AK Parti ve Siyaset

1- TANIM

Siyaset, İbrahimi-İslami bağlamda “İlahi Misak”(7/172) ve “Emanet”(33/72, 4/58) ilkelerine dayanan “Dünya-İnsan Görüşü” nün dolayımında, Müslümanların varlığını-güvenliğini koruma, dünya işlerini deruhte etme çabasıdır. Karşıt siyaset ise, “Tağutluk-Firavunluk-Şeytanlık” tır. Yani “Güç İstenci” tutkusuna bağlı olarak yalan ve zulümdür. İbrahim, Musa ve İsa (a.s) peygamberler, bu faaliyeti Doğu Akdeniz kültürünün “Çoban-Sürü İlişkisi” koduna bağlı olarak sürdürmüş oldukları halde; Muhammed (a.s), Yemen Arap kültürünün halkı, siyasi sorumluluğa ortak eden “Şura” ilkesine bağlı olarak gerçekleşmiştir (3/159, 42/38). “Dört Halife” döneminin şurayı kurumsallaştıramaması sonucu, “Çoban-Sürü (Saltanat) koduna geri dönülmüş ve Abbasiler ile birlikte de İran’ın “Teokrasi (Zıllullah)” kodu eklemlenmiştir. Ebubekir, Ömer ve Ali’nin siyasetleri, -kurumsal olamasa da- hakkaniyet arayışı iken; Osman, nepotizme kaymıştı. Muaviye’nin başlattığı “Yalan Siyaseti”, daha sonraları Makyavelli tarafından teorik bir yapıya kavuşturulmuştur.

Eski Yunanda Platon, siyaseti filozofların üstlenmesi gerektiğini ileri sürmüşken; Aristo, siyaseti “Pratik Ahlak” olarak tanımlayıp Demokrasiyi önermiştir. Sokrates ise, Demokrasiye köklü eleştiriler yöneltmiş ve Platon’un öncüsü olmuştur. Roma İmparatorluğu, Krallık/Monarşi ile birlikte Cumhuriyet (Senato) rejimini uygulamış; Fransız İhtilaline kadar Dünyada Krallık rejimi egemen olmuştur. İslam Dünyasında da “Saltanat (Hükümdar/Hanedan)” rejimi hüküm sürmüştür. Osmanlı saltanatı yıkıldıktan sonra Fransa’dan etkilenerek Cumhuriyet rejimine geçilip “Türkiye” devleti kurulmuştur.

2- TÜRKİYE TARİHİ

Kültür Devrimine dayanan seküler siyaset, dindar halkı devlete küstürmüş ve cemaatlerin oluşmasını doğurmuştur. Şiilerin Sünni siyaset baskısında “Takiyye (Samimi ikiyüzlülük/Kendini Gizleme)” tutumunu geliştirmelerine benzer şekilde, mütedeyyin halk, şiddete başvurmadan kendini gizlemiştir. 1950’de Demokrat Parti kurulunca, oraya akın etmiş, partiyi iktidara taşımıştır. Partinin, halkın masum birkaç dini talebini karşılaması, Askeri vesayeti kızdırmıştır. ABD onayı ve güdümünde olan parti, zamanla biraz Rusya’ya yanaşması ile 1960’da Amerika güdümündeki subaylar, ihtilal yaparak partinin üç önderini (Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan) idam etmiştir. Bu olay, mütedeyyin/mukaddesatçı halk yığınlarında ikinci ve daha travmatik bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Mütedeyyin halk, yine şiddete başvurmadan daha mutedil bir lider ve parti oluşturmuştur (Demirel-AP).

1970’lerden itibaren dini hamiyet, bir yandan Fetullah Gülen önderliğinde sivil-cemaat tarzında “Takiyye” siyaseti güderken; diğer taraftan da, Necmettin Erbakan Önderliğinde “Milli Görüş” adı altında Demokratik kanallardan siyasete soyunmuştur. “Milli Görüş” ismi, seküler baskı altında İslamcı politikanın gizlenmiş (takiyyeci) adı idi. İki binlere kadar “Milli Görüş (Ağır Sanayi-Manevi Kalkınma)” partileri, -ağırlıklı olarak- amatör bir ruh ile “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir” parolası, “Hz. Ömer Adaleti”, “Allah Rızası” “Cennet Umudu” ile siyaset yapmışlardır. Fetullah Gülen önderliğindeki “Hizmet Hareketi” ise, sivil görünümlü örgütler-yapılar aracılığı (Takiyye-Paralel-Yapı) ile devlete sızmaya çalışmıştır: ”İllegal Siyaset”.

3- AK PARTİ VE SİYASET

1990’lı yılların sonuna doğru Askeri vesayet rejiminin yaratmış olduğu “28 Şubat Süreci” ve iki binli yılların başında merkez-sağ siyasetin ahlaken çökmesi, Ak Partinin doğuş zeminini yarattı. Erbakan ile tam iktidar olunamayacağını anlayan bazı “Milli Görüş” kadroları, “Gömlek Değiştirerek” Ak Partiyi kurdular. Bu sürece Fetullah Gülen (Hizmet Hareketi) de destek verdi. 2014’lere kadar da işbirliği ile yürüdüler. Bu dönemde Ortadoğu’da yükselen “Siyasal İslamcılık”, ABD’yi, Fetullah Gülen’i ve R. T. Erdoğan’ı -“Ilımlı İslam”ı temsil ettikleri gerekçesi ile- desteklemeye sevk etti. Sayın Erdoğan’a verilen BOP’un eş-başkanlığı ve Kıbrıs’ta toprak tavizi vaatleri hatırlansın.

Bu dönemde “Askeri Vesayet” diskalifiye edilerek tam iktidar sağlanmış oldu. Parti, merkez sağı bünyesinde toplamıştı. 2010’lardan itibaren Fetullah Gülen’in ABD’ye bağlılığını sürdürmeye devam etmesi ve Erdoğan’ın “İslamcı” politikalara yönelmesi, hem Fetullah Gülen hem de ABD ile arasını açtı. Akabinde “15-Temmuz Darbe Girişimi” geldi. Partinin “Suriye Politikası”nın ters tepmesi, Erdoğan’ı MHP’ye yanaşmaya itti (Cumhur İttifakı). Bu arada “Başkanlık” sistemine de geçmiş olduk. Böylece Ak Parti, “Parti” olmaktan çıkarak, Erdoğan ile özdeş hale geldi. Oysa ortak aklın çoğunluk/oydaşma ile alacağı kurul/kurum kararlarının doğuracağı tehlike, tek kişinin alacağı kararların doğuracağı tehlikeden daha azdır. Demokrasi veya Şuranın meziyeti budur.

Sayın Erdoğan, Muaviye-Makyavelli çizgisinde başarılı bir “siyasetçi”dir. Siyasetçi, taraftarlarının menfaatini ve kendisinin güvenliğini ve iktidarının devamını önceleyen kişidir. “Devlet Adamı” anlamındaki siyasetçi ise, toplumunun tümünün maslahatını gözetip onları “kucaklamasını” becerebilen ve devletin güvenliğini önceleyen kişidir. Medeni bir toplumda “siyaset”, Bilim, Din, Hukuk, Sanat, Mimari… dışında, sadece bir “tür” faaliyettir. Diğer formasyonların özerkliği söz konusudur. Oysa ülkemizde biz bunu başaramadık. Bu yönde giderken, Ak Parti ile birlikte tekrar geri döndük ve her şey “siyasi”leşti.

İç politikada esas olan, toplumun tümünü barış içinde birlikte kucaklayabilmektir. Dış Politika ise, ülkenin güvenliğini esas alan, ikircikli olmayan, omurgalı, tükürdüğünü yalamayan bir tutarlılıkta olması gerekir.

Siyaseti “Misak” ve “Emanet” ilkelerine dayanan bir “Dünya-İnsan Görüşü” ile yürütmek, umumi maslahat ve evrensel ahlak ilkelerine bağlı kalmaktır, peygamberi gibi makul-mantıklı ve gerekçeli konuşmaktır, iş yapmaktır. Arkaik, teolojik, dogmatik, aleni bir “Din Dili” kullanmak, hamasetle kitleleri manipüle etmek ve onların din duygularını istismar etmek, totaliterliğe kaymak marifet değildir. İslami bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” olmanın kriterleri, temelde dil, din, çıkar değil; “adalet ve zulüm”dür. Diğerleri, tali unsurlardır.

-Başvurulan yöntemlerin ahlakiliği tartışmalı olsa da- siyasetin –Fetullah Gülen ile- vesayetten kurtarılması, Fetö’nün (yöntemi hukuken sorunlu olsa da) devletten temizlenmesi, dini özgürlüklerin(örneğin “Türban Sorunu”) genişletilmesi, Afrika açılımı, Türk Dünyası ile koordinasyon, silah teknolojisindeki atılım, sağlık politikaları, İslam dünyası ile –zikzaklı da olsa- ilişkilerin geliştirilmesi, “Dünya Beşten Büyüktür” sloganı, son yirmi yılda Ak Parti lehine yazılması gereken başarılardır. Duyun-i umumiye’yi hatırlatacak dış borç yükü ile “İnşaat/Rant” Ekonomisi başta olmak üzere, eğitim, üniversite/bilim ve kültür politikalarında başarılı olmadıklarını kendileri de itiraf ediyorlar. Tarım, Sanayi, Hukuk ve Din adına ortaya koydukları performans ise, tam bir fiyasko. Dinden soğuma (Agnostisizm, Ateizm, Deizm…) din iktidarında tetiklendi; İran’da olduğu gibi.

Milli Görüş partilerinde –daha önce de belirttiğimiz gibi- “amatör” bir ruh egemen iken; Ak Partisindeki ruh daha “Profesyonel”dir. İsmet Özel’in dediği gibi, bu profesyonellik: “Birazda biz ölelim” özlemidir. Kendine “pay/avanta” almak için Kamuya (Devlet) hizmet ve mal-mülk satın alma veya amiyane/halk deyimi ile: “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” kanaatleri yaygındır. Bunun sebebi, İslam toplumlarının bir “Kamu Hukuku” geliştirememiş olmasıdır. “Kamu Hukuku” Fransız Burjuva Devriminden sonra Avrupa’da oluştu (Vergi Hakkı). “Herkesin” olması gereken “Hazine”, yani kamu malı, İslam toplumlarında “Hiç kimsenin” dir. Yani “Allahlık” tır; “Arpalık” tır. Bu yüzden “Haydan gelen, Huya gider”. Bu cümle, İslam toplumlarının politik iktisadını özetler. Aslında anlamı alın teri, üretim, kazanım (özel mülkiyet) olmadan; “ganimetten” gelen, “israfa” gider; çar-çur edilir demektir. Bu yüzden Devleti ele geçirenler, hazineyi istedikleri gibi , “hukuksuzca” kullanırlar. “Vakıf” adı altında suret-i haktan gözükerek kamuya ait gayrimenkulleri “iç ederler”, taraftarlarına “peşkeş” çekerler. Denetleme ve hesap verme yoktur. Ama bunu “Allah” adına yaparlar. Çünkü cümledeki “Hay” da “Hu” da Allah’tır.

4- SONUÇ

Osmanlının çöküşü ile birlikte kurumsal din (Şeriat-Hilafet-Tarikat) de çökmüştü. Cumhuriyet, bu kurumsal yapıyı ilga ederken, halkın kurucu kimlik unsuru olan dinin cevherine de dokundu. Bu da, halkta devlete karşı küskünlük yaratmıştı. “Milli Görüş” ve onun “Profesyonel (Gömlek Değiştirmiş)” versiyonu olan Ak Partisi, bu küskünlüğün rövanşını almaktır. İktisadi açıdan ise, periferide kalmış yoksul kitleler, merkeze taşınarak Devletten “ganimet” hakkını talep etti ve fazlası ile aldı.

Tarihsel perspektiften bakınca, bu süreçler yaşanmak zorundaydı. İmparatorluk bakiyesi demografiyi barındıran Devlet (Türkiye) etnik, dinsel, mezhepsel, ideolojik farklılıkları organik (hukuki-ahlaki) bir potada bir “toplum” haline henüz getiremedi. Çeşitli “komünite” lerden oluşan bir “topluluk” var Türkiye’de. Ülke, istikametini ve varlık nedenini kaybetmiş durumda. Yeni bir siyasal ufka ihtiyaç vardır. Bundan sonra siyasetin görevi, eşit “vatandaşlık” üst kimliğinde, adalete-hakkaniyete dayalı bir “toplum” oluşturmaktır. Alt “Kimlik Teknolojilerini” oluşturmak ise, hastalık haline gelen (Kimlik Siyaseti) siyasetin işi değil; herkesin kendine kalmıştır.

Konuşma-Dinleme ve Görme-Körlük Olarak Vicdan

Konuşma/Söz Söyleme: Vicdanın Sesi

Söz konusu ahlak olunca, konuşma, gevezelik, dırdır, malayani (ya’nisi, kastı, hedefi, anlamı, muradı olmayan), geyik yapmaktır. Boş konuşmaktır. Bu tarz konuşmak, içgüdü ve arzulardan kaynaklanır. Yalan söylemek, sonucu zarar-ziyan, acı, sıkıntı değil de; maslahat doğuracağı istisnai ve zorunlu durumlar hariç, ahlaksızlıktır. Konuşma şehveti, muhataba saygısızlık ve tecavüzdür. Konuşmada asıl olan, münavebedir. Allah, insana iki kulak, bir ağız vermiştir. Bu, iki dinle; bir konuş anlamına gelir.

Doğru konuşmak, vicdanın sesidir. Doğru söz, hasbi ve muhasibidir. Kaynağı, -Kur’an’a göre- yaratılışta Allah’ın insana üflediği ruh, insanda yarattığı lübb, fuad, nur, kalb-i selimdir. Kur’an, Allah’ın sözüdür (kelime-kavl-hadis). Cebrail vasıtası ile ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) aracılığı ile Araplara duyurulmuştur. Kalp, içgüdülerin/arzuların ve ‘fuad’ın ortak merkezidir. Kalp katılaşabilir, taşlaşır, hastalanır, paslanır.

Yetişkinler için söz “vermek”, sözünde “durmak”, sözün “senet” olması, söz “tutmak” asıldır. Çocuklar için ise, asıl olan sözden “çıkmamak”tır. “Sözleşme”, hukuk olarak, insanları bir arada tutan güven olmadan önce -Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” teorisi- Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişkiyi ifade eder: “Ezeli Misak/Sözleşme” (7/172).

“Söz, gümüş ise; sükût, altındır” sözü, otoriter toplumlarda kategorik bir değer olabilir. Özgür toplumlarda yerine göre söz de sükût da, altın ve gümüş değerinde olabilir. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/Söz ola, kestire başı/ Söz ola, ağulu aşı/Bal ile yağ eyleye bir söz” dizeleri, sözün ahlaki değerini ve gücünü ifade eder. “Sözün bittiği yer” ifadesi, sözün kaynağı olan vicdanın çürümesini, kararmasını, dumura uğramasını ifade eder. Özü ve sözü başka başka olmak, ikiyüzlülük ve münafıklıktır. Yapamayacağı şeyi söylemek de doğru değildir (61/2). Sahici sağlam söz, insanı sağaltır, şifa verir. “Kötü söz, sahibinindir.”

Dinleme-Sağırlık

Duyma ve dinleme, birbirinden ayrıdır. Duyma, sözün kulağa çarpmasıdır, biyolojik bir şeydir. Karşıtı sağırlıktır, duyma bozukluğudur. Dinleme ise, söyleneni doğru anlamak için girişilen kasti ve iradi bir eylemdir. Dinleme, ahlaki bir eylemdir. Söylenene “kulak asmak”, “kulak kesilmek”, “kulak kabartmak”, “kulak vermek” gerekir. Kur’an, mü’minlere: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar” (39/18) tavsiyesinde bulunur. Vahye inanmayanların temel ahlaki kusuru, onu dinlememeleridir. Allah, Kur’an’ı dinlemeyenleri veya dinliyormuş gibi yapanları, ahlaksız olarak niteler ve kınar. (47/16, 8/21, 17/47…) Nuh Tufanı kıssasının anlatılmasının gerekçesini, Kur’an şöyle niteler: “…her uyanık ve duyarlı kulak, onu kavrasın” (69/12). Kur’an’ı dinlemeyenlerin kulaklarında -önyargı anlamında- bir “tıkaç (vekr)” vardır (6/25, 17/46, 18/57, 31/7). Onlar (inanmayanlar), sağırdırlar (2/18, 8/22, 21/45…).

Yazma ve okuma da konuşma ve dinlemenin hükümlerine tabidir. Yazma, ya vicdanın sesidir veya gevezelik, dırdır, malayani, geyik ve laf-ebeliğidir. Okuma da ya yazarın maksadını anlamaya dönüktür, ibret almadır, öğrenmedir veya onu tevil ederek tahrif etmektir. Kitap Ehli, bunu yapmıştır (4/46, 2/75, 5/41). Yazar merkezli yorum (Hermeneutik) yerine, okur merkezli yorum teorisi, bu “tahrif etme” hakkını (haksızlığını) savunur. Bunu da metni “zenginleştirme” olarak görür. Oysa dürüstlük, yazarın “ne dediği”ni doğru anladıktan sonra, kendi diyeceğini yazara dedirtme kurnazlığı yerine; kendini açıkça yazarak ifade etmektir. Yazı da insanı sağaltır; ancak hasta da eder. Yazının şifa-zehir (pharmachon) olma özelliği vardır. Yazının faydası, düşünmeyi kayda geçirmesidir: “Söz uçar; yazı kalır.” Zararı ise, sözün tahrif olmasına sebebiyet vermesidir.

Bakma-Görme ve Körlük

Görme ve bakma aynı değildir. Bakma, baş gözü ile gerçekleşen biyolojik bir olaydır. Nesnelerin göze çarpmasıdır. “Öküzün trene bakması” gibi. Karşıtı, gözün görme yetisini kaybetmesidir, körlüktür. Görme ise, iradi ve kasti bir eylemdir. Nesnelerin ne-idüğünü görmektir. Mikroskop ve Teleskop araçları, görme gücünü artırır. Mecazi anlamda “görme”, akıl ve kalbin işidir. Kur’an’da bu nazar, re’y ve basiret olarak aklın ve vicdanın bir eylemini niteler. Görme (nazar ve re’y), vicdan ile hakikati düşünme ve anlama yerine kullanılır: “Deveyi görmüyorlar mı (yenzurune) nasıl yaratılmıştır?” (88/17). “Hevasını (arzu-heves) ilahlaştıranı gördün mü (e-raeyte)?” (25/43). Basiret ise hem baş gözünün hem de kalp gözünün (fuad) marifetidir. “Bunda basireti olanlar için bir ibret (manidar anlam, öğüt) vardır” (3/13). “Ey basireti olanlar, ibret alın” (59/2). “Allah, size göz, kulak ve kalp verdi ki, şükredesiniz” (16/78).

Mevzu din, iman ve ahlak olunca, körlüğü doğuran vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğramasıdır. Metafor olarak bu durum, karanlık (zulümat) ve körlük olarak nitelenir. “Onların durumu, karanlıkta ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ateş, tam çevresini aydınlattığı sırada, Allah, ışıklarını söndürür ve onlar karanlıklar içinde kalırlar. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler, artık dönemezler” (2/17). “De ki: Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir olur mu?” (13/16).” Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü, baştaki gözler değil; göğüslerdeki kalpler kör olur” (22/46)

Sonuç

Günümüzde hem dünyada hem de ülkemizde “söz” değerden düştüğü gibi; dinleme de kendiliğinden değerden düşmüş durumda. Paralel olarak nazar, re’y ve basiret de büyük ölçüde kayboldu. Egemen olan dırdır, gevezelik, malayani, konuşma şehveti, dinlememe ve körlük. Bunların toplamı, vicdanın çürümesi, kararması ve dumura uğraması anlamına gelir. Dijital teknolojinin gelişmesine paralel olarak, yazma ve okuma (kitap) da değerini büyük oranda kaybetti. Korkunç bir görsel ve işitsel enformasyon seli içinde boğulmuş haldeyiz. Çoğunluk, elindeki telefonun içine düşmüş durumda. Fransız düşünürü Jacques Ellul, Sözün Düşüşü adlı kitabında “Söz” alanının imajlar tarafından istilasını, sözün yerini almasını ve egemenliğini anlatır. İnsanlığı kurtarmak isteyen herkesin, öncelikle sözü kurtarması gerektiğini söyler.

İnsanlığın bu durumunu, şu iki ayet oldukça açık bir şekilde tasvir etmektedir: “Hakikati inkâra şartlanmışlar, dünya zevklerinden yararlanırlar ve sadece hayvanlar gibi yerler (47/12). “And olsun biz, cinler ve insanlardan kalpleri olup da bununla anlamayan; gözleri olup da bununla görmeyen, kulakları olup da bununla işitmeyenlerin gideceği yer cehennemdir. İşte bunlar, hayvanlar gibidirler; hatta, daha da aşağılıktırlar.” (7/179)

Kur’an’ın başından sonuna kadar sıradan sokak insanının tefekkür, taakkul, tezekkür, tedebbür, temmül, tafakkuh, tabbur (feğtebiru) fiilleri ile binlerce kez çağırdığı ve bizi de kurtaracak olan şey, Allah’ın yaratılışta insana verdiği (91/8) veya kendi ruhundan üflediği (15/29, 38/72) vicdanını diri tutmaktır. Etrafına bakmaya (nazar) ve olup biteni görmeye (re’y) çağırmasının nedeni de aynıdır. Zira, iman ve ahlak (din), buradan doğar. Burada da asıl olan, yan gelip yatmak değil; sürekli tetikte-teyakkuzda olmak ve kül yutmamaktır (havfan ve tamaan/rağaben ve rehaben). Bu tutuma da “Takva” denir: Allah’ı dua ile sürekli yardıma çağırmak: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet; şüphesiz sen çok bahşedensin.” (3/8). Bu durumda da kural, ilk adımı insan atar; Allah da misillemede bulunur: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.”

‘Din’i Tam Olup İmanı ve Vicdanı Zayıf Olmak

1- TARİHSEL-TEOLOJİK NEDENLER

Sünnîlik, teolojik olarak oluşurken, Haricîlik ve Mu’tezile imanı amel ile birlikte “Müslüman” olmanın kurucu şartı olarak bir kimlik tanımı şeklinde ileri sürdüklerinde; bunu reddederek, ”tasdik/inanç”in (“İman”değil), “mümin” ve “müslim” olmak için yeterli olduğunu kabul etti. (“lailahe illelah” diyen, cennete girer). Ahlak/amel, olsa da olur; olmasa da olur; olursa, “semere/meyve” olarak daha iyi/tatlı olur. Bu tutum, ahlak alanında gevşek/light bir kimlik teknolojisinin oluşmasına sebebiyet verdi. İkinci olarak Sünnîlik, tasdiki/inancı, “iman” olarak yorumladı. Bunu da “Amentü” olarak kodladı. Oysa, inanç ve iman, ayrı ayrı muhtevalardır. Kur’an, Bedevilerin, kesin tasdiklerini (teslimiyet), “iman” olarak kabul etmedi: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: ”Hayır, henüz iman etmediniz; “teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi.” (49/14). İman, Allah ile duygusal değerlilik yaşantıları olan huşu (saygı), haşyet (korku), güven, muhabbet ve umut’a (“havfen/korku ve tamaan/umut”- “rağaben/rağbet ve raheben/kaygı”) dayanan canlı bir ilişkidir. Oysa “inanç”ın bu nitelikleri yoktur. İnanç değişmez; genellikle amel doğurmaz; doğursa da, doğruluğu tesadüfidir; soğuk su veya donmuş buz gibidir. İtikat, cenazeye; iman, canlı insana benzer. iman değişir: artar-eksilir; sıcak ve kaynar su gibidir, hareket (amel) doğurur; barometre gibidir: tavan yapar-taban yapar. İman, zorunlu olarak amel doğurur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”: “İman edenler,…Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerdir; ancak onlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). “İnsanlar, (amel ile) denenmeden, “inandık” diyerek bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Sünnîlik, ibadetleri (Namaz, Oruç, Hac, Zekât), kelime-i şehadet ile birlikte “kimlik teknolojisi” olarak İslam’ın “Beş Şartı” olarak kodladı. Kur’an’da değinilen sınırlı sayıdaki “Haram”ları (faiz, zina, içki, adam öldürme, hırsızlık…) da ekleyerek “32-54-Farz” olarak kodlayıp “İlmihal” dindarlığı tamamlanmış oldu. Domuz etinin haram, her türlü haltın yenebildiği; vicdansızlık değil, sadece “içki, bütün kötülüklerin anasıdır” olduğu bir dindarlık gelişti.

Böylece Kur’an’ın baştan sona kadar mümin bireyin her bir tekil ilişkide, her an vicdanının diri tutmak için çabaladığı “Takva” ya ve düşünmeye (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, temmül, tabbur….) çağrı/teşvik, iptal edilmiş oldu. Yani canlı iman ve diri vicdana –büyük ölçüde- ihtiyaç kalmadı. Oysa Kur’an, baştan sona kadar insan vicdanının (kalp/fuad, fıtrat, lübb) ölüm, körelme, sağırlaşma, kararma, mühürlenme, taşlaşma, katılaşma, paslanma, hastalanma…ile karşı karşıya olduğunu dile getirir. Örneğin: ”İman edenlerin, Allah’ı anmak ve ondan inen hakikate karşı kalplerinin saygı ile ürpermesi gerekmez mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudiler-Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.” (57/16). Şu andaki “Müslüman” ların çoğunluğunun, burada tasvir edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bir farkı var mı?

Kur’an’ın baştan sona kadar “Mümin/Müslim”in karakteri (Kimlik teknolojisi) olarak vurguladığı “Takva” konusunda Fazlurrahman şöyle diyor: “Takva kavramı ile ima edilen bu kendini inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman, kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman “doğruyu/hakikati” seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “Aşkın (Allah-İG)”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat biz, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “Takva”, bu “Aşkın(Allah)ın yardımına işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, fiil de bizim olsa da; bizim yapıp etmelerimizin hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank.1997. s. 14)

Türkiye’deki mukallit muhafazakârların bir kısmı, N. Fazıl’ın: “Sakarya: Saf çocuğu, masum Anadolu’nun” dediği kabilden “ilmihal Müslümanlığı” nı sürdüren insanlardır. Bir kısmı, seçimlerde oyunu “sosyal yardım” karşılığı siyasetçilere satan “Köylü Kurnazlığı” nı benimsemiş olanlardır. Bir kısmı tarikat-cemaat, vakıf-dernek aracılığı ile “kamu” dan menfaat tırtıklayan, Allah’ı ve halkı kandırmaya çalışan “uyanık” tiplerdir. Az bir kısmı (sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama, az oldukları kesin) siyasette ve bürokraside “Hz. Ömer Adaleti” kaygısı ile hareket edenlerdir. Büyük bir kısmı da (kahir ekseriyet) siyasette ve bürokraside “Çakal” tabiatlı olanlardır. Vicdanı diri olan varsa, kendinin hangi kesimden olduğunu bilir.

2- KÜRESEL-KÜLTÜREL (ZEİT-GEİST/ÇAĞIN RUHU) NEDENLER

Sahici anlamda din (iman-vicdan), insan Tanrı’nın başta Yaratma olmak üzere, sıfatlarının tecelligâhı olan Tabiat (Ayetler) içinde yaşarken gerçekleşir. Bütün dinler, Modern makine ve dijital Teknoloji öncesinde doğmuşlardır. Modern Teknolojinin küreselleşmesi ile de Tanrı’nın evinden kendi yaptığımız eve (Tekno-city) taşınma ile de sönümlenmeye başlamışlardır. Tanrı’nın teknolojisinden Modern Batı insanının yaratmış olduğu teknolojiye geçiş ile oldu bu durum: “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar, Mercedes’i”. Teknolojik araçlar, her zaman vardı. İnsanın işlerini, yaşamını kolaylaştıran birer “araç/aparat” olarak vardı. Ancak, modern teknolojinin tabiatı bir başkadır.

Artık teknolojinin özü, Max Weber ve Habermas’ın iddia ettikleri gibi, nesnelerin “rasyonel kontrol yeterliliği ve verimliliği” değil; Heidegger’in iddia ettiği gibi, Tekniğin özü, “teknik” bir şey değil; “metafizik” bir şeydir. Günümüz Batı kültürünün, Nietzscheci “Onto-teoloji”ye –düşünülmemiş- bağlılığı olarak teknoloji, Nietzsche’nin metafizik/teolojik olarak “Güç Tutkusu (will to power) ve Tutkuya Tutku/istemeyi istemesi (will to will); ontoloji olarak da, “-kendimiz dahil (“İnsan kaynakları”)-, ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü, doğaları gereği anlamsız “Bestand” yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maximal randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar (rezerv/stok)” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır.” (Ian D.Thomson. Heidegger-Ontoteoloji. çev: H. Arslan. İst. 2012. s 75). Bu dünya görüşü/bakış açısına göre: “Varlık, önceden hesaplanabilir olandan başka bir şey değildir. Varlığı teknolojik olarak kavrayışımız, bir “hesaplayıcı düşünme tarzı” üretiyor. Entiteleri, çift değerli (O-1) programlanabilir (dijital) enformasyona indirgeyerek, bütün niteliksel ilişkileri niceliksel ilişkilere, internetteki pür dolaşım ağına girmeye hazır dijital verilere dönüştüren bir düşünme tarzı.” (Thomson, a.g.e. s 94). Bu, Heidegger’in teknolojinin özü/doğası olarak “Gestell (Çerçeveleme)” dediği şeydir. “Heidegger, bu çerçevelemenin, bir çifte unutmaya yol açtığını ve bunları takviye edeceğini düşünür: 1-Kendimize özgü dünya ifşa etme kapasitemize ilişkin yeteneğimizi yitireceğimizi; ve 2-Bu yüzden, herhangi bir şeyi unutmuş olduğumuzu da unutacağımızı düşünür…Sözün gelişi, entitelerin “kendilerinde mündemiç anlamları” bulunduğu fikri, miadını doldurmuş bir “mit” gibi görünmeye başlayabilir… (Thomson, a.g.e. s. 96-97). Örneğin: Kur’an’ın “Tekvini Ayet” veya “Nimet” dediği şeyin “Doğa Yasası”na ve “Madde”ye dönüştürülmesi.

Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han, teknolojinin bu “çerçeveleme”sinin modern insandaki-toplumdaki semptomlarını gözlemler: ”Big data (Yapay Zekâ)” bile, içinde çok az “bilgi” barındırır. A gerçekleştiğinde, B nin de gerçekleşeceğini söyler. Ancak, bunun neden (ve niçin-İG) böyle olduğunu bilmez. Korelasyon, nedensellik ilişkisinin, yani neden ile sonuç arasındaki ilişkinin aslını anlama yeteneğine bile sahip olmayan, en ilkel bir bilgi biçimidir. O, basitçe, “bu, böyledir” der.” (Byung Chul Han, Ötekini Kovmak. Çev: M. Özdemir. İst.2023. s 10). ”Platon’un (ve Monoteist dinlerin-İG) “Hakikat” dünyasına karşıt olarak, günümüz “Şeffaflık Toplumu”, içinde metafizik bir gerilim barındıran o “ilahi ışık” tan yoksundur. Şeffaflıkta “Aşkınlık” yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık (aydınlanma-nur) olmadan içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Aydınlatan bir ışık kaynağı değildir şeffaflığı sağlayan. Şeffaflığın ortamı aydınlanma değil; her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünür kılan ışıksız bir ışımadır. Bu ışınım, ışığın (aydınlanma-nur) aksine, müdahaleci ve delicidir.” (B.C.H, Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s 59). ”(Geleneksel) İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima “öteki”ni bilirdi. Bu, bazen Tanrı; bazen hükümdar; bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil; ödül de, dışarıdaki merciden gelirdi. Buna karşın, günümüzde “başarıya ve performansa” odaklı toplumun öznesi, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmaktadır. “Öteki” inden ödül alamadığı için, hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Ötekinin olumsuzluğu, rekabet ilişkisine de içkindir. Ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz. Çünkü son kertede kendi kendisi ile rekabet içindedir. Hep kendini aşmaya odaklanır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar. Bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.” (B.C.H, Şiddetin Topolojisi, çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2021. S 55)

3- SONUÇ

Hasılı, günümüz Türkiye’sinde “Müslümanlık”, özünü düşünme ve diri bir vicdanın oluşturduğu iman ve takva (salih amel/ahlak) değil; ezberlenmiş, itikat haline getirilmiş, alışkanlık olmuş, gelenekselleşmiş bazı davranış kalıplarını, ritüelleri, tutumları, tavırları, totem ve tabu benzeri şeyleri ifade ediyor. Daha da önemlisi, bu insanlar, yukarda tasvir ettiğimiz küresel-kültürel bir atmosferin, iklimin, coğrafyanın (çölün) içinde yaşıyorlar.

Arabistan çölünde “İslam” vahasını/yeşilliğini yaratan Kur’an, yukarda tasvir etmeye çalıştığımız küresel çölleşme etkisinde bulunan ülkemizde yeni bir vahanın oluşmasına sebebiyet verebilir mi? Zor. Yedinci yüz yılda “çöl” lokaldi ve coğrafi idi; günümüzde ise, Nietzsche’nin haber verdiği gibi (“Çöl, büyüyor; vay haline, çölü görmezden gelenlerin.”) çölleşme, kültürel ve küreselleşti. Artık düşünemediğimizi dahi düşünemiyoruz ama, Tanrı’dan da insandan da umut kesilmez. Kur’an: “Sabah, yakın değil mi?” (11/81) demişti. Alman şairi Hölderlin ise: “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” dedi. Tanrı, Meleklerle girdiği tartışmada, onların, insan cinsi hakkındaki olumsuz kanaatlerini reddederek, zor bir işe/riske giriştiğini tâ baştan biliyordu (2/30-32). İnsanlık olarak veya Müslümanlar olarak, bu güveni boşa çıkarma hakkımız var mı?

Ak Parti ve Kültür

Kültür Nedir?

Kültür, insan soyunun, yaşamını korumak ve sürdürmek için çıplak tabiat üzerine işlediği-inşa ettiği maddi ve manevi formasyonların toplamıdır. Din-ahlak, sanat, bilim, mimari, yönetim (siyaset-hukuk), üretim (iktisat), adab-ı muaşeret… kültürün başlıca unsurlarıdır. Etnisite/dil ve coğrafya-iklim, kültürleri farklılaştıran temel hususlardır. Yaratıcı bir kapasiteye sahip olmak kadar; kültürü canlı bir şekilde, başka kültürlerle iletişime girerek-etkilenerek yenilemek de, bir maharet ve marifettir. Kültür, hayret ve merak makamında olan, vicdanı rahatsız ve tetikte olmayı başaran yaratıcı insanların üretebileceği bir şeydir. Konformistlerin, tembellerin, vurdumduymazların ve mukallitlerin kârı değildir. Örf/maruf, gelenek, töre, adet, teamül yaratmak kadar; bunları yenilemek de bir o kadar marifettir. Katı muhafazakârlık, taklit ve gelenekselcilik, dogmatiklik, kesin-inançlılık, entegrizm, fundamentalizm (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”) marifet değildir. Marifet, geleneği organik bir şekilde yaratıcı olarak yenilemektir. Asalet, aristokrasi, kendi olmak, elitlik, özü-gürlük kadar; başkasına, yeniliğe, dinlemeye, yaratmaya açık olmak da övünülecek marifetlerdir.

Allah’ın, insanları farklı renklerde ve farklı dillerde yaratması (30/22), farklı kültürel formasyonların (müzik, mutfak, sanat, mimari, edebiyat, folklor…) oluşmasını istediği anlamına gelir. Bu çoğulculuk içinde, İlahi vahiy/peygamberlik dini, insanlara tek ve doğru bir hayat anlayışı/dünya-görüşü ve ahlak karakteri (iman ve salih amel) vermek ister. Gerisi, herkesin kendine kalmıştır. Ve mubahtır.

Türkiye’nin Başına Gelen: “Kültür Devrimi”

Osmanlı toplumu, Müslüman Türklüğün ortaya koyduğu son politik-kültürel kategori ve gövdedir. Son üç yüzyılında dönemin politik, iktisadi, kültürel, teknolojik, askeri meydan okumalarına cevap veremediği için çökmüştür. Sarayın ve İttihat ve Terakki Partisi’nin çırpınışları fayda vermemiştir. Cumhuriyet kadroları hayatta kalmanın, tarihe tutunmanın (To be or not to be) yegâne yolunun, ancak bir “Kültür Devrimi” ile mümkün olabileceğine inanarak çöküşe sebebiyet veren Hilafet-Şeriat ve Tarikat kurumlarını ilga ederek çağdaş, seküler bir ulus-devlet inşa ettiler. Bir askeri-elit azınlığın, bir toplumun tümünün ilanihaye geleceğinin/kimliğinin nasıl olması gerektiğine zorla karar vermesinin (Kültür Devrimi) azametli sorunsallığı ayrı bir mevzudur. Devrimcilerin, İslam’ın özüne dahi şaşı bakışları, toplumda derin bir uçuklama yaratmıştır.

Bu devletin ahalisi: 1- Bu devrimlere sonuna kadar karşı olan mütedeyyin yerli Anadolu halkı, 2- Devrime inanan şehirli azınlık, 3- Nüfus mübadeleleri veya Balkanlardan-Kafkaslardan Anadolu’ya göç etmiş -Osmanlı bakiyesi- Müslümanlardan oluşmaktaydı. Özetle, “yüzde 99’u Müslüman” olsa da; ideolojik, dinsel (mezhepsel) ve etnik/dilsel olarak homojen-organik olmayan bir “toplum” değil; çeşitli kapalı komünitelerden oluşan bir “topluluk” idi. Uzun bir süreden beri Türkiye’de siyasetin, özünde ideolojik, dinsel ve etnik/dilsel bir “kimlik siyaseti” olmasının nedeni budur. Cumhuriyet, özünde kültürel-organik bir “tecdit” değil; büyük oranda bir “taklit” olduğu için özgün kültürel formlar yaratamadı. Buna karşı çıkan “muhafazakâr-sağcı”lar da, kültür formları yaratmada zaten  “özünde-yetersiz” oldukları için, Türkiye’nin siyasal-kültürel hayatı uzun bir süreden beri “mukallit-mahalle kavgası”na dönüştü. Cumhuriyet döneminde Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yahya Kemal, Fuat Köprülü, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı…gibi “kökü mazide olan âti” mottosu ile cılız da olsa, bir organik yenilenme damarı olmuşsa da pek etkili olamamıştır. Herkesin paylaşacağı-katılacağı ortak kültürel “kanon”lar yaratılamamıştır. Örneğin Kur’an dışında Divan-ı Hikmet (A. Yesevi), Divan (Y. Emre), Safahat (M. Akif), Nutuk (M. K. Atatürk), Mesnevi (Mevlâna)…gibi klasikler, toplumun tümü tarafından hâlâ okunamamaktadır.

Siyaset-Kültür İlişkisi

Türkiye’de gönüllü-toplumsal sözleşmeye-konsensüse dayalı uzun ömürlü siyasi, kültürel, iktisadi, dinî, hukuki kurumsallaşmalar olmadığı için; siyaset, kültür ve iktisat, farklı komüniteler arasında “post (deri veya makam) kavgası”na dönüşüyor. Son 20 küsur yılda, büyük şehirlerde meskûn olsa da, taşra kökenli ve taşralı, görece fakir muhafazakârlar, içlerinden biri olan, Kasımpaşa’da büyümüş, “dik-duran” (!) imam-hatipli birini önce İstanbul Belediyesi’nde deneyip sonra da onu merkezi siyasette iş başına getirdi ve arkasında durdu. Muhafazakârlar, çağdaşçı seküler devrimcilerden rövanş aldı. Marx’ın dediği gibi çatışma, kökeninde ekonomik (maddi kapital) olduğu halde; görünüşte kültürel/dinsel sembolik kapitaller (örneğin, “başörtüsü”) üzerinden yürütülür. Türkiye’de de çatışma, hem kültürel hem de iktisadi idi.

“Kültür” sorununu, “turizm” olgusu ile eşleştirerek ikisini bir “bakanlık”ta toplamak, kültür sorununa turizmin bir parçası olarak tarihi mekânlar (ören yeri) olarak bakmak anlamına gelir.

Devletin elindeki ekonomik kaynaklardan uzak tutulmuş, görece daha zayıf olan muhafazakârlar iktidar olunca ekonomi el değiştirmeye başladı. Fırsatı “ganimet” bilen muhafazakârlar, çağa egemen olan (niteliğin değil; niceliğin egemenliği) “haz ve hız”a balıklamasına dibine kadar daldılar. Rant ekonomisi ile birlikte “borsa” ve “bitcoin”den, yani üretim ve emek olmadan/havadan para kazanma yaygınlaştı. Bu ortam, kültürel bir vasatlaşma-paçozlaşma yarattı. Oysa sağlıklı ve medeni bir toplumda din, bilim, hukuk, iktisat, sanat, yerleşik kurumsal yapılarla yürütülür. “Biz” demek kadar “Ben” demek de, esastır. Bireysel ödevler kadar bireysel haklar (insan hakları) da önemlidir. Yasalara itaat kadar eleştiri de esastır. Türkiye halkının “toplum” olamaması, varlığını devlete borçlu olması, komünitelerden oluşan topluluk olması, “kimlik siyaseti” ile siyaseti bir ahlaki sorun çözme prosesi olarak değil “kurtlarla dans” haline getirip, her şeyi çürüten bir vasatlığa mahkûm etti.

Türkiye’de siyasetin “her şey” olması ile birlikte karizmatik ve kadir-i mutlak bir kişi kültüne endekslenmesi, demokratik anlamda “siyaset”in doğasını ve “parti” örgütlenmesini ortadan kaldırıp lideri tanrısal bir statüye; partiyi de ağırlıklı olarak menfaat bekleyen müminler (menfaatperestler mi demeliydim?) topluluğuna dönüştürdü. Çatlak ses çıkaran olursa, o da “müşrik” pozisyonuna düçar oluyor. Siyasetin, her şeyleşmesi ve -“Tevhit”in gölgesi olarak- siyasetçinin tekleşmesi, kurumları ve siyasi aktörleri önemsizleştirerek -temsilde hata olmaz- “Balık, baştan kokar” özdeyişini üretmiş olan halkımızı başına buyrukluğa, serbestliğe, fırsatçılığa sevk etmiştir. Zira “Hal, sâridir”. Enflasyonun yeniden patlamasında bu “cesaret”in (fırsatçılık) payını herkes biliyor. Oysa Kur’an’ın politik düzlemde “Şura”yı, yani “şirk(et)”i (ortak sorumluluğu) tavsiye ettiğini herkes bilir.

AK Parti ve Kültür

Muhafazakârların kültürel kodlarının önemli bir bölümünü din/Sünnilik oluşturduğu için, “FETÖ” olayı başlı başına bir dekadansı/çürümeyi ifade ettiği gibi; siyasal kanadı da pek iç açıcı bir manzara serdetmiyor. Bir örnek vermek istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız R.T. Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllarda, onun inisiyatifinde İstanbul’da 22-23 Şubat 1997 de “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenlendi. O sempozyuma sunulan tebliğler kitaplaştırıldı. Kitaba yazdığı “Sunuş”ta sayın Erdoğan, o tarihlerde şöyle diyordu: “Bizim İstanbul Büyük Şehir Belediyesi olarak, Fazlurrahman’ı eksen alan ‘İslam ve Modernizm’ adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değerli bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır. Oldukça geniş bir yelpazede tartışılan bu konu önemliydi. Nitekim sempozyumun gerek yurt içinde gerekse yurt dışında büyük bir yankı uyandırması, yerli ve yabancı basının günlerce bu konuda makale ve değerlendirme yazısı yayınlaması, ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı göstermiş oldu” (İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi. İst. 1997.) O tarihlerde bu cümleleri yazan Erdoğan’ın, merkezi iktidara geldikten sonra, Fetullah Gülen ile iş tutması, Fesli Kadir, Menzil ve Cübbeli Ahmet’in din anlayışına teşne ve/veya mahkûm olması, Türkiye açısından trajiktir. Bu durum, Türkiye’de dinsel bilincin ve dinsel kültürün uğramış olduğu erozyonun boyutlarını ele verir.

Türkiye’de son yıllarda arttığı söylenen “dinden soğumayı” Deizm, Ateizm ve Agnostisizm gibi ciddi bir düşünsel-kültürel emek gerektiren kavramlarla ifade etme yerine muhafazakârların dinsel performansı ile izah etmek daha doğrudur. Kültürel paçozlaşmanın yaygınlığını göstermesi açısından “sosyal medya” kullanımında Avrupa birincisi; “TikTok” kullanımında hatırı sayılır bir yerimizin olduğunu unutmamak gerekir. Buralardaki içerik üretimi, korkunç bir sefaletin işaretidir. Türkiye’de mafya-magandanın sokak hâkimiyeti, uyuşturucu kullanımının yaygınlığı ve kullanım yaşının çocuklara kadar düşmesi; genç kız ve kadınlarda (Avrupa standartlarını hayli aşmış!) “teşhircilik” (sembolik düzeyde kendini salt cinsel arzu nesnesi olarak sunma/ “kişilik” yoksunluğu) düzeyine varmış göğüs-göbek dekoltesi; “Süte düşmüş sinek” görüntüsü veren “tattoo” çılgınlığı… kültürel paçozlaşmanın çeşitli enstantaneleridir.

Toplumsal ilişkilerde otorite, liyakat, asalet, mesafe, hiyerarşinin (yüce-aşağılık, güzel-çirkin, iyi-kötü, onurlu-onursuz, hayâlı-hayâsız…) zayıflayarak eşitliğin, vasatlığın, banalliğin, aynılığın yaygınlaşması; mahremiyetin, ötekinin ve acının kovularak şeffaflığın, palyatifliğin, hazzın-hızın, başarı ve performansın yüceltilmesi, küresel ve yerel düzlemde kültürel dekadansın belirtileridir. Güney Kore kökenli Alman filozof Byung Chul Han, yazmış olduğu Ritüellerin Yok OluşuPalyatif ToplumPsikopolitikaŞiddetin TopolojisiŞeffaflık ToplumuZamanın KokusuÖtekini Kovmak adlı kitaplarında küresel düzlemdeki kültürel yozlaşmayı tasvir etmektedir. Gazeteci Abdurrahman Dilipak, yakınlarda yazmış olduğu “Ters Köşe” adlı bir köşe yazısında zenginleşen muhafazakârların kültürel paçozlaşmasını, görmemişliklerini, görgüsüzlüklerini, gösteriş meraklarını anlatıyor.

Sonuç

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” demişti. Çağımızın ünlü düşünürü Heidegger de şöyle söylemişti: “Bugün insanlığın başına gelen en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir. Bilim, düşünmez; hesap eder (calculation).” Dijital-teknolojik çağda insanlık, “Tekno-City”lerde “haz ve hız” manyağına dönüşmüş durumdadır. İnsanlığın onuru, ruhu, sorumluluğu ve utanması (hayâ) yok oluyor. Çağın Ruhu (Zeit-Geist) budur. Ülkemiz de uzun süreden beri bu zihniyetin gölgesi altındadır. Bu ortamda “çöl”ü kültürel olarak yeşertmek/yeşillendirmek, vaha yaratmak için İbrahimi Mono-Teist Vahiy-Peygamber öğretisinin tahrif olmamış son kitabı olan Kur’an’ın yaratmış olduğu ahlaki ikilem (Halik-Mahluk, Tevhit-Şirk, Adalet-Zulüm, Dünya-Ahiret, Hidayet-Dalalet, İman-Küfür, Melek-Şeytan, Tayyibat-Habisat, Helal-Haram, Heva-Takva…) üzerine kurmuş olduğu vicdan diriltme faaliyetini (tefekkür, taakkul, tezekkür, teşekkür, taabbur, tedebbür, tafakkuh, teemmül…) aktüelleştirmekten ve dilini yenilemekten başka çare yoktur. Türkiye’deki muhafazakârlar buna hazır mı? Yukarıdaki manzara, olmadığını gösteriyor.

Ak Parti ve Şehir

İslami açıdan şehir, salt fiziki-mimari bir olgu değil; aynı zamanda metafizik bir formasyondur. Renkleri ve dillerinin farklılığı, birer “ayet” olan insan topluluklarının, her biri birer “ayet” olan güneş, ay, yıldızlar ve bulutların yani “Gök-kubbe”nin altında; yine her biri birer “ayet” olan ve insanın hizmetine “musahhar” kılınan dağ, ova, orman, vadi, nehir, denizin kıyısında, eteğinde dayanışma amacıyla kurulmuş birer yurt-yuva, mekân-mesken, ikametgâh, mahal-mahalle, ev-barktır. Şehrin bir unsuru olan “Mahalle”, komşuluk ahlakının-hukukunun ve selamın-sabahın hüküm sürdüğü sosyal bir mahaldir. Şehir, insan mayalama merkezi olarak mabetler, makbereler, mahalleler, meydanlar, çarşı-pazar, park-bahçelerden oluşan; kendine has mimarisi, mutfağı, müziği, folkloru, ağzı-şivesi, ruhu-karakteri olan yerleşkedir; metafiziğin yani imanın ve ahlakın mücessem hale gelmesidir.

Türkler, Müslüman olduktan ve Pers-Bizans topraklarına yöneldikten/göç ettikten sonra kurdukları devletlerde “Göçebe-Çadır” kültüründen sıyrılarak, yerleştikleri bölgelerde İslami ruha uygun orta boy şehir ve kasabalar kurdular (Beylikler, Selçuklu, Osmanlı).

Cumhuriyet döneminde Fransa’dan etkilenerek 2-4 daire üzerine 3-5 katlı “Apartman” binalarından oluşan konut politikaları geliştirildi. Nüfusun artmasına paralel olarak “şehir” sayısı arttığı gibi; -sanayileşme ve gelir farklılığından dolayı- 1960’lardan itibaren ülkenin doğusundan batı bölgelerine bir iç-göç dalgası vuku buldu. Bu durum, bazı şehirlerin (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Mersin, İzmit, Antep…) aşırı derecede büyümesine (Metropol) sebebiyet verdi. Bu şehirlerin çevresinde kaçak “Gecekondu” denen mahalleler oluştu. Master düzeyde bir “Şehir” fikri/kültürü/metafiziği ve planlaması olmadığı için; bu büyümenin, “Kanser” tarzında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, -her şeye rağmen- Türkiye’de “Mahalle” kültürü zayıflayarak da olsa devam ediyordu; Tâ ki, TOKİ’ler (Allah var, depreme dayanıklılar), Rezidanslar, Siteler (İnsan Siloları-İG) ve “Büyük Şehir”lerin sayısı artıncaya kadar: Metropole özenti, komşuluğun ve selamın-sabahın kesilmesi.

METROPOL VE ŞEHİR

Makul bir nüfusa sahip mimari/şehircilik anlayışını günümüzde –az da olsa- sürdüren ülke Almanya’dır. “Galaksi Sistemi” ile çok sayıda orta boy şehir-kasaba ile “Metropol” denen canavarların (kanser) oluşmasını büyük ölçüde engellemişlerdir. Bir Alman düşünürü olan Oswald Spengler, Metropolü şöyle yorumluyor: “Tamamı ile incelmiş zekânın canavarca sembolü ve içinde barındığı kap(tır); kültürün, kendine dönerek içinde ömrünü sona erdirdiği (yerdir) “Megalapolis”. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu, bütün bir anavatanı (ülkeyi) değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri aşağılık ve önemsiz “Taşra Bölgeleri” haline getirir. Babil, Thebes, İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal… ilk metropol örnekleridir. Paris, Londra, Berlin ve özellikle New York, daha yakın örneklerdir (Biz, bugün bunlara yüzlercesini ekleyebiliriz. İG)…Bu şehirler, tümüyle zekâdır. Ruhsuzluğun sembolü olan “satranç tahtası” biçimini kendilerine örnek alırlar. (Buralar), “Yuva” değildirler (Buralarda ev-bark, mekân-mesken, mahal-mahalle olmaz. İG) Bu şehirlerin doğumu ve büyümeleriyle, zenginlik ve yoksulluk karşıtlıklarıyla ve yapay uyarımlarıyla, yaşam sıkıntılarıyla ve nihayet megalapolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini gerektirir. Metropol (Dünya Şehri), ölüme doğru metafizik bir dönüşü gösterir. Metropol insanı, artık yaşamak istememektedir. Köylü kadını her şeyden önce bir “Ana”dır; metropol kadını ise,- ister Paris’te ister New York’ta olsun; ister Lao-tzu Çin’inde Cavraka Hindistan’ında olsun, çocuksuz bir İbsen kadınıdır. Bir Nora ya da Nana’dır. Kültür insanının bütün piramidi ortadan kaybolur; tepesinden itibaren yıkılmaya başlar. (Çöküş anında) önce metropoller gider, sonra “bölgeler”, sonra da en iyi kanı şehre boşaltıp tüketen toprağın kendisi. Sonunda en iyi unsurlarından soyulmuş olarak yalnızca ilkel kan, canlı kalır. Bu kalıntı, “Fellah” tipindedir: ahmak, vurdumduymaz, yarı serf, yarı özgür, köylü-emekçi…” (P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete Tunçay. İst. 1972. S 100).

“Gökdelen” mimari kültürünün, Batıda ortaya çıktıktan sonra, Doğuda (Çin, Japonya, Singapur, Güney Kore…) ve Körfez Araplarında (Abudabi) salgın haline gelmesi, ibretamizdir. Avrupa ve Amerika, bunu sınırlı kentte ve sayıda tuttu. Örneğin, İngiltere’de Londra’nın kıyı bir yerinde “Finans Merkezi” olarak inşa ettiler ve “Mesken”e bulaşmasına izin vermediler. Londra’da yaygın “mesken/ikametgâh” mimarisi, II. Elizabeth döneminin dubleks evleridir.

Yine bir Alman filozofu olan Heidegger, aynı kaygıyı çekerek şöyle diyor: “Modern teknolojinin egemenliği altında ve onun etkisiyle değişen dünyada herhangi bir anlama gelecek “Yurt” olabilir mi? sorusu, yalnızca bu kent (Meskirch) için, yalnızca ülkemiz için, yalnızca Avrupa için değil; şu yeryüzünün insanlarının tümü için geçerli hale gelecek. Belki de insanlık “Yurt” yokluğuna alışacak. Belki de yurt bağı, yurdun çekiciliği/çağırması (der zug zur Heimat), modern insanın Dasein’ından silinip gidecek… Öyle görünüyor ki bugünün insanı, her yerde ve hiçbir yerde evinde olmadığı için “sıla hasreti” de ölmüştür.” (M.Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2008. S 106)

AK PARTİ VE ŞEHİR

İki binlerin başından itibaren “Kalkınma”yı, tarım, sanayi ve üretim yerine,- ağırlıklı olarak- “İnşaat”a kilitlemiş, ona iman etmiş (“İnşaat ya resulullah”) bir “Muhafazakâr” dönem başladı. Oysa İslamiyet, ticaret ağırlıklı bir kasaba olan Mekke ve tarım üretimi ağırlıklı bir ekonomiye sahip olan Medine’de doğmuştu. Ticaret, İslam’ın ruhuna da işlemişti. Mekke’nin ticari vocabularisi (ticaret, alım-satım, borç, rehin, kâr-zarar…), olduğu gibi ahlaka ve Ahirete yansımıştır. İlk Müslümanların büyük bir bölümü –Hz. Muhammed dâhil- “tüccar”dı. Hz. Muhammed’in Mekke dışına çıkmasını fırsat bilen eşlerinden “Ümmü Seleme, kendi odasına ilave bir oda yaptırıyor. Bunu gören Hz. Muhammed: “Bir müminin servetini yiyip bitiren şey, faydasız inşaattır.” diyor. (Benedikt Köhler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurum. Ank.2016. s 87. Köhler, bu bilgiyi Vakidi’nin Siret’ine atıfla veriyor.). Hz. Muhammed, ekonominin mihveri olarak “ticaret”in önemini ve inşaatın –kendi etini yemek olarak- temelsizliğini görmüştü. Benedikt Köhler’e göre, yeryüzünde “Ticari Kapitalizm”, ilk kez İslam coğrafyasında doğmuştur.

İki binlerin başından itibaren muhafazakârların, politik iktidarlarında “İnşaat/Rant”a yönelmelerinin sebebi: 1- Tarımı -köylülük/taşralılık- gerekçesi ile küçümsemeleri, 2-Ticarette ve sanayide/teknolojide behrelerinin olmaması, 3- Göç hareketliliği ve devlete ait arazı-emlak ve arsalarının bolluğudur. Bu dönemde “Kentsel Dönüşüm” ile mahalleyi yok eden “TOKİ”, AVM, dörtten fazla daire üzerine 10 kattan az olmayan, maksimum 70 katlı –her birine birer yabancı isim takılan, misal: “Gamador-Galya”- Rezidans-Siteler, Gökdelenler, Cam-Kule/Kazıklar ile tanıştık. Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, giderek azaldı; şehirler “Beton Ormanı”na dönüştü. “Dikey Mimari” ile yükünü tutup, “iş”ini bitirip, ”Yatay Mimari” edebiyatı yapmayı; “Rüşvet” olarak bu beton ormanlarının arasına ve tepelere çakılan camileri, şehirlerin içini silme betona boğduktan sonra, dışındaki “Millet Bahçeleri”ni ve tarihsel dokuların restorasyonunu gördük (Bereket versin!).

Ak Parti iktidara geldiğinde, merhum mimar filozofumuz Turgut Cansever, yazdığı kitapları, yaptığı konut projeleri ve televizyonlarda yaptığı konuşmalar ile iktidarı uyardı ve Cumhuriyet döneminin şehir, mimari ve konut politikalarını eleştirdi. Ortaya ciddi öneriler koydu. Kendisine “Cumhurbaşkanlığı Yüksek Sanat ve Kültür Ödülü” verdikleri halde; rant tutkusu ile gözü dönmüş iktidar çevreleri rahmetliye zerre kadar itibar etmediler ve tavsiyelerine prim vermediler. Rahmetli şöyle diyordu: “Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimari seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine, şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi, bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken; çok küçük azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi sözde (mimari), sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması, kabul edilemez bir yanılgıdır.” (Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. s 95). Muhafazakârlara da şöyle diyordu: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşvet ve her türlü suistimalin en ücra köşelerine kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10, (bugünlerde 60-70-İG) kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek; hasedin doğmasına yani şeytan ile kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret sektöründe 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvet ile karşı karşıya geldi; insanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildiler. Sonra, her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı (Site-Rezidans) yapıp, bütün dairelerini satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini (“Akıllı Ev” İG) yaptıkları yalanlarını söylüyorlar. Ve bu yalanları, sizin tekzip etme hakkınız yok.” (T. Cansever, a.g.e, s. 140)

SONUÇ

Heidegger’in “Dil, Varlığın (Hakikat) evidir” mottosu doğrudur ve “Tesettür” giyim tarzını,-ingilizce- “Setrems” olarak adlandırıp markalaştıran; yaptığı devasa inşaat yerleşkesine “Gamador-Galya” adını veren (buna benzer binlerce isim sayabilirim) muhafazakâr bilincin nasıl bir “Hakikat” algısına sahip olduğunu ele verir. Bursa’nın şehir merkezindeki eski iki katlı yapıları “temizleyerek” yerine 20-30 katlı en az 20 tane ucube/heyule gökdelen diken; Ankara’da “Çukurambar” semtini cam-kazık ve insan silosu sitelerle dolduran ve Ankara’nın merkezine “Merkez Ankara” ismiyle en azı 30 katlı olan 20 tane ucube/heyule gök-delen çakan muhafazakâr iktidar, benzerini Türkiye’nin her şehrinde yapmıştır. Belediyecilikten gelip arsa-emlak-emsal konularında uzman olan, “Kupon Arsa”ların satışını tekeline alan Cumhurbaşkanımızın “Başkan”lığında Türkiye’nin son yirmi yılda “Şehircilik” teki umumi manzarası budur. Uluslararası mafyanın merkezi haline gelen, 20 milyonluk metropol İstanbul’un, -Onca camilerine rağmen- “Dâru’s-Selam” olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah, ”Büyük Şehir” olmayan Anadolu şehirlerini ve kasabalarını korusun!

Ekonominin Metafiziği

Ekonomi, siyaset ve hukuk formasyonları gibi, bireylerin ve toplumların dünya görüşüne, üst kültür sistemine, anlam çerçevesine ve metafizik çanağına göre şekillenen normatif süreçlerdir. Akıl sahibi bir varlık, kendine koyduğu bir hedef, amaç, gaye uğruna kendini kişileştiriyorsa; bu varlık, bir “ahlak” kişisidir. “İhtiyaç” kavramı, A’nın, Y için X’e ihtiyaç duyması olarak, A’nın “kim?” olduğu ve Y’nin (hedef, amaç, gaye) “ne?” olduğuna göre değişir. İnsan olmanın ortak paydasında temel ihtiyaçlar, yani beslenme, barınma, neslin devamı, güvenlik, sağlık, eğitim, itibar arama vb. değişmese de; bunların sayısı ve nasıl karşılanacağı, A’nın ve Y’nin tanımına göre değişir. Bu da bizi, insanın/hayatın/dünyanın anlamına, yani metafiziğe götürür.

Başlıca Üç Metafizik Çanak

İnsan-dünya/hayatın anlamı hususunda insanlığın kültür-düşünce hazinesinde başlıca üç metafizik-ahlaki çanak mevcuttur. 1- Tek/Biricik Dünyalı insan/hayat. 2- Çift/İki Dünyalı insan/hayat. 3- Dünyasız insan/hayat (Kutsallık-Tanrısallık). Bunlardan birincisi, Tanrısız; İkincisi, Tek-Tanrılı; üçüncüsü ise Tüm-Tanrılı (Panteist) bir insan-dünya-evren görüşüdür. Birincisi, ruhsuz bir bedene; ikincisi, ayrı ayrı ruh ve bedene; üçüncüsü ise Tanrısal tek bir ruha inanır.

Bu ebedi kültür, kişilik, insan, ruh prototiplerinin “dünya” ile ilişkilerini Walter Schubar şöyle tanımlar: 1- Kahraman Kültür-Kişilik-İnsan Proto-tipi: “Dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik güvenciyle, benlik gurur ile ve erk tutkusu ile doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar. Ona efendilik etmek, egemen olmak ve onu kendi planlarına göre şekillendirmek ister. Dünyaya Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme (Sekülerleşme-İG) onun kaderidir; ‘Kahramanlık’, başlıca yaşam duygusu; ‘Trajedya’ ise, sonu/amacıdır. Böyle bir dünyada, özellikle böyle bir kültür ve insan proto-tipinde her şey dinamiktir. Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometheus gibi, ‘Kahraman’ insan, her güce ve her Tanrıya meydan okur. Etkindir; gergindir ve alabildiğine enerjiktir. Buna uygun olarak, Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları özellikle dinamik, hareketli ve etkindir. Roma, erkinin doruğunda kendini böyle hissetmiştir. 16’ncı yüzyıldan sonraki Germen-Roma Batı’sında da bu proto-tip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheusçu Batı kültürü/zihniyeti/insanı, bu proto-tipin iyi bir örneğidir.” Bu kültür, kişilik, insan proto-tipinin, bugün bütün ‘dünya’yı etkisi altına almış olduğu, herkesçe müsellemdir.

2- Mesihçi insan-kültür-kişilik zihniyeti: “Kendilerini, -tasarısını anlatılamayacak bir biçimde- içlerinde taşıdıkları üstün Tanrısal düzeni, yeryüzünde gerçekleştirme görevine çağrılmış hissederler. Mesihçi insan, kendi içinde hissettiği uyumu (huzuru-tutarlılığı-İG) çevresinde (dünyada) yeniden kurmak ister. Dünyayı olduğu gibi kabul etmez. Kahramanlık insanı gibi, o da, dünyayı değiştirmek ister; ama kendi benlik-iradesi ya da benlik-doyumu için değil; kendine Tanrı tarafından verilen ödevi yerine getirmek için değiştirmek ister. Uyumlu (Çin Budizm’i-İG) insan gibi, o da dünyayı sever; fakat olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi sever. Uyumlu insanın ereğine erişilmiştir; Mesihçi insanın ereği ise, çok uzakta ve gelecektedir. Ancak, Zahit insanın tersine, o, bu amaca kesinlikle ulaşılacağına inanır. Mesihçi insan, erk tutkusu ile değil; uzlaşma duygusu ve sevgisi ile esinlenir. Yönetmek için bölmez; bölünenleri, bir bütün içinde birleştirmek için onlar arar. Kuşku ve nefretle değil; asıl gerçekliğe (hakikate-İG) derin bir güvenle (iman) hareket eder. İnsanları, birbirinin düşmanı (kurt-İG) olarak değil; kardeş diye görür. Dünyaya yağmalanacak bir ganimet gözü ile değil; aydınlatılması, soylulaştırılması ve kutsallaştırılması gereken kaba bir malzeme olarak bakar. Ayrılmış olanları birleştirmek, uyumsuz düşene uyum kazandırmak, bu gezegende “Tanrı’nın Krallığı”nı ya da kendisinin en yüksek ülküsünü gözle görünür kılmak yolunda bir çeşit evrensel tutku, benliğini sarmıştır. Mesihçi insan, bu en yüksek ülkünün, burada/yeryüzünde/dünyada gerçekleştirilmesi için çalışır.” W. Schubar’ın tasvir ettiği bu proto-tipin, genel olarak İbrahimi (Vahiy-Peygamber=Tevrat/Musa-İncil/İsa-Kur’an/Muhammed) Monoteizmin insan, kişilik, ruh, dünya, hayat görüşü olduğu bilinmektedir.

3- Zahit kültür, kişilik, insan, ruh zihniyeti: “Bu insan, ampirik varoluşu bir hata; duyum dünyasını da bir ‘serap’ ve kötü bir ‘iğva’ olarak görür. Her ikisinden de öz-ötesi, gerçeklik (dünya) ötesi mistiklik alanına kaçar. Zahit kişi, duyum dünyasını, hiç bir pişmanlık hissetmeden terk eder. Onu düzeltmek (ıslah etmek-İG) için ne isteği ne de umudu vardır. Duyum dünyasını değiştirmeye hiç de kalkışmaz… Hinduizm ve Budizm’in Hintleri, Yeni-Platoncular ve (Monoteist dinlere sızmış-İG) zahit tarikatlar, bu proto-tipin iyi birer örnekleridir.” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev: M. Tunçay, Ankara, 1972, s.117-118.) Kapitalizmin egemen olduğu bugünkü dünyada bu insan tipinin, Hindistan da -az da olsa- yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda W. Schubart’ın yaptığı tasnifteki ilk iki tipin karakter özelliklerini -ikinciye Kur’an’ı esas alarak- biraz daha detaylandırmaya çalışacağım.

“Kahraman”/Tek Dünyalı/Tanrısız-Ruhsuz Beden/İnsan/Kişilik ve Ekonomi

Erich Fromm, bu tipin ekonomi anlayışını “Sahip Olmak” olarak niteler: “Varlığı özel mülkiyet, kâr ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda yaşadığımız için, düşünce ve değer yargılarımız, önceden belirlenmiş gibidir. Bu nedenle, endüstri toplumlarındaki bireylerin en kutsal ve doğal haklarının kazanç, mal-mülk sahibi olmak ve kazanç için çalışmak olduğunu söyleyebiliriz… Çünkü özel mülkiyet olarak ‘Private’, Latincedeki ‘Privare: Soymak, yağma etmek, zorla ele geçirmek, başkalarını mahrum bırakmak sözcüğünden türetilmiş olup; kişiyi o malın tek sahibi ve efendisi kılmakta ve diğer insanların, onu kullanıp, ondan yararlanmalarını kısıtlamaktadır.” (E. Fromm, Sahip Olmak ve Olmak, Çev: A. Arıtan, İstanbul, 1990, s.105-106.)

Bu proto-tipin ekonomik-ahlaki karakterini Fromm, -birbirine zıt ve üretici olmayan- “İstifçi” ve “Sömürücü” olarak niteler ve başlıca karakter özelliklerini şöyle sıralar: 1- İstifçi Kişilik: Düş gücü olmayan, becerikli, hesabını bilen, dikkatli, sabırlı, cimri, kuşkucu, soğuk, uyuşuk, kaygılı, sabırlı, saplantılı… 2- Sömürücü Kişilik: Sömürücü, saldırgan, atılgan, gururlu/kibirli, egoist, düşüncesiz, küstah, savurgan… (E. Fromm, Kendini Savunan İnsan, Çev: N. Arat, İstanbul, 1991, s.119-120.)

Bu insan tipinin, yeryüzünde ortaya konan “kötülük” ile ilişkisini Alexıus J. Bucher şöyle tasvir eder: “İnsan, yaşamını kazanmanın ya da yitirmenin kendi elinde olduğunu kavrarsa ve bunu gerçekleştirmek için aslında ne kadar yetersiz olduğunu bilirse; o zaman, Jean Paul Sartre’ın, korkunun insanın kendi kendisini bilmesi ile özdeş olduğu savı, anlaşılır olur: “Korku içinde iken özgürlük, kendi kendisinden korkar.”… Eğer kötülük, zorunlu olarak korkudan çıkıyorsa; korku, insanın özgürlüğü ile ilgili ise, o zaman insan, varoluşsal özgürlüğünden dolayı mı kötülüğe bulaşmaktadır? İnsan özgürlüğü, ondan beklenenin tamamen aksini yapma olanağını içinde taşımaktadır! Özgürlükten korkma, boşa geçmiş (biricik-İG) yaşamın anlamsızlığı karşısındaki korkudan kaynaklanır. ‘Ölüm’, hâlâ gerçekten (doya-doya veya dolu-dolu-İG) yaşanmamış bir yaşamın sonunu oluşturuyorsa; daha da korkunç olur. Bu nedenle, ölüm korkusu, daha çok ölümden sonrasına yönelik değildir; aksine, boşa çıkan umut ve beklentilerin son bulduğunun kesinliği karşısında, ölümden öncesine ilişkin duyulan dehşeti yansıtır… Kötülüğün, korkudan ve ‘yaşam kazanmak için’ korkunun yaptırdığı saldırgan girişimlerden geldiği eğer açıklık kazandı ise; o zaman, insanların düşünerek kullandıkları özgürlükle bilerek kötülüğü seçmelerinin nedeni anlaşılır hale gelir. Özgürlük olgusunun kendisi, dibine kadar korku ile doludur; sadece iç ve dış tehditlerden değil; kendi kendisinden duyduğu korku ile de doludur… Mücadelelerle elde edilmiş yaşam, kendisini kendisine karşı yok ederek korumaktadır. Kötülük, kendi özleminin sapıklığından duyulan korkunun sapıklığıdır. Bu olasılık karşısında insanın duyduğu korku, onu vahşice korunma stratejilerine: ‘Ya ben; ya onlar’ stratejisine; her şeyi kendi eline geçirme, her şeye sahip olma stratejisine götürür. Yani kötülüğün mekanizmasının içine.” (Alexıus J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya Da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi adlı kitabın içinde, Haz: İonna Kuçuradi, Ankara,1997, s 218-19.)

Endüstri Devrimi’nden sonra dünyaya egemen olan; ahlak teorisi olarak “Utilitarizm” (J. S. Mill) ve “Pragmatizm” (W.James) olarak kurulup “Kapitalizm-Emperyalizm” olarak tecessüm ettikten sonra ABD ve AB olarak örgütlenen; Rusya ve Çin’in -aynı materyalist metafiziğe bağlı- “Komünizm/Sosyalizm” denemelerinden sonra, onları da kendisine benzeten iktisadi metafiziğin insan psikolojisi, özetle budur.

Mesihçi/Mücahit, Çift Dünyalı (Dünya-Ahiret), Muvahhit, Ruh-Bedenli İnsan Kişiliği ve Ekonomi

Walter Schubar’ın “Mesihçi” olarak kodladığı insan, kişilik, ruh, proto-tip, Monoteist-İbrahimî Vahiy-Peygamber geleneğinin “Hz. İsa/İncil” öğretisini özetler. Walter Schubar’ın İbrahimi Vahiy/Peygamber geleneğini/öğretisini -Hristiyan olması hasebi ile- “Mesih” kavramı ile nitelemesi, anlaşılabilir bir husustur. Ben ise, burada aynı öğretinin “Hz. Muhammed/Kur’an” versiyonunun “Mücahit” insan/hayat/ekonomi öğretisini özetleyeceğim. Bu öğretiye göre yaşam, “Din/Deyn” olarak borç ödeme ve borç vermedir. “Borç ödeme”, Güneş Sistemi, ekosistem ve insanın kendini kendine bir lütuf, ihsan, ikram, inam, rahmet olarak vermiş Rahman olan Allah’a minnettarlık ve şükran duygusu ile iman ve ibadet ederek borcunu ödemek ve hemcinsine karşı adil ve merhametli davranarak, sahip olduğu malı/zenginliği onlarla paylaşarak (zekât-infak) Allah’a “Borç vermek”tir (Karz-ı Hasen-2/245, 5/12, 57/11, 64/17, 73/20). Bu ahlaki/dinsel ilişki, aynı zamanda “veresiye” bir ticaret ekonomisidir. Din-Ekonomi ve Ahlak, aynı süreçtir. Mü’min, bu dünyada kendine “emanet” olarak verilmiş mal-mülk ve evlatları ile denenmektedir. Burada yaptığı paylaşımların karşılığı, kendisine ahirette (cennet) katbekat ödenecektir. İktisadi faaliyet üretim, dağıtım/paylaşım ve tüketim süreçleriyle birlikte, bütünsel olarak ahlaki/dinî bir süreçtir. Ekonomik nesnelerin tümü, -nimet/rızık olarak- Allah’ın fazlıdır (hibesi). Ekonomik faaliyetler, “kesb” ve “sa’y” olarak ahlaki süreçlerdir. Özel mülkiyet, -“mutlak” olarak değil; “emanet” olarak- meşrudur. Elde edilmesinin meşru/helal yolları: Miras, emek (zihinsel-bedensel), üretim (tarım-teknoloji), ticaret ve hibedir. Kamu otoritesi, -miktarını takdir ederek- özel mülkün bir kısmını zorunlu vergi (zekât) olarak kamu giderlerini karşılamak üzere alır. Gerisini, variyetli olanlar, gönüllü olarak infak etmelidir. “Zahitlik”, meşru ve Kur’anî bir erdem olmadığı gibi (7/32) -Kur’an’î erdem, teyakkuz ve tetikte olma anlamında “Takva”dır-; istifçilik, cimrilik, israf, gasp, hırsızlık ve sömürü haramdır. (Geniş bilgi için bkz: Fazlurrahman, “İslam ve İktisadi Adalet Sorunu” İslami Yenilenme-III, Çev: A. Çiftçi, Ankara, 2018, s.93 vd.)

Mal-mülk, Allah’ındır. İnsanlara emanet ve denenme aracı olarak verilmiştir (24/33). “Mal” kavramı, Arapçada “Me-ye-le” kökünden gelir. Meyletmek, akmak, dolaşmak demektir. Mal da toplanıp, yığılma, depolama, istifleme yerine; üretime, dağıtıma, dolaşıma sokulması gerekir. Ribanın (faiz) yasaklanmasının sebebi, malın akışını-dolaşımının, üretiminin durdurulup, yoksulların aleyhine; zenginlerin lehine yığılmasıdır. Üretimde verimlilik; dağıtımda adalet; tüketimde tutumluluk esastır. Herkes için emeğinin ürünü/kazancı ile onurlu bir istihdam ortamı oluşturmak esastır: “İnsana ancak gayretinin karşılığı yaraşır” (53/39). “Zenginlerin malında da çaresiz, fakir, yoksullarla paylaşılması gereken bir hisse vardır” (51/19, 70/25). Bunun bir kısmı “zorunlu” olan vergidir (zekât); diğeri ise, “gönüllü” olan infaktır. Bu çözüm, “Komünizm/Sosyalizm” teorisinden ayrıdır; “Sosyal Demokrasi” çözümüne daha yakındır. Malı, kendi menfaati-mutluluğu/hazzı-zevki için olduğu kadar “Allah yolunda” harcamak, esastır. “Allah yolu” ile kastedilen, kamu maslahatı ve güvenliğidir. “Mal” ile insanın denenmesinden maksat, insanın cimrilik ve mal sevgisini gerileterek onun şuurunu/insanlığını, özgürlüğünü ve erdemini geliştirmektir. Malın kölesi olan cimri insandan hayır/iyilik gelmez: Akraba-kabile bağları, ticaret, mesken… sevgisi, ahlaki/dinî davanın/denenmenin önüne geçememeli (9/24). Kendi başına mal ve evlat fazlalığı, insanın hüsranını artırır (71/21). Mal ve evlat (nüfus) fazlalığı, insanı şaşırtmamalı/şımartmamalı (9/55); bunların bolluğu, mutlak hayır olduğu anlamına gelmez (23/55)… (Geniş bilgi için bkz: Hasan Hanefi, “el-Mal Fi’l-Kur’an”, Ed-Din ve’S-Sevra Fi Mısr-7, Kahire, 1989, s.121 vd.)

“İhtiyaç” kavramı, birinci metafizik çanakta olduğu gibi, salt-seküler ekonomik olarak değil; ahlaki/ekonomik olarak İslam fıkhında “Zaruriyyat”, “Haciyyat” ve “Tahsiniyyat” olmak üzere üç kategoride ele alınmıştır: “‘Zaruri’ nesneye gelince, bu, insan hayatının üzerine kurulduğu nesnedir. Bunlar, ‘olmazsa olmaz’lardır. Bulunmadıklarında insanların hayatları felce uğrar, maslahatları gerçekleşmez, karışıklık ve fenalıklar yaygın hale gelir. Bunlar: Din, can, akıl, ırz ve maldır… ‘Haciyyat’, normal ihtiyaçlardır. Bunlar bulunmadığında insanlar, zahmet ve darlığa düşerler. ‘Tahsiniyyat’ (estetik nesneler), bunlar mürüvvetin, edebin ve fiillerin en sağlam yolda yürümesini gerekli kılan nesnelerdir.” (Dr. Abdulvahhap Hallâf, İslam Hukuk Felsefesi, Çev: H. Atay, Ankara, 1985, s. 381.)

Mübadele Tarzları ve Muvahhit-Metafizik Çanak: Bilinçli-Gönüllü Armağan Ekonomisi

Japon düşünür Kojin Karatani, insanlığın iktisat tarihini, politik formasyonlara paralel olarak Klan-Armağan (A); Devlet/İmparatorluk-Yağma ve Yeniden Bölüşüm (B); Sermaye/Şirket- Para ve Meta (C) mübadelesi olarak özetler: “Bu formasyonlar, birbirlerinden yalnızca hangi mübadele tarzının başat bir rol oynadığı ile ayrılır. Kabile toplumlarında karşılıklılık esasına dayanan A tipi mübadele tarzı baskındır. B veya C tipinin olmadığı anlamına gelmez; savaş ya da ticaret gibi alanlarda onlar da bulunur. Fakat B ve C uğraklarında -karşılıklılık ilkesine tabi olduğundan-, A (Armağan) tipi gelişmez… C tipi mübadele tarzı baskınsa, “Kapitalist” toplumdan söz ediyoruz demektir… Kapitalist üretim, kölelik ya da serflik üretiminden (B tipi) emek gücü metasına dayanan bir meta üretimi sistemi olmasıyla ayrılır.” (K. Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına, Çev: Ali Karatay, İstanbul, 2017, s. 38-39.)

Karatani, mübadele tarzlarıyla ahlak arasında bir özdeşlik/eşlik görür: “Mübadele tarzından ayrı, özgün bir ahlaki alanın bulunmadığı doğrudur. Genellikle ahlak alanının ekonomi alanından bağımsız olduğu düşünülür; fakat ahlak, mübadele tarzıyla aslında hiç de alakasız değildir. Örneğin, Friedrich Nietzsche, ‘suçluluk’ bilincinin, bir tür ‘borçluluk’ duygusundan doğduğunu öne sürer. Bu düşünce, ahlak ve dinin, ‘mübadele’ tarzlarıyla derinden bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, ekonomik altyapıyı, üretim tarzı değil de; ‘mübadele tarzı’ çerçevesinde ele alırsak, ekonomik altyapı çerçevesinde ahlakı anlayabiliriz.” (Karatani, a.g.e., s.37.)

Burada Nietzsche’nin “suçluluk” olarak yorumladığı duyguyu, kendisinin de tekrarladığı “kişisel sorumluluk hissi…” duygusu (Karatani, a.g.e., s.192) olarak düzeltirsek; İbrahimî Monoteist Vahiy/Peygamberlerin vazettiği Dini/Deyn (borçluluk), Tanrının verdiği nimetlere (mal-mülk/zenginlik) karşılık “borç ödeme (iman-ibadet) ve Tanrı’ya “Borç Verme=Karz-ı Hasen”, yani hem-cinslerimize infak/paylaşım ve ahirette (öbür dünya) karşılığını alma öğretisi ile örtüşmektedir: “İyiliğin karşılığı, iyilikten başka nedir ki?” (Kur’an/55-Rahman/60). Veya M. Weber’in teşhis ettiği gibi, ilahi niyazlarda tekrarlanan: “Do ut des=Veriyorum ki verebilesin” (Karatani, a.g.e., s.191). Karatani, “D tipi” diye “Bilinçli ve Gönüllü-İG” bir Armağan/Mübadele tarzının, Evrensel Dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm) tarafından ortaya konduğunu iddia eder. “Diğer yandan burada yalnızca topluluğun bir üyesi olmakla kalmayan, görece özerk bireylerin doğuşu söz konusudur. Bunların ilki, “Tanrı’nın gücü”nün topluluk/kabile, devlet ya da paranın gücünü aşan bir biçim aldığı anlamına geliyordu. Keza, bunun diğer bir anlamı da, “D tipi” mübadele tarzının, Tanrı’nın gücü yolu ile A, B ve C tipi mübadele tarzlarını aşan bir şey olarak başvurulduğu ve bunun başka bir şekilde yapılamayacağıydı. İkincisi ise, D tipi mübadele tarzının, topluluktan bağımsız ayrı ayrı bireylerin varlığı öncülüğüne dayandığı anlamına geliyordu. Bu iki gelişme, birbirinden ayrı düşünülemez: Herhangi bir devlet ya da topluluğun alanını aşan bir Tanrı’nın varlığı, ne ‘Devlet’ ne de topluluğa/kılan-kabile bağlı bireylerin varlığına tekabül ediyordu” (Karatani, a.g.e., s.209). “Evrensel bir din olarak Museviliğin oluşumu, Babil’de esir tutulanların eseriydi. Yahve’ye olan imanları, kabile ya da devlet zorlamasından ileri gelmiyordu; devletin (Yahuda Krallığı) yıkılışı ile birlikte, böyle bir güç, zaten kalmamıştı. Bir diğer önemli nokta da, esir alınanların çoğunun, yönetici ya da entelektüel sınıflardan gelmesi ve Babil’de esasen ticaretle uğraşmaları idi” (Karatani, a.g.e., s.209). “Fakat İsa’nın eleştirisi, kendisinden öncekilerden daha sert ve esaslıydı. Çünkü o, Yahudi halkının, giderek birey olarak, Roma İmparatorluğu’nun para ekonomisinin etkisi altında geleneksel topluluktan kopan bireyler olarak yaşadığı bir dönemde aktifti. Bu koşullar altında İsa’nın öğrettiği seçenek devleti, geleneksel topluluğu ve para ekonomisini reddeden bir yaşam biçimiydi” (Karatani, a.g.e., s.212). “Tüm evrensel dinlerde ortak olan özellik, krallara ve rahiplere karşı eleştirel bir tutum almalarıdır. Fakat genişleyen her dinsel grup, kendini nihayetinde tam da başlangıçta reddettiği yolda yürürken bulur. Kendisi, devletin resmî dini; ruhban sınıfı da, yönetim düzeninin bir parçası haline gelir… Muhammed peygamber, Musevilik ve Hristiyanlıkta yitirilmiş olan karşılıklılığa dayalı göçebe topluluğu yeniden (Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi=İnfak) tesis etmek için bir hareket başlattı. Bununla birlikte İslamiyet, esasen bir kent dini idi ve ilan ettiği toplum (Ümmet), daha üst boyutta bir topluluktu; dolayısıyla “Kabile/Klan” topluluğundan farklıydı. Fakat İslam yayıldıkça rahipliği ve monarşiyi reddederken bile, hızla bir dinsel devlete dönüşüyordu. Muhammed’in ölümünü takip eden ruhban krallar (Halifeler) yönetime geldiler. Dinin doktrini (teolojisi-İG) de, aynı şekilde bu ruhban sınıfı tarafından geliştirildi… Dolayısıyla kitleler için, imamlara olan inanç, peygamber tapınışından bile daha önemli hale geldi. Özellikle de, ilk imam olarak Muhammed’in öldürülen damadı Ali’ye tapınılan Şii mezhebinde. Pavlus’un, İsa’nın ölümünü yeniden yazarak bir “Kurtuluş” anlatısına çevirmesi gibi” (Karatani, a.g.e., s.220-21).

İslam’ın Hazin Tarihsel Hikâyesi

İslam; klan/kabile, ganimet, kölelik, imparatorluk toplumsal formasyonların egemen olduğu bir tarihsel kesitte ve ortamda (Arap Yarımadası) zuhur etti. Bu yapıları gevşetmek ve izale etmek niyetindeydi. Ancak, aşağının güçlü-antropolojik habitusu, göğün (Tanrı’nın) talebini pek de ciddiye almadı. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Karatani’nin “D tipi” dediği: “Bilinçli-Gönüllü Armağan Mübadelesi”ne geçilemeden; Çağın Ruhu (Zeit-Geist) olan “B” tipi imparatorluk devlet yapısı ve “Yağma-Yeniden Bölüşüm” mübadele tarzına geri dönüldü. Hz. Muhammed başta olmak üzere ilk üç halife, “D” tipinin ruhuna bağlıydı: “Hz. Muhammed, bir gün Uhut Dağı’na bakarak: ‘Eğer bir gün bu dağ büyüklüğünde bir altın kütlesine sahip olursam; içinden sadece üç dirhem alır, gerisini bağışlarım’ demişti. Ali, Allah’ın lütfu için mücadele etmenin, dünyevi mallar biriktirmekten kıyas kabul etmez derecede daha önemli olduğunu ve refahın servetten ziyade, Allah’ın ihsanından kaynaklandığını kuvvetli bir şekilde ifade etmişti: ‘Eğer kader size bir yarın bahşederse; Tanrı, sizin geçimlerinizi temin edecektir. Bilin ki, ihtiyacınızın ötesinde elde ettiğiniz her şey, sizin tarafınızdan sadece başka birinin kullanımı için depolanmaktadır…’” (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, Çev: İsmail Kurun, Ankara, 2016, s.126-127). “Ömer, şahsi ve resmî işleri için ayrı ayrı hesaplar tutarken; Osman, Halife’nin, İslam Hükümetinin ‘temsilcisi’ olduğunu ileri sürerek, resmî işlerin hesabını verme mükellefiyetinin kendisini bağlamadığını iddia ettiğinden, ‘şahsi’ ve ‘resmî’ hesaplar arasındaki ayrım, bulanıklaşmıştı. Ömer, sert ama adaletli olduğundan, kendisine saygı duyuluyordu. Osman, iktidarı suiistimal etmesi ve akrabalarını kayırması sebebiyle kötüleniyordu.” (Koehler, a.g.e, s.122). Özetle, Muaviye ve Ümeyye oğullarının (Emeviler) iktidarı zorla ele geçirmesi ile “B” tipi “Yağma-Yeniden Dağıtım” mübadele tarzı perçinlenmiş oldu.

Sonuç

Şu anda insanlık, sermaye-şirket ve para-meta mübadelesinin (C tipi) hegemonyası altındadır. İnsanlığın kurtuluşu “D” tipi mübadele tarzındadır. “Komünizm/Sosyalizm”, bunu “devlet” zoru ile Tanrısız-Tek Dünyalı ve Ruhsuz (“Kahraman” insan) olarak denedi ve olmadı. Eğer insanlık tersini “Bilinçli” olarak ve “Gönüllü” olacak tarzda uygularsa (“Mesihçi-Mücahit” tip); olur. Değilse; kıyamete (III. Dünya Savaş’ına) hazır olmak gerekir.

AK Parti ve Üniversite

Üniversite, Batıda Kilisenin ortaçağda oluşturduğu dogmalara karşı yine kilisenin içinden yaratılan eleştirilerle başlamış ve daha sonra özerklik kazanıp ona savaş açmış, evrensel bilimi iktisap etmeye çalışan seküler bir kurumdur. On dokuzuncu yüz yılda “Pozitivizm” akımı ile Felsefe ve Dinin yerini almaya çalışmış (“Bilim Kilisesi” P. Feyerabend); daha sonra iç eleştirilerle doğal sınırlarına çekilmiş; son yüz yılda da büyük ölçüde teknoloji ve ekonomiye eklemlenmiş bir kurumdur.

İslam Dünyasında “Medrese”, dini dünya görüşünü, düşünce ile meşrulaştırma misyonu ile kurulmuş; daha sonra felsefe ve bilimsel faaliyetleri bünyesine almış; Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ise, skolastik/dogmatik düşüncesizlik çukuruna düşüp talim/tedris/tahsil faaliyetine indirgenerek çökmüş bir kurumdur. Çöküş aşamasında yapılan ıslahat çabaları fayda vermemiş ve II. Abdülhamit döneminde Batıdan üniversite ve modern eğitim kurumları alınmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde, medreseler kapatılmış ve “Üniversite reformu” yapılarak bilimsel düşünce taklit edilmeye ve oluşturulmaya çalışılmıştır. M. Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” cümlesi, cumhuriyetin temel telosunu ifade eder. Teknolojik geri kalmışlık, üniversitelerde “Bilim” olarak sosyal bilimler değil; fen bilimlere ağırlık verilmesini doğurmuştur. Oysa felsefe, teoloji ve sosyal bilim nosyonu olmadan pozitif/fizik bilim nosyonu zor gelişir. Bizim klasik dönemde de Batıda da böyle olmuştur. Sami Selçuk’un, 25. 5. 2024 tarihinde Karar gazetesinde yayınladığı “Aydınlanma” adlı makalesinde zikrettiği aşağıdaki olay, aktif felsefi ve teolojik düşüncenin olmadığı medreselerdeki durumu gözler önüne koyar.

“İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler) de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).

Osmanlı medreselerinde “Felsefe” yapmayı geçtik, canlı bir “teolojik” düşüncenin bile olmaması, “Bilimsel” düşünceye (Keşif-icad) geçişi zorlaştırmıştır. Batıda bilim, dinamik bir felsefi ve teolojik düşünme akabinde-rahminde çiçeklenmiştir. Mitolojik-Menkıbevi (Tasavvuf-Tarikat) düşünmenin egemen olduğu Osmanlı toplumu, -medreseye rağmen- “Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçememiştir. Osmanlı coğrafyasında ilk canlı Türkçe “teolojik” düşünme faaliyeti, İçinde Kabala (Ebced-Cifr), Mistisizm ve Eşariliğin sentezlendiği Said-i Kürdi’nin “Risale-i Nur” külliyatıdır. Türkiye’de –Fetö dâhil- bir sürü dini cemaat, bundan çıkmıştır.

Bu akut/kısır geçmişe rağmen, Türkiye’de üniversiteler nispi olarak gelişme kaydetmiştir. 1950’de Demokrat parti iktidarı başta olmak üzere, 1960 ihtilali, 1972 muhtırası ve 1980 ihtilalinde –YÖK ile- Üniversite boğulmaya çalışılmıştır. “28 Şubat Süreci”ndeki askeri-ideolojik zevzeklik, daha sonra muhafazakâr cenahtaki içerlemeyi ve onun –üniversiteyi de etkileyecek- semptomlarını hazırlamıştır.

İki binler sonrasında Ak Parti iktidarı döneminde hem özel hem de devlet üniversitelerinin sayısı artırılmıştır. Ancak bu kadrolarda “Üniversite” ve “Bilim” kavramları, “Pozitivizm” ve “Devrim” kavramlarının gölgesinde “İlm”in ve “İslam”ın karşıtı bir “güvensizlik” ve buna eşlik eden bir de “hayranlık” imgesine sahiptir. “Prof”luk ünvanı, muhafazakârlarda mit düzeyindendir. Bu unvan, mesleğini icra etmek için değil; siyasete ve bürokrasiye atlamak için “aparat” olarak kullanılır. Klasik dönemdeki bilim adamları ve onların keşif ve icatları ile –iflas etmiş bakkalın veresiye defteri ile övündüğü gibi- övünülür; ancak, “iflas etme”nin üzerine düşünülmez. Cumhuriyetin erken dönemindeki Lise eğitim seviyesinin, bugünkü üniversitelerde olmadığı müsellemdir. Bugün siyasetçiler, bürokratlar ve zenginler, çocuklarını Türkiye’de değil; yurt dışında okutmaktadırlar.

Bu süreçte bir taraftan üniversiteler, Rektör atamaları ve kadrolaşma ile “ele geçirilmeye” çalışılan ” Kale”ler olarak görülürken; diğer taraftan da, büyük üniversiteler bölünmeye ve yeni üniversiteler açılmaya devam edildi. Bu faaliyetleri motive eden üç temel neden vardı: 1- AVM ve TOKİ… motivasyonunda olduğu gibi inşaat rantı. 2- Seçmenlere/şehire öğrenci/müşteri temini. 3- Partililere kadro ve istihdam sağlamak. Kalıbımı basarım ki, bu sürece “ilm”in “İ”si ve “Bilim” in “B”si de hakkıyla eşlik etmemiştir. İlahiyat fakültelerinin sayısının –İmam Hatip liseleri ile birlikte- artırılmasındaki temel motivasyonu, muhafazakâr “seçmen”lerin sayısını artırmaktır. Doğal olarak sayı çoğaltılırken (Enflasyon), kalite de, gerilemeye başlamıştır. İstanbul’da çok katlı oto-parktan bozma, otoban üzerinde… özel-vakıf üniversiteleri açıldı. Buralar, birer “ticarethane” mantığı ile işletilmektedir.

Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde bir fakülteye araştırma görevlisi alımı ile ilgili bir olay anlatılmaktadır. Sınavlarda en yüksek puanı aldığı halde; aday, mülakatta elenmektedir. Bir arkadaşı ona Üniversitede “Nurcu” bir fraksiyon olan “Kırkıncı Hoca”nın egemen olduğunu; eğer görev almak istiyorsa, onlarla irtibata geçmesi gerektiğini tavsiye ediyor. Delikanlı da, bu tavsiyeye uyarak sonunda mülakatta kazanıyor. Sonra da şu cümleyi sarf ediyor: “Şimdiye kadar, “birinci” oluyordum; fakat kazanamıyordum; ne zamanki “Kırkıncı” oldum, kazandım.” Bu cümle, her şeyi özetliyor. Oysa Akademi, bilimsel merak ve liyakat üzerine kurulması gereken bir kurumdur; ahbap-çavuş ilişkisi üzerine değil. “Biz, sayıyı artırdık; siz de kaliteyi artırın” demek, ironiktir; zira çok para basarak (enflasyon), paranın değeri korunamaz.

FETÖ ile işbirliği yaptıkları dönemde Türkiye’ nin başarılı kurumlarından biri olan ÖSYM’ nin ne hale geldiğini hepimiz biliyoruz. YÖK’ü kaldırmayı vadeden Ak Partinin, iktidar olduktan sonra bundan vazgeçmesi, ibretamizdir. Rektör seçimlerinin fakültelerden alınıp, Cumhurbaşkanlığının yetkisinde genellikle belli-başlı Tarikat ve Cemaatlere verilmesi, üniversiteye hangi gözle bakıldığının bir işaretidir. Oysa demokratik bir hukuk devletinde Üniversite, Din ve Hukuk kurumları, siyasal erke değil; sadece devlete bağlıdır. Buraları vicdanı hür, irfanı hür, liyakatli ve öz(ü)-gür insanlar deruhte edebilir. İkiye bölünen bir Üniversiteye bir mistiğin adının verilmesi (Hacı Bayram Veli) örneği, bilime mistik gözle bakıldığının kanıtıdır.

Bu dönemde meslek eğitimi, büyük ölçüde ıskalanarak, üniversite eğitiminin pompalanması, sonuç olarak işsizliğin ertelenmesi ve ciddi düzeyde –sektörüne göre- istihdam açığı ve fazlası sorununu doğurmuştur. Uzun süre atanmayı bekleyip; sonra da yurt dışına gitmeyi veya intiharı tercih eden gençlerimizin sayısı, herkesçe malumdur.

Sayı artınca, içerik de kaybolunca, bari para kazanalım diye, yurt dışından (ağırlıklı olarak Afrika) öğrenci alımına başlandı. Son Karabük Üniversitesindeki skandal olaydan sonra, bu öğrenci alımlarının hangi kriterlere göre belirlendiği hakkında ortalıkta ciddi dedikodular dolaşmaktadır.

Üniversitelerin kalitesini ölçen Uluslararası “QS” indeksinde Türk üniversitelerinin derecelerinin/sıralamasının sürekli düşüşte olduğu bilinmektedir. 2024 ölçümlerinde ilk 500 üniversiteye Türkiye’den sadece üç; ilk 1000 üniversite arasına da sadece 10 üniversite girebilmiştir. (https://universityguru.com.te).

SONUÇ

Kavram ve kurum yaratamayan toplumlar, ödünç aldıkları kavram ve kurumların içeriğini boşaltarak kendilerine benzetirler. Birbirine “İcat çıkarma!” direktifi veren; “Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovan”; düşünmeye “kara” çalan (“kara kara düşünme!”) bir toplumuz. Eski âlimler: “İlim, iğne ile kuyu kazmaya benzer; sen ona kendini tümü ile vermedikçe; o, sana hiçbir şey vermez” derlerdi. Klasik dönemimizdeki “İlmî” ve modern Batıdaki “Bilimsel” keşif ve teknolojik icatların tarihi, bunu doğruluyor. “Hayrete düşme” olmadan teemmüli düşünme; “Merak etme” olmadan da bilimsel keşif ve icat çıkarılmaz. Biyolojik değil; kültürel genetiğimizde uzun süreden beri ne “Hayret”, ne de “Merak” yeterli olmayınca; “Üniversite” olayı, ülkemizde böyle oynanıyor.

Temsil-ticaret veya Diyanet-tarikat

Evrensel hak dininin özü vicdani duyarlılık (merhamet-adalet) ve Tanrı ile canlı-doğru bir iman ilişkisidir. Yani hasbi ve muhasibi olmaktır. Peygamberler, bu özü tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin ölümünden sonra kutsal kitapta söylenenleri halka açıklamak ve anlatmak için bir “Âlimler” grubu (3/7, 4/162, 26/197, 35/28); bir de mabette (Havra-Kilise) ibadetleri yönetmek için “Din-adamları (Haham-Rahip)” grubu ortaya çıkmıştır. Müminler, politik olarak örgütlenince (Devlet), dini de kurumsal olarak örgütleyip bir din bürokrasisi yaratmışlardır. Bundan sonra din, asli işlevini yerine getirmenin yanında: 1- Politik iradeyi meşrulaştırma; 2- Din adamlarının sömürü aracına dönüşmüştür. Erich Fromm, bu durumu şöyle tasvir eder: “Bütün büyük dinler, bir “din bürokrasisi”nce yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir. Dinde örgütlenme ve bu örgütlenmeyi “temsil” eden insanlar (din adamları), bir ölçüde, ailenin, kabilenin ve devletin yerini alırlar. İnsanı özgür bırakmak yerine; tutsak ederler. Artık “Tanrı”ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden topluluğa tapınılmaktadır. Bütün dinlerde bu yaşanmıştır.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. S. 82) Resmen (Vahiy yolu ile) görevlendirilmesinin dışında bir insanın, “Tanrı” adına konuşması veya dinsel-ahlaki “Hakikat”i kesin olarak bildiğini iddia etmesi, din açısından dehşetengiz bir şeydir: “Cahil, cesur olur.”

Yahudilikte ortaya çıkan bu durumu, Hz. İsa, Matta İncil’inin 23. Babında 12 paragraflık uzun bir konuşmasında şiddetle eleştirmiştir. Örneğin, birinde şöyle diyor: “Vay halinize ey din adamları (Ferisiler)! İkiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun “öşür”ünü verirsiniz de, Kutsal yasanın daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Oysa öşürü vermeyi ihmal etmeden, asıl bunları yerine getirmeli idiniz. Ey kör kılavuzlar! Sivrisineğin yağını süzer (Ritüel-şekilcilik-İG); Deveyi hamutu ile yutarsınız. Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz; ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıklarla doludur. Sen önce, bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar”… (Matta. 23. Bab. Ayet: 23-24)

Kur’an da mü’minleri bu konuda uyararak şöyle der: “Ey iman edenler, Haham ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını, haksız yere yiyip, onları, Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp, Allah yolunda harcamayanlar var ya; onlara çetin bir azabı müjdele: Bu altın ve gümüş, cehennemde kızdırılıp onların alınlarına, böğürlerine ve sırtlarına yapıştırılacak ve onlara: “İşte kendiniz için topladığınız hazineler” denecek.” (9/34-35).

Müslüman filozof el-Kindi, dini “temsil” iddiasında bulunup onun ticaretini yapan “din adamları” hakkında şöyle diyor: “ Layık olmadıkları halde hakkı “temsil” iddiasında olsalar da, bunların kıt zekâları, hakikatin ruhunu kavramaktan acizdir. Bilgileri ise, derin düşünce sahiplerini takdir etme; faydası herkese ve onlara da olacak olan, içtihat yapma düzeyinde değildir. Bunların hayvani nefislerinde yer eden haset kiri ve düşünce ufuklarını kaplayan karanlık, hakikatin nurunu görmeyi engellemiştir. Saldırgan ve zalim/zorba durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için, elde edemedikleri ve uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları, riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundurlar. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı ise, artık kendinde değildir. Kim, din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onu “küfür” sayanın, dinle bir ilişkisi kalmaması gerekir.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. İst. 2015. s. 151)

Kur’an, vahiy/peygamberlik tarihinde iki büyük devrim yapmıştır: 1- Tabiat kanunlarının yırtılması (harku’l-adet) anlamında “Mucize”yi kaldırıp; onun yerine, bizzat tabiat kanunlarının kendisini mucize olarak ileri sürmek (Ayât). 2- Dindarlık için din adamını ve mabedi “zorunlu” olmaktan çıkarmak: “Yeryüzü mescittir” ve “İslam’da rahbaniyyet (Rahiplik) yoktur.”

Dini örgütlenmelerin ve “Din adamı” sınıfının, din sömürüsü, “Temsil” iddiasından kaynaklanmaktadır. Örgüt veya kişi, kendini ya “Tanrı”nın veya “Hakikat”in temsilcisi olarak görmektedir. Tanrı “Ğayb”; ahlaki hakikat de, yüzeyde değil; derin/dip “fıtrat”ta olunca; “temsil”, fani varlık olan insan için imkânsızdır. Tanrı veya hakikat, sadece bireysel veya intersubjektif bir arayış çabasından (içtihat-cihat) bahsedilebilir. “Kur’an (ahlaki sorumluluk), şayet bir dağa yüklenseydi, Allah/sorumluluk korkusundan paramparça olurdu” (59/21) ifadesi, bunun delilidir.

İslam toplumlarında örgütsel din bürokrasisi, Şiilikte “İmamet/Ayetullah/Mehdilik”; Sünnilikte ise, “Hilafet” ve “Tarikat” kurumlarında ortaya çıkmıştır. Sünnîlikte “Ulema” grubu, örgütsüz olarak, dini hakikatleri, -“temsil” iddiasında bulunmadan- sivil olarak “içtihat” ve “fetva”ları ile ortaya koymaya (Tebliğ) çalışmışlardır. Ulemanın son cümlesi, daima: “Allahu a’lem bi muradihi/Allahu a’lem bissevap= En doğrusunu, Allah bilir.” olmuştur. Eskiden “Medrese”lerde olan bu sorumluluk, bugün “İlahiyat” Fakültelerine intikal etmiştir.

TARİKAT VE DİYANET

Osmanlı imparatorluğunda örgütsel dini bürokrasi, “Şeyhülislamlık” ve “Tarikat”larda ortaya çıkmıştır. Padişahlar, “Şeyhülislamlık” aracılığı ile dini, kendi iktidarlarını meşrulaştırmaya çalışmışlar; Tarikatlar ise, dini hamiyet yanında, bu yapıyı devletten “vakıf” maskesi ile mal-mülk-araziler elde ederek nemalanma ve onun iktidarına ortak olma “aparatı” olarak kullanmışlardır. Tarikatlardaki bürokratlar, -sürüsüne bereket- veli, şeyh, mürşit, gavs, kutup, ricalulgayb, seyyid, şerif, abdal, baba, dede, efendi… olarak isimlendirilir.

Cumhuriyet döneminde Şeyhu’l-İslamlık”, “Hilafet” ve “Tarikat” örgütleri, ilga edildi. Bunların yerine “Diyanet” teşkilatı kuruldu. Bu bürokratik yapı, dini “temsil” kurumu olarak değil; “İbadet Hizmetleri”ni deruhte etmek ve sivil-politik, örgütlü temsil iddialarını “kontrol” etmek için kuruldu. Buradaki bürokratlar (memurlar) Başkan, müftü, vaiz, imam ve müezzindir.

İki binli yıllardan sonra, bu örgütlü yapıya politik iktidarlar, kendini muhafazakâr halk yığınları nezdinde meşrulaştırmak için –kisve giydirerek- bir “Temsil” yetkisi vermeye çalıştı. Temsil iddiasında bulunan “Başkan”ın sarığı, pratikte siyasal iktidarın eteklerine değiyor. Oysa “Âlim”in başı, göğe değer. Din adamlarına muhalif olarak, hiçbir peygamberin özel bir “kisve”si olmamıştır. Bir topluluk içinde oturan peygamberi tanımayan sahabenin sorusunda olduğu gibi: “Hanginiz Muhammed?”

Diyanet, kurmuş olduğu “Vakıf” aracılığı ile ticaret yapmaya başladı. Böylece, özü fedakârlık ve uğrundalığa dayanan din-vakıf, “Diyanet” te ağırlıklı olarak iş bulma/istihdam edilme, ticaret ve siyasal iktidara destek aracına dönüştü. Kamudan kendine ayrılan bütçe karşılığında, bu örgütsel yapının, “hizmet” olarak topluma ne verdiğini, ciddi bir şekilde muhasebe etmesi lazımdır. Alimallah, yoksa -Allah’ın yukarda tehdit ettiği gibi-, karınlarına ateş doldurmuş olurlar. Örneğin: “İsraf “hakkında hutbeler okutan Diyanet İşleri Başkanının, yerli arabamız “Togg”un açılışında dua okuyup; -bugünkü ekonomik koşullarda ve kamuda “tasarruf”tan bahsedildiği bir dönemde- makam aracı olarak 15 milyonluk “Audi”ye binmesi, ibretamizdir.

Cumhuriyetin erken döneminde dini hamiyet için kurulmuş “Cemaat”ler ve 1950’den sonra tekrar zuhur eden “Tarikat” lar da, artık, dini hamiyetten ziyade; temsil aracılığı ile ticaret ve siyaset yapıyorlar. Bir toplumda vicdan dumura uğrayınca, iman da, canlı-dinamik bir “ilişki “olmaktan çıkıp; cepte ölü itikat/inanç (Amentü) haline gelmiş ise;-ibadetler ile dini ifa edip-; ötesinde, yapılacaklar da bundan ibarettir.

SONUÇ

Toplum olarak vicdan diriltmeye ve iman tazelemeye ihtiyacımız var. Diğer türlü, sofuluk-dindarlık adı altında –şu anda olduğu gibi- şeytanın maskarası olmaktan kurtulamayız. “Kötülüğünün farkında olanın imanı, bizi aşar; arşa değer.” (Cüneyt-Kızıl Goncalar). “Kökü sallanan ağacın, dalı iflah olmaz. (Sâdi Efendi- Kızıl Goncalar), “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” (Z. Gökalp)

“Tanrı Öldü”, Allah Ne Yapıyor?

Tanrı’nın Ölümü

Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözüne, onun ateist kininin bir ifadesi olduğu sanılarak, “Nietzsche öldü”. Tanrı” naziresi ile karşı çıkılmaya çalışılır. Oysa Heidegger’in ifade ettiği gibi bu yargı: “Batı tarihinin, iki bin yıldır süregelen yazgısını ifade eder… Nihilizm, Nietzsche’nin bildiği, geçen (19’uncu) yüzyılda egemen olan, şimdiki (20’nci) yüzyılı da belirleyen, tarihsel bir (düşünce) akımının adlarından biridir. Nietzsche, bu akımın yorumunu, kısa bir cümlede özetledi: “Tanrı öldü.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü, Çev: Levent Özşar, Bursa, 2001, s 14.) Batı tarihinde Kilise’nin açtığı parantezde işledikleri cinayetlere bir isyan olarak, yine Batı insanının istiğna ve istikbârının bir sonucu olarak Tanrı’nın öldürülmesi; ruhun, vicdanın, kalbin, dinin, merhametin ve adaletin ölümüdür. Ölen “Tanrı”nın Kilise’nin yarattığı Tanrı imgesi olduğunda kuşku yoktur.

Nietzsche, Şen Bilim adlı kitabının “Kaçık Adam” adlı bölümünde bu olayı şöyle tasvir eder: “Kaçık adam, onların (pazar yerinde toplananlar) arasına dalıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’ diye sorar, ‘şunu da söyleyeceğim, onu, biz öldürdük; sizlerle ben! Hepimiz, onun katiliyiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün ufku silmemiz için, bize bu süngeri kim verdi? Güneşin zincirlerinden koparırken ne yaptık biz yeryüzüne (dünyaya). Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz, nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli boş yere, geriye, öne, yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? Üst-alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu ensemizde hissetmiyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık ve gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerler yakmamız gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka bir ses duymuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duymuyor muyuz? Tanrı, çok çürüdü. Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan, en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı. Bizden bu kanı kim temizleyecek? Hangi suyla temizleyeceğiz kendimizi? Nasıl bir kefaret töreni düzenlesek? Hangi kutsal oyunu (dansı) oynasak? Bu eylemin çapı bizim için fazla büyük değil mi? Bu eylemi, biz gerçekleştirdiğimiz için; bizim, Tanrı olmamız gerekmiyor mu? Tarihte bundan büyük bir eylem/olay olmadı… Bu tekinsiz olagelme daha yolda. Yolculuğunu sürdürüyor. Bu haber, henüz insanların kulağına ulaşmadı. Şimşek ve gök gürültüsü de gerçekleştikten sonra görülür-duyulur…’” (Heidegger, a.g.e., 16-17.)

Batı’nın Aydınlanma, Rönesans, Reform, Endüstri Devrimi, Fransız İhtilali ile girdiği bu süreç, insanlığa fatura olarak dünyanın büyük bölümünün kolonileştirilmesi/Emperyalizm, İki dünya savaşı, Faşizm, Komünizm ve Kapitalizm ve (en son “Gazze” dâhil) katliamlar olarak ödetildi.

Allah Ne Yapıyor?

Kur’an’ın “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” kavramları ile tasvir ettiği “Allah” imgesi, İslam düşünce tarihinde başlıca dört farklı şekilde ortaya konmuştur: Mu’tezile-Matüridi, Eş’ari, Felsefi ve Tasavvufi. Bu imgelerin ontolojik- ahlaki içerikleri özetle şöyledir:

a) Mu’tezili-Matüridi Tasavvur: Mu’tezile, Allah tasavvurunu “Adalet”; Matüridilik, “Hikmet” kavramları ile kristalleştirmiştir. Her ikisi de Kur’an’a uygundur. İnsana irade özgürlüğü verilmiştir ve Allah, insanlarla canlı ve ahlaki ilişki halindedir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Ahlaki iyi ve kötüyü (Husn-Kubuh) insan aklı bilebilir. Peygamber gelmese de, insan yaptıklarından sorumludur. Peygamberlik, Allah’ın rahmeti ve lütfudur. Her iki ekol de mevcut ortamda yaygın olan dogmatizm, taklit, kör inanç/batıl itikat tehlikelerine karşı “İman” mevzusunda akla ve bilgiye aşırı vurgu yapmaları, imanın içerdiği duygusal değerlilik yaşantıları olan haşyet, huşu, saygı, korku, sevgi, umut, takva, kaygı ve güven unsurlarını zayıflatmış ve onu salt bir inanca (tasdik) indirgemiştir.

b) Eş’ari Tasavvur: Allah Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak ve Âlim-i mutlaktır. “Hikmetinden sual olunmaz”dır: “Kadercilik”. Bu ekol, müşriklere yapılan “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler” (6/91, 22/74, 39/67) ve Yahudilere yapılan: “Eğer inanıyorsanız, imanınınız size ne kötü şeyi emrediyor” (2/93) ithamlarını hak eder. İnsanın yaptığı ahlaki kötülükleri “Kadercilik” ihtimamı, sözde saygısı ile Allah’a yüklemeleri ile de: “Allah’a iftira edenlerden daha zalim kim olabilir?” (61/7, 29/68) tekdirine muhatap olurlar.

c) Felsefi Tasavvur: Başta Farabi-İbni Sina ve İbni Rüşt olmak üzere, “Meşşai” İslam filozofları Platon ve Aristo’dan etkilenerek Allah’ı “Zorunlu Varlık (Vacibu’l-Vücut)” kavramı ile “Onto-Teoloji” olarak tasavvur ettiler: Platon’un en mükemmel “İde”si ve Aristo’nun “Cevher” (İlk Neden) kavramlarının yansıması. Varlığın kendisinden zorunlu olarak “Sudur (Taşma)” ettiği; “yoktan yaratma”nın mantıken imkânsız olduğu “mükemmel-mutlak” varlık. İslam filozofları, Derrida’nın “Huzur Metafiziği” dediği, -Tanrı dâhil- her şeyi huzura getirme, el-altına alma; Levinas’ın, “bambaşka (Münezzeh)” olandan dehşete düşerek, her şeyi, aynileştirme, ontolojileştirme (Ontolojik Emperyalizm) çabası içinde olan Yunan Felsefesi tarafından ayartılmışlardır. Pascal’ın dediği gibi: “İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı, Yakub’un Tanrısı… filozofların ve teologların Tanrısı değildir.” (Martin Buber. Tanrı Tutulması, Çev: A. Tüzer, Ank., 2009, s 85.)

d) Tasavvufi Tasavvur: Felsefi temeli “İşrak Felsefesi”inde olduğu gibi (Nuru’l-Envar=Nurların Nuru), “Varlığın Birliği”ne (Vadet-i Vücut) dayanan ve Hint, Çin, İran ve Yeni Plantonculukta kristalleşen bu tasavvur, ne kadar İslamileştirilse de, buraların kirini, mayasını, pasını, kokusunu, bulaşığını taşır. Bu tasavvurların ahlaki bir karakteri, kişiliği (Huve), kimliği, benliği, kendiliği, zatiyyeti olan “Allah” ile bir ilişkisi yoktur. Kur’an’da yoğunlukla Ahiret’e ertelenmiş Merhamet (Rahîm-Afuvv, Ğafur) sıfatının, Dünyaya-insanlığa taşınarak iman-küfür, adalet-zulüm, hak-batıl, tayyip-habis… ahlaki ikilemlerini eriten/yutan, “merhametinden maraz doğan” ve “Gel, gel; yine de gel; Müşrik olsan da gel; Mecusi olsan da gel; tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel, ne olursan ol, yine de gel” (Mevlana) diyen Tanrı tasavvurunun, kâfir ve zalimlere karşı Adil, Kahhar, Cabbar, Zu-İntikam… olan Kur’an’ın Allah’ı ile de bir ilişkisi yoktur.

Müslümanların Bugünkü “İlişki” Durumu

Yukardaki tasavvurlardan tarihsel olarak en etkin olan Eş’ariliğinki idi. İslam dünyasında bugün bu tasavvurların bir karışımı hâlâ salt “Tasavvur” olarak duruyor; “Hayy-Kayyum” Diri-İş başında olarak değil. Mu’tezili ve Matüridi tasavvur -ülkemizde olduğu gibi- birçok yerde Eş’ari tasavvurun yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Benim görebildiğim kadarı ile temel sorun, ta baştan beri -Kelam âlimlerinin uğraştığı- Kur’an’a uygun doğru bir tasavvur oluşturmaktan daha önemlisi, Allah-İnsan “İlişki”si sorunudur. “İman” doğru anlaşılmadığı için, “İtikat/Tasdik/İnanç” Mürcie tarafından, -Hariciliğin ve Mu’tezilenin, ameli, imana katan iman tanımlarına tepki olarak- geçerli-doğru iman kabul edildi ve “Müslüman/Mümin” kimlik için yeterli görüldü. Bu görüş de zamanla “Ehl-i Sünnet” oldu. Oysa iman -amel, imanın “parçası” olmasa da-; salt bir zihin fiili (marifetullah, bilgi, tasdik, inanç, itikat) değil; bir kalp fiilidir. Yani haşyet, huşu, şükran, saygı, korku, sevgi, güven, umut, takva, kaygı ilişkisidir. Artar, eksilir, tavan yapar, yok olur. İnanç/itikat (akide-amentü) hafızada/cepte durur; ancak amel/ahlak yaratmaz. Oysa iman, amel-ahlak doğurur: “Küpün içinde ne varsa; dışına o sızar”, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”.  Şu ayetler, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin, Allah’ı anmaktan dolayı kalplerinin saygı ile ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Zira onlar, kendilerine kitap verildikten sonra uzun zaman geçince, kalpleri katılaştı ve çoğu da günahkâr/fasık kimselerdir” (57/16). “Bedeviler: ‘iman ettik’ dediler; de ki: İman etmediniz; ‘Tasdik ettik/teslim olduk/boyun eğdik’ deyin. İman, henüz kalplerinize girmedi… İman edenler ancak, … imanlarından şüpheye düşmeyen ve malları ile canları ile Allah yolunda cihat edenlerdir.” (49/14-15). Aradan 1.400 sene geçtiği için, bugünün Müslümanları da, o günün Müşrikleri, Yahudileri ve Hristiyanları gibi değil mi?

Sonuç

Vahiy, Allah’ın insan vicdanına seslendiği; insanın dinlemesi ve düşünmesi gereken en doğru sözdür. Bugün “Müslüman” olduğunu söyleyenlerin ilk yapması gereken şey, bu söze itibar ederek, ihtimam göstererek vicdanlarını diriltmek, inançlarını/tasavvurlarını ‘tashih’ etmek ve iman etmektir. İman, tasavvuru tashih edilmiş bir “Allah” tasavvuru ile “Ezeli Misak”ı (7/172) yenilemektir. Gerisi (ahlak) kendiliğinden gelir.

Genelde insanlık, özelde ise İslam toplumları, büyük ölçüde imanı kaybetmiştir. İnsanlık bir “Akıl Tutulması” (Max Horkheimer) ve bir “Tanrı Tutulması” (Martin Buber) ile karşı karşıyadır: “Bu mecazla (Tanrı Tutulması) biz şu müthiş varsayımı ortaya koyuyoruz: Nasıl cismani gözümüzle Güneş’e bakıyorsak, “Ruh/Kalp Gözü”müzle de Tanrı’ya bakabiliriz; nasıl (Güneş tutulmasında) yeryüzü ile Güneş’in arasına tutulma esnasında bir şey (Ay) giriyorsa; kendi varlığımızla Tanrı’nın arasına bir şey (insanın istiğnası-İG) girmektedir. Tanrı ışığının tutulması, asla bir sönüş değildir. Yarın dahi araya giren şey (eğer istenirse-İG) ortadan kalkabilir.” (M.Buber, Tanrı Tutulması, s.153.)