatanperverlik); fazla uzun sürmemiştir. Toprağın, Ruh’la olan metafizik bağı, derin olarak kavranamadığı için, “Yurttan Sesler” ya işitilmemiş veya “gürültü” olarak algılanıp bakımı ve sağaltımı yapılmamıştır. Genel olarak “yeni seslere” kulak kabartılmıştır.

Kurucu önder M. Kemal, son derece gerçekçi ve pragmatik bir kişilik olduğu halde; dogmatik bir “kişi kültü”ne dönüştürülerek (Atatürk), yaptıkları dondurulmuş ve dogmatik bir “ideoloji”ye dönüştürülmüştür (“Atatürkçülük/Kemalizm”). Türk tarihinin bir “parçası” olarak yaptıklarının değeri, eleştirel olarak ele alınamamış, hakkı ile takdir edilememiş, işlenmemiş ve ilerletilememiştir. Devrim, ancak bilge kişilerin elinde başarılı olur; dogmatik politik muhterislerin ellerinde kangrene dönüşür. Askeri bürokrasi, -onun “Ehli- Beyt”i olarak-, onun sembolik kapital değerini, politik olarak “Askeri Vesayete (Darbe-Müdahale)” ve ekonomik olarak da kurumsal konformizme (“Ordu Evleri”) dönüştürmüştür.

Solcular

Cumhuriyet döneminde oluşan Sol ideoloji de, Çağdaşlık/Batıcılık/Laikçilik gibi, katı-dogmatik bir veçheye bürünmüştür. “Bilimsel Sosyalizm”, “Tarihsel Materyalizm” ve “Alt Yapı-Üst Yapı” dogmaları, asla aşılamamıştır. “Frankfurt Okulu/Eleştirel Teori (T. Adorno, M. Horkheimer, J. Habermas, H. Marcuse, W. Benjamin, R. Luxemburg…)”, Türkiye’de pek fazla yankı bulmamıştır.

Komünist Parti, oluştuğu her toplumda, Tanrı’nın veya Kilisenin rolünü gasp etmiştir. Parti, kişisel yaşamı totaliter bir şekilde belirleyerek bireyleri ve toplumu karınca veya koyun sürüsüne dönüştürmüştür. Sonuna kadar “ideoloji” olan bir gövdeye “bilim” maskesi takmak, militanlara havariler veya sahabeler gibi bir kesinlik/hakikat ve üstünlük rüçhaniyeti vermiştir. Marxist düşünür Alain Badiou’nun dediği gibi hakikate -“bilim” iddiasında bulunarak- taklit yolu ile haiz olunduğu ve onu herkese teşmil etme ayartısı, kötülüğün/terörün/şiddetin temel kaynaklarından biridir. (A. Badiou, Etik, çev: T. Birkan. İst. 2016. S. 92). Marxizm, görünüşte bir eşitlik ve adalet arayışı iken; derinde/bilinçaltında çoğu zaman -Nietzsche’nin vurguladığı gibi- ayak takımının, zayıfların (proletarya) haset, kin, hınç, intikam, başkaları üzerinde tahakküm kurma, güç istenci ve tepesi her an atmaya hazır şiddet tutkusunun totalitarizmi olmuştur. Grup aidiyetinin verdiği huzur ve Mesihçi bir kibir, Marxist ideolojinin albenileridir.

Erken dönemde Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Mihri Belli, Nurettin Topçu; geç dönemlerde Atilla İlhan, İhsan Eliaçık gibi yerli değerlerle sosyalizmi sentezleme girişimleri olsa da; genel olarak Türk Solu, taklitçi ve dogmatik olmuştur. Şair Nazım Hikmet, şiirlerinde Anadolu ruhunu, kuru bir “Materyalizm” ile sentezleme garabetini işlemiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda genç kuşaklar üzerinde hayli etkili olan sol ideoloji, “Devrimci/Öncü Şiddet” yorumunu benimseyerek, ciddi düzeyde militan bir terör estirilmiştir. (“Anarşi(s)t”). Leninist-Stalinist/Rusçu, Maoist (Goşist) ve Enver Hocacı (Pırasacı)… bin bir çeşit, her biri diğerinden kesin/keskin fraksiyonlar oluşmuştur. NATO ve Amerikan Emperyalizmine karşı ahlaki-politik bir duruş sergilemiş olsa da; Sovyetler Birliği’ne karşı aynı tutum sergilenememiştir.

1960-80 arası düşünce, sanat, edebiyat, roman, şiir, sinema alanlarında sol entelektüellerin diğerlerine nispetle görece üstünlüğünü kabul etmek gerekir.

1980’lerden itibaren Sovyet Rusya’nın ve Komünizmin çökmesi ile birlikte, Türk solu da entelektüel hegemonyasını kaybetmiştir. “Eski Tüfek” solcular, melankolik bir konformizme savrulmuşlardır. Eski “Mücahit”lerin, sonraları “Para”ya kavuşmaları gibi; onlar da, “Biraz da biz ölelim” moduna girmişlerdir. Bu arada “Birikim” dergisi ve “İletişim” yayınları etrafında kümelenen grup, varlığını hâlâ sürdürmektedir.

Sonuç

Gerek laiklerin gerekse solcuların, yerli değerleri ve Muhafazakârları muhatap olarak alıp ciddi bir şekilde “eleştirme” yerine “aşağılama”ları (irtica-mürteci söylemi), tarihi süreç içinde onlarda bir kin/hınç ve intikam duygusu yarattı. Son 20 yıldır AK Parti ve onun lideri sayın Erdoğan üzerinden şikâyet edilen “Kutuplaştırıcı/ayrıştırıcı/nefret söylemi”, işte bu geçmişin rövanşıdır, dışavurumudur. Umarım, bu badireyi atlatarak sağlıklı bir iletişim ve diyalog dili geliştirerek ortak “Kanon” ve “Klasik”ler yaratabiliriz. Toplumlar, gaflete düşerek askeri, ekonomik, politik, teknolojik alanlarda yenilgiye uğrayabilirler, kaybedebilirler. Osmanlı toplumu da böyle olmuştur. Önemli olan, toplumsal birliğin dağılmaması veya korunmasıdır. Osmanlı’nın siyasal aklı, dili ve dini birbirinden farklı milyonlarca insanı yüzyıllarca bir arada tutmayı başarmıştır. Bir toplumda politik-kültürel ihtilafların olması da normaldir. Önemli olan, herkesin iştirak edebileceği, kanon ve klasik yaratacak ahlaki ilkeleri ayakta tutabilmektir: Allah, her zaman “sizin ile, düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir. (60/7)”. Daha da önemli olan, şu ilahi çağrıya kulak asabilmektir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (evrensel ahlak ilkelerine -İG) sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de; O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, ayetlerini, sizlere böyle açıkça bildiriyor ki, doğru yola erişesiniz.” (3/103).