Dinin değer yitimi: Çölleşme

Dindarlık bir duyarlılık halidir; Allah ile ilişkide, ahiretle veya insanlarla olan ilişkilerde duyarlı olmak, farkında olmak. Kur’an, bu hali takva diye tanımlıyor. Yaşamı, hayatı yaşarken aynı zamanda Allah’la birlikte yaşamak. Yani Allah’ı hesaba katmak, O’nu unutmamak. Kur’an’da zikredildiği gibi Allah’ı sıkça hatırlama hali; işte dindarlığın özü budur aslında. Dinlerin doğduğu tarihlere baktığımız zaman- ki en geç gelen din de bundan 1400 sene önce gelen İslamiyet’tir- hepsi tarım toplumlarında doğmuştur. Yani insanlar doğanın içindeyken, O’nun nimetlerinin içindeyken doğdu bütün dinler. Genelde insanlar tanrıya muhtaç olarak hissediyordu kendilerini. Yani Tanrı’ya muhtaç olduklarını hissetmeleri ile dindarlık arasında veya insanların tanrıya borçluluk hissetmeleri ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıkıyor. İster ilahi dinler olsun ister insani dinler olsun, şu soru önemlidir: Neden yeryüzündeki tüm tarım toplumları dindarlardır? Sanayi devrimine kadar yeryüzü tümüyle dindardı. Endüstri devrimi, aydınlanma ve bilimlerin giderek kesinleşmesi ve artması ile birlikte dinin değer kaybına uğradığını görüyoruz. En genel anlamda, Avrupa’daki adlandırılmasıyla söylüyorum: Bir “ruhtan zekaya geçiş” durumu, sekülerleşme ve modernite; bütün bu süreçler Avrupa’da başladı. İşte bunlar aynı zamanda dinin değer yitimi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla tanrının unutulması veya tanrının yerine insanın ön plana çıkması, yani tanrı ve öte dünya inançlarının giderek zayıflaması ve insanın yeryüzüne saplanması, yeryüzüne kapaklanması, yeryüzüne hapsolması gibi bir durum var özetle. Metafizikten kopuş, tanrıdan kopuş, ahiretten kopuş. Diğer tarafta ise aydınlanmayla birlikte insanın değer kazanması, hümanizm, insana vurgu ve dünyaya vurgu giderek artıyor. “Sekülerleşme = dünyevileşme” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu süreci dile getiren farklı filozofların kullandıkları çok çarpıcı kavramlar da mevcut. Bunlardan bazılarına bakalım:

Nietzsche: “Tanrının ölümü”

“Tanrı öldü, tanrı çürüdü” sözü, Nietzsche’nin bir ateist olarak tanrıya karşı kinini ifade eden bir cümle değildir. Bu ifade esasında Avrupa’daki dönüşümü tasvir etmekte; bir tespittir yani.

Martin Buber: “Tanrı tutulması” Tanrının kaybolması.

T.S.Eliot: “Çoraklaşma”

Max Weber: “Kutsal kubbenin çöküşü”

Karl Marx: “Katı olanın/ kutsal olanın buharlaşması”

Hölderlin: “Tanrıların göçüp gitmesi”

İnsanlık tarihi süreç içerisinde sürekli tanrı ve/veya tanrı imgesi yaratıyordu. Fakat son süreçte (aydınlanma, Rönesans, reform, sanayileşme) tanrılar göçüp gitti ve artık insanlık tanrı imgesi yaratamıyor diyor özetle.

Nietzsche: “Çölleşme”

Tanrının kaybını, “tanrının ölmesi” olarak ifade ettiği tabiri, başka bir metafor ile dile getiriyor. “Böyle buyurdu Zerdüşt”, çok çarpıcı bir ifadedir. Devamında: “Çöl büyüyor, vay haline çölü görmezden gelenlerin” diyor.

Heidegger, Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünün ne anlama geldiğini bir yazısında ele aldı. Orada çölleşme metaforunu da izah ediyor. Çok enteresan bir şey söylüyor, diyor ki: “Çölleşme, maddi anlamda yeryüzünün çölleşmesi gibi değildir. Çünkü o tehlike iklim değişikliği ile veya sulama ile telafi edilebilecek bir olgudur. Fakat zihnin veya düşüncenin çölleşmesi anlamındaki bu tanrı kaybının tekrar geri getirilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır; çok daha derin ve tehlikeli bir metafordur Nietzsche’nin “çöl büyüyor” ifadesi.”

Ana hatlarıyla kavramsallaştırmalar bu şekilde.

İçinde bulunduğumuz ve aşağı yukarı birbirine paralel süreçler olan bilim, teknoloji ve ekonomi çağlarının gelişimi ile birlikte, insanlık başka bir moda geçti. Artık dinlerin ocağı söndü; zemin gitti. Bu saatten sonra insanların din ve iman yaratması biraz zor gibi. Şu anda ortalıkta bazı ocaklar tütüyor, büsbütün söndü demek doğru olmaz. Fakat bu çölleşme bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. İslam toprakları da dahil, tekin yerler değil, bir vaha değil yani. “Biz burada tohumlarımızı ekeriz, dini tekrar yeşertiriz” olmuyor; olay o kadar kolay değil maalesef. Bütün bu metaforlar gezegenin toplamı için söylenmiş laflardır. İster bilim olarak ele alalım ister teknoloji, isterse ekonomi veya kapitalizm; artık dünyada bu gerçeklerden müstağni kalmış olan coğrafya yok denecek kadar azdır. İşte böyle bir vaziyet ile karşı karşıyayız.

Şimdi Hadid Suresi (57), 16. ayete bakalım. Bana göre bu ayet antropolojik olarak insanlığın durumunu ifade ediyor. Müminlere yani Müslümanlara hitap ediliyor. Müminlerin Allah’a karşı saygı duymalarının ve O’ndan inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesinin zamanı/vakti gelmedi mi diye soruyor Allah. Dikkat ederseniz hitap Müminlere. Yani o dönemin müminlerine hitap ederek diyor ki, Allaha karşı huşu duyma ve O’ndan inen hakikate karşı saygılı olma zamanı gelmedi mi? Sonraki cümle daha da önemli: “Onlar kendilerinden önce kendilerine kitap verenler gibi olmasınlar.” Yani Yahudiler ve Hristiyanları kastediyor. Ne demek peki onlar gibi olmasınlar? “Onların üzerinden uzun zaman geçti”. Yani kurucu tecrübeden, peygamberlerinden sonra aradan uzun zaman geçti, “kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimseler oldu” diyor. Müminlere hitap ederek kitap ehlini kastediyor. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmesin diye uyarıyor. Yani bir insanda gerçekleşebilecek bir durumu ifade ediyor aslında; zaman geçtikçe insanların kalpleri katılaşıyor ve çoğu da yoldan çıkıyor. Şimdi bize uygulayalım:

Aradan 1400 sene geçti. Şu anda bizim durumumuz ile ehli kitabın durumu arasında bir fark yok benim gördüğüm kadarıyla. Yani Allah’ın bu uyarısı müminler için de gerçek oldu. Aradan uzun zaman geçince insanların kalpleri katılaşıyor. Şimdi o ayetin devamında, ilginç bir uyarı daha var, 16. ayet ile bağlantılı kanımca, “Allah, öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltiyor” diyor. Bunları birbiriyle bağlantılı olarak düşünürsek tekrar ümitvar olabiliriz aslında. Demek ki çölleşme olsa bile, insanlar istedikleri takdirde tekrar vaha ortaya çıkabilir. Bunu da bir lütuf olarak değerlendirebiliriz. İnsanlık istediği, tanrıya dönmeye kara verdiği takdirde, tanrı da elini uzatarak insanları bu durumdan bir kez daha kurtarabilir. Bunu hesaba katmamız gerekiyor.

Bugünkü durum aşağı yukarı ortada. İslam dünyasına baktığımız zaman, dürüst olmak gerekirse, sahici anlamda çok fazla iman aktivitesi göremiyorum. Değişik yerlerde var ama böyle düzgün bir iman ve sağlam bir vicdan göremiyoruz. Bu Hristiyanlar için de, Yahudiler için de böyle. Bunu söylerken çok abartarak, yeryüzünde Hristiyan kalmadı, Yahudi kalmadı, Müslüman kalmadı demiyorum ama hepsinin de durumu ortada; hepsinin durumu biraz zayıf. Vicdanlar dumura uğramış durumda. İmanlarına gelince, onlarda da her üç din için geçerli olan ciddi sorunlar var.

Doğru imanın ortadan kalkması

Peygamberlerin hepsi aynı şeye çağırmış olmalarına rağmen bugünün gerçeğinde üç farklı din görüyoruz. Halbuki Allah’ın dini bir tanedir; yani peygamberlerin hepsi aynı dini vazettiler. Ama bugün Yahudilerin itikadı farklı, Hristiyanlarınki farklı, Müslümanlarınki farklı. Hadi biz son din olmamızdan ötürü en sahih olanın bizimki olduğunu kabul ediyoruz doğal olarak ama diğer din müntesiplerini ikna edebiliyor muyuz? Herkes kendinin son olduğunu, herkes kendinin en doğru olduğunu söylüyor. Oturup da sağduyuya dayalı bir şekilde konuşamıyoruz maalesef. Oysa Tanrı eğer peygamberlerin hepsini aynı gaye için gönderdiyse, o zaman bir ortak paydada buluşabilmemiz lazım gelmez miydi? “Aramızda ortak bir kelimeye varalım”; Kur’an’ın daçağrısı bu değil miydi (3:64)? Bunu ne Hristiyanlar kabul etmişti ne de Yahudiler. Bugün de başaramıyoruz bunu. Birinci handikap bu. Bu dinlerin mümessilleri bir araya gelip de “biz aslında aynı diniz, fakat işte tarihi süreç içinde bir takım yorum sorunları ortaya çıktı. Gelin bir ortak paydada buluşalım da hiç olmazsa ateistliğe karşı, dinsizliğe karşı, duyarsızlığa karşı bir ortak cephe oluşturalım” diyemiyor maalesef. Demem o ki birinci sorunumuz istikamet sorunu. İnanacağız da neye inanacağız? Sahih itikat, doğru iman nedir, hangisidir? Allah Yahudileri eleştirirken onlara “eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” demişti (2:93). Bu Hristiyanlar için de geçerli. Çuvaldızı kendimize batıralım: Şu anda Sünniler ve Şiiler bir özeleştiri yapıp da “hakikaten Allah’ın Kur’an’da bizden istediği yol üzere miyiz, doğru istikamet üzere miyiz?” diye şüphe edip kendi itikatlarını en azından bir araya getirme gayretine giriyorlar mı? Şiilik ve Sünnilik arasında bir yakınlaşma olsun diye Takrib cemiyeti kurulmuştu bu yüzyılın başında. Epey de gayretli oldu. Ama maalesef şu ana kadar Şiilik ve Sünnilik arasında, dogmalaşmış, katılaşmış, fosilleşmiş olan itikatları sökerek, bunları bir özeleştiriye tabi tutarak, Kur’anı hakem kılıp bir ortak itikat üzerinde mutabık kalınamadı. Sahih bir itikat oluşturma problemi ister geniş anlamda Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık.

Ayet bağlamına geri dönecek olursak, zaman geçince imanın ortadan kaybolması ve ölü itikada dönüşmesi söz konu. Yani iman zail oluyor, iman gidiyor, iman yok oluyor. Sadece itikat sahipliği kalıyor. Bugününün İslam dünyasına bakacak olursak da çoğunluğun itikat sahibi olduğunu görüyoruz; iman sahibi insanı ise maalesef aynı oranda göremiyoruz. Çünkü imanın olabilmesi için insanların Tanrı ile olan ilişkilerini sürekli canlı tutmaları gerekiyor. İman artan ve eksilen bir şeydir. Yani bir insan imansız olabilir; imanı sıfıra da iner. Ama imanı arta da bilir. Barometre gibi düşünün; 37’ye çıkar, 40’a çıkar veya 0’a da düşebilir. İman canlıdır. Duygusal derinlik yaşantılarıdır iman. Allaha karşı huşu duyma, kaygı duyma, korku duyma, güven duyma, vs. Allah’a âşık olmayı bunlardan beri tutuyorum şahsen; o tanrının insanlardan istediği bir şey değil. Fakat insanların Allah’a hürmet duymaları duygusal değerin bir yansımasıdır. Demem o ki şu anda dindarlarda bu duygusal yaşantı durumları gerçekleşmiyor. Öyle olunca herkes itikat sahibi oluyor; canlı iman olmayınca da amel ortaya çıkmıyor. Seküler yaşam için geçerli olmasa da dinsel ahlakta, iman ile ahlak arasında canlı bir ilişki vardır. İman ahlakı ortaya koyar; iman amel doğurur. Canlı iman olmayınca sahih amel de olmuyor. İnsanların kodladıkları bazı davranışları var, ibadetler, helaller, haramlar; onları yerine getirerek dindarlıklarını tamamladıklarını sanıyorlar. Oysa akşama kadar, gün boyu ve her ilişkide canlı bir dindarlık gerekmektedir. Tarihin büyük bir bölümüne baktığımızda genelde ilmihal Müslümanlığı ile karşılaşırız. İlmihal Müslümanlığı kitaptan çıkarılan birkaç tane ibadet, birkaç tane de helal haram ile tamamlanmış olur; bunları yerine getirdiğimiz zaman kendimizi müminlerden sayıyoruz.

Bir de düşünme daha doğrusu düşünmeme sorunumuz var. Dindarlığın gerçekleşebilmesi için bugün ne yapmalı? Bu çağda imanı tekrardan oluşturabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Yani benim Kur’an’dan görebildiğim kadarıyla, önce düşünmenin başlaması lazım.

Düşünmeyi öğrenmek lazım

Dikkat edersiniz, Kur’an insanları sürekli düşünmeye çağırıyor. Bu, sıradan bir insan için mümkün müdür peki? Evet, mümkündür. Bence bunun en güzel örneği Sokrates’tir. Kimdir Sokrates? Bir filozof değil, bir sokak insanıdır. Esnaftır. Ama düşünmeyi öğrenmiştir. Sürekli soru soruyor ve cevap üretiyor. Sofistler gibi profesyonel değil, tüccar değil, filozof değil. Bilgisini satma peşinde de değil. Sıradan, sokaktan geçen bir adam. Düşünen bir insan. Tanrının istediği de işte tam olarak böyle bir tip olsa gerek: Duyarlı, düşünen bir insan. Yani sokak insanını düşünür hale getirmek. Düşünür derken bilim adamı filozof falan değil; ahlaki anlamda düşünür. Yaşam üzerine düşünen insan. Dini düşünmenin iki kolu vardır:

1) Allah’ı düşünme yetisi: Allah’ın var olduğunu, nimetlerini, insana verdiği nimetleri düşünerek takdir etmek, O’na iman etmek.

2) İnsanlarla olan ilişkilerde düşünme yetisi: “Ben bu eylemi yaparsam, bunun sonucunda ne çıkar?” Her bir insan teki Allah’ın verdiği kabiliyeti kullanarak bu düşünmeyi başarabilir. Düşünmeyi öğrenemediğimiz sürece dine dönebileceğimizi zannetmiyorum. Burada da düşünme derken yine meslek eğitimini, filozof olmayı, bilim adamı olmayı kastetmiyorum. Hayır; her bir bireyin başarabileceği, uhdesinde var olan, muktedir olduğu ve Allah’ın kendisine yaratılışta vermiş olduğu düşünme kapasitesini kullanabilmesinden bahsediyorum. Tanrıyla olan ilişkisini canlı tutma, insanlarla olan ilişkisini istikamet üzere tutma; yani yaptığı eylemin doğurduğu sonuçları hesaba katma becerisi. Yaptığım eylemin sonucu ne olur, maslahat mı çıkar, mazarrat mı çıkar? Zulüm mü çıkar, adalet mi çıkar? Denenme kapasitesini Allah insana vermişse, o halde her bir insan tekinin akil bağlı olduktan sonra, düşünür olma ve davranışlarını buna göre biçimlendirme mecburiyeti ve sorumluluğu vardır.

Ata baba dinini Allah reddeder

Eğer biz yeniden iman etmek istiyorsak, imanı edinmek istiyorsak, bu bir çaba gerektirir. Dolaysıyla taklit yoluyla atalardan, toplumlardan alınan inanç Kur’an’a göre meşru değildir, olamaz. Bu gayet açık ve nettir. Atalardan, babalardan geçmişten, gelenekten; miras yolu ile alınan itikat ve inançlar Kur’an’a göre zerre değeri olmayan inanç şekilleridir. Bir körün bir rehber ile olan ilişkisine benzer. Rehber eğer iyi niyetliyse, doğru yoldaysa seni bir yere götürür, yok iyi niyetli değilse, gider seni uçurumdan aşağı atar. Dolayısıyla körü körüne taklit etmek bir mazeret değildir. Bu sebeple de her bir insan tekinin kendi imanını kendi düşünerek edinmesi gerekiyor. Bu imanı edinemediğimiz müddetçe, dinin tekrar geri gelebileceğini düşünemiyorum.

Vicdan Kapasitemiz

Allah’ın insanı denemek için verdiği diğer özellikler de özgür irade ve vicdan kapasitesidir. Her bir insan tekine verilmiş olan bu özelliklerin aktif olması gerekiyor. Vicdanın sürekli işler halde olması gerekiyor ki din tekrar geri gelebilsin. Mesela, şu anda hemen hemen hepimizde olan vicdanın önünde birkaç temel engel sayalım: Gelenek, alışkanlık, tarikat, cemaat, mezhep, partizanlık, aşiret, kabile, kavim, hemşerilik; bunların hepsi, dikkat ederseniz, insanların günlük yaşamlarında eylemlerini ortaya koyarken onları çepeçevre kuşatan şeylerdir. Bizler eylemlerimizi büyük ölçüde bunlara göre şekillendiriyoruz. Bunlara göre yapınca da vicdan ortaya çıkamıyor. Hal böyle olunca da norm yaratamıyoruz, uzlaşamıyoruz. Buralardan çıkamadığımız sürece de diri bir vicdan elde edemeyiz.

Doğaya Dönüş

Bir başka husus da doğa; tabiata dönmediğimiz sürece dindarlık bana pek mümkün görünmüyor. Almanya’yı ben biraz istisna tutuyorum, burası tabiatın içerisinde. Ama diğer ülkelerin çoğunda şehirlere hapsolmuş durumdayız. Teknoloji bizi bir ipek böceği kozası misali, çepeçevre kuşatmış. Teknolojinin yaratmış olduğu bu örümcek ağından biraz uzaklaşıp da doğaya dönemediğimiz müddetçe dinin ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Esasında doğa kelimesi de seküler bir kavram; burada benim maksadım tanrının yaratmış olduğu tüm ayetler, tüm nimetlerin, rızıkların ve emanetin oluşturduğu çevre; işte onların içine dönemediğimiz müddetçe, kendi elimizle yaratmış olduğumuz bu ipek böceği kozalarının içinde, acizane, dinin var olacağına asla ihtimal vermiyorum. Çünkü bizim yarattığımız bu dünyanın kendisine göre bir psikolojisi, bir ruh hali var; buralardan asla din çıkmaz.

İnsana Dokunmak

Narsizm, çağımızın en önemli hastalıklarından biri; kendi kendine yeterlilik hali tabiri caizse. Aklımızın giderek daha fazla ermesinin yanı sıra teknolojinin ve ekonominin yarattığı imkanlar bütünleşerek bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme bir yanı ile iyi, bir yanı ile ise kötü bir şeydir. Doğu toplumları aşırı derecede birbirine kenetlenmiş durumda, kimse başını kaldıramıyor. Batıda ise aydınlanma, Rönesans, reform, özgürlükler falan derken herkes birer kum tanesine dönmüş vaziyette. Kimse kimseye dokunamıyor. Herkes bir tanrı; herkes kendi burnunun doğrultusunda gidiyor. Bu da doğru değil, bu da insanlık değil. En iyisi kirpi mesafesi; ne dikenlerimiz birbirine batacak kadar yakın duralım ne de nefesimiz birbirimizi ısıtmayacak kadar uzak. Bu denge önemli. Doğru olan mütevazi bir şekilde insanların birbiriyle ilişki kurmalarıdır; bu olmadığı müddetçe dinin mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Dinin oluşabilmesi için dostluğun ve sohbetin var olması gerekiyor. Zaten Müslümanlık da kardeşliktir biliyorsunuz; bir yakınlık olması lazım. Bir öteki olması lazım, ötekini hesaba katabiliyor olmak lazım; kendimizi kurarken, ötekiyle birlikte kurmamız lazım. Bu olmadığı zaman Kuran’da istifçilik diye geçen, cimrilik tarzında bir psikoloji insana egemen oluyor.

İstifçilik yani tekasür, taaddüt, çoğaltma, biriktirme, arttırma…

İnsan bir kere kapıldığı zaman bu psikolojiye, din iman hak getire. Ancak ötekine yönelerek, öteki ile dostluk ilişkisi kurarak ve vererek yani infak, paylaşma, ötekini buyur etme; insan olmanın ve dahi mümin olmanın en temel iki şartı kanımca: Misafirperverlik ve paylaşmak. Ötekini kabul edebilmek, ötekine açık olabilmek, evinin kapısını ötekine açık tutabilmek, ötekinin derdi ile ilgilenebiliyor olmak, sadece kendine kapanık olmamak… Fakat bugün, bütün Avrupa’ya, bütün dünyaya egemen olan insan tipi Spinoza’nın “Conatus Essendi” dediği, yani kendi kendini zincirleme, kendi kendini kapatma tarzıdır. Buradan kurtulmak lazım. Buradan çıkamadığımız müddetçe, bu narsisizmden, bu istifçi karakterden kurtulamadığımız müddetçe, asla dine dönemeyiz. Ne din ne de Tanrı tekrar geri gelmez.

Açıkçası, tanrıların göçüp gitmesi veya tanrı tutulması kavramları bana çok yabancı gelmiyor. Yani bunu Kur’an’da da rahatça görebiliyoruz. Bir ayet var, diyor ki, “onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”(59:19). Yani biz tanrıyı unuttuktan sonra, tanrı da kendini bizim gözümüze sokmuyor. Tanrı kendini geri çekiyor. (17:8) “نْدُع مُْتْدُع نِْاَو“ ”ۢ – bu ayet çok temel bir kuraldır. “Siz dönerseniz biz de döneriz. Siz beni unutursanız, ben sizinle hiç ilgilenmem. Hiç de size muhtaç değilim. Beni unuttunuz, bana kulluk etmiyorsunuz, kafirsiniz; tamam, canınız cehenneme.” Diyor.

Tanrı kendisini gözümüze sokmaz

Bu tamamen bize bağlı, ilk adımı sen atacaksın. Çünkü borçlu olan sensin. Sen tanrıya yönelmedikçe, O’nu aramadıkça, çağırmadıkça, O’na saygı duymadıkça, tanrı sana kendini göstermez. Dolayısıyla “tanrı tutulması” ve “tanrının göçüp gitmesi” günümüzü de çok güzel ifade eden betimlemelerdir. Tanrının geri gelebilmesi için de yukarıda saydığımız maddelerin insanlar tarafından dikkate alınması ve başlatılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece, çölleşmenin giderek artacağını düşünüyorum. İnsanlık ve gezegen toptan gidip bir yere çarpabilir, kendimizi kendi ellerimize bir uçurumdan aşağı atabiliriz. Din veya tanrı kendini geri getirmeyecek; buna insanlık karar verecek. Yunus kavmi ile ilgili Kur’an’da bir ayet var: Allah en son Yunus kavmini helak etmeye karar vermişti hani. Bunun üzerine Yunus kavmi tehlikeye doğru giderken, helakın emarelerini görüp tekrar iman etmişti, Allah da “biz de onlardan helakı kaldırdık” demişti. Kur’an, sadece Yunus kavminin bunu böyle yaptığını belirtiyor. Şimdi bunu biraz önceki ayetle birlikte tekrar düşünürsek: İnsanlık eğer kendisi, kendi iradesiyle karar verip de tekrar geri dönerse, tanrı da insanların elinden tutar ve yardım eder. Böylelikle tekrar kurtuluşa erebiliriz. Ama insanlık buna prim vermeyip de kendi burnunun dikine gitmeye devam ederse, acizane, tanrının buna müdahale edeceğine veya yardım edeceğine inanmıyorum…Vesselam.

*Prof. Dr. İlhami Güler’in 2022 yılında Berlin Türk Eğitim Derneğin’de vermiş olduğu Ehlikitap konulu konferans kaydının Sn. Rüştü KAM tarafından yazıya getirilmesiyle hazırlanmıştır.

 

 

 

 

 

Muhafazakârlığın Müslümanlığa Ettikleri

Müslümanlık

Müslümanlık, Kur’an’da özü itibari ile daima hasbî ve muhasibi/münekkit (eleştirel-critical) bir halet-i ruhiyedir. Kur’anî bir kavram olan “Takva”, müminin/Müslümanın sürekli teyakkuzda, tetikte olma, dikkatli olma, kül yutmama, uyanık olma, kendini kandırmama, mukallit olmama; müçtehit ve mücahit olmasıdır. Vicdan kapasitesinin (lübb, fuad, basiret) düşünür olma (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, taabbur, nazar, rey…) halidir. Ahlak alanında cehalet, oralı olmama, sorumsuzluk, nadanlık, mazeret değil; suçtur. İçgüdülere uyma (heva), haddi aşma ve tuğyan, zulüm ve hayvanlıktır. Tekebbür-istiğna, kendini beğenme, şeytanlıktır, küfürdür. Müslümanlık, Kur’an’da yüzlerce kez tekrar edildiği gibi “İman ve salih amel” ve amelin, imandan kopmamasıdır.

Taklit, yani içinde doğulan toplumun, tarihin, geleneğin değerlerine körü körüne, sorgulamadan, seçmeden, itiraz etmeden, olduğu gibi uymak, meşru değildir. Kur’an, 23 sene boyunca böylesine katı muhafazakâr-mukallit bir (Hamiyyetu’l-cahiliyye) tutum ile mücadele ederek Müslümanlığı oluşturmuştur. Müslüman âlimlerin bir kısmı, bu gerçeği görüp taklidi “haram” olarak gördükleri halde; çoğunluğu, yeni dönemde kendilerinin mutlak hakikati yorum yolu ile (mezhep) ortaya koydukları zannı ile avama/halka taklidi meşru görmüşlerdir: “Avamın dini, mezhebidir.” Sünnîlik, Şiîlik ve Haricîlik, böylece Müslüman ahalinin “din”i olmuştur. Yani Cahiliye döneminin taklit ve katı muhafazakârlığına kısa sürede yeni bir teolojik ajanda ile geri dönülmüştür. Tıp biliminde olduğu gibi, dinde de “Ulema” grubunun oluşması meşru olsa da; “Koruyucu Hekimlik” ve “Halk Sağlığı” kavramlarında olduğu gibi, asıl olan, herkesin sağlığını koruyup hasta olmaması ve hasta olduğunda da uzman bir hekime başvurma itiyadının herkese kazandırılması ve herkesin, kendini ilgilendiren dini-ahlaki konuları düşünmesi ve bilmesidir. Hz. Muhammed’in söylediği gibi, nihayetinde “Fetva”yı kalbinden/kendinden/vicdanından almasıdır. Öncelikle Kur’an da, aynı şeyi teyit eder:  “Hakkında bilgin olmayan şeylerin peşine körü körüne takılma; kalp, göz ve kulak, bundan Ahirette sorguya çekilecektir.” (17/36). “Onlar, sözü dinler, en güzeline uyarlar.” (39/18). Ahirette cehennemlikler şöyle derler: “Şayet akletseydik veya dinleseydik; burada olmayacaktık.” (67/10)…

Muhafazakârlık

a) Politik İçerik: Muhafazakârlık, İngilizce kavramsallaştırılması ile “conservatism”; Fransız Devrimi ve Aydınlanmanın dini değerleri kökten reddetmesine aksülamel olarak, İngiltere’de ortaya çıkmış politik-kültürel bir ideolojidir. Dini değerleri modernitenin değerleri ile sentezlemeyi ve yenilemeyi ifade eder. Kendini sürekli yenilemenin (tecdit-update) ve eleştirellik, kapsayıcılık ve ahlaki mükemmelleşme anlamında “Modernleşme”nin (Tecdit/Yenilenme) mutlak iyiliğine karşı, yine de kültürel-politik tıkanma/donma sonrası için doğru bir tutumdur: Yaratıcı-Organik yenilenme teşebbüsü.

b) Psikolojik Halet-i Ruhiye: Muhafazakârlık, aynı zamanda bir yaşlılık psikolojisidir. Metabolizma yaşlanınca, değişim, dinamizm, yenilenme, cesaret ve risk alma kapasiteleri zayıflar. Katı-Muhafazakârlık, tutuculuk, taassup/cimrilik karakteridir; istifçilik (çöp ev) karakteridir. Bilinçli ısrardan ziyade, kör inattır: “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma.” Muhafazakârlık bir yenilik alerjisi veya gerçeklik ve olgusallığın dinamizminden kopuş; nostalji, hayal, romantizm ve şizofreni barındırır.

c) Teolojik İçerik: Geleneksel toplumlarda değişim yavaş olduğu için taklit, yani kalabalığa/topluma uymak esastır, güvenlidir, risksizdir. “Taklit ile tok olan, hakikatte açtır.” Tanrı’nın mutlaklığı, dokunduğu insani siferi de –insanların zannınca- kendine benzetir/mutlaklaştırır. Mezhepler böyle oluşur. Bireyler, bireysel sorumluluk üstlenerek, düşünerek, vicdanlarını diri tutarak şuurlu bir şekilde ahlaki eylem tercihinde bulunmaktansa; yerleşik kanaatleri/inançları sürdürmeyi kolayca ve konformist olarak tercih ederler: “İtikat-İbadet-İlmihal Dindarlığı”. Diğer taraftan, kurnaz dindarlar, yükte hafif olan itikat ve ibadetleri, “dindarlık”ın tamamı olarak kodlayıp; pahada ağır olan iman ve ahlakı ıskalar: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” (Spinoza).

“Temsil” iddiasındaki kurumsal din bürokrasisinin (din adamları, kilise, tarikat, cemaat, parti, vakıf, dernek…) oluşturduğu “muhafazakârlık” ile sıradan/saf dindarın, avamın, halkın muhafazakârlığı da aynı değildir. Sahici dindarlık, hasbîlik ve muhasibilik iken; muhafazakârlık, ciddi düzeyde hesabîliktir. Müslümanlık amatör ruhu iken; muhafazakârlık, profesyonelliktir. Müslümanlık, çiçek çiçek gezerek bal yapmak iken; muhafazakârlık, hazır şeker yiyerek bal yapmaktır. Muhafazakârlık, “Ne şiş yansın ne de kebap” ve gelin kızın: “Hem giderim hem ağlarım” psikolojisidir. Kur’an’ın deyimi ile: “… ne bunlara ne şunlara bağlananlardır.” (4/143). Tüccarlıktır, kurnazlıktır, din istismarcılığıdır. Muhafazakârlıkta dinsel dil, “…sürekli bir üstünü kapatma aracı olarak işler… Dinsel girişim, ekonomik boyutlu bir girişimdir; ancak, bu niteliğini itiraf etmez; ekonomik boyutunun bir tür sürekli yadsınması dahilinde çalışır.” (P. Bourdieu, Pratik Nedenler. Çev. Hülya Tufan. İst. 1995. s. 202, 206.) Dinin simgesel, sembolik, kutsal kapitalleri/kavramları kullanılarak politik güç, meşruiyet, ekonomik güç, mal, para, rant, itibar, çıkar elde edilir. Kur’an: “İnsan, menfaate aşırı (şedit) düşkündür.” (100/8) der. Marx’ın da toprağı bol olsun; çoğunlukla haklı çıkıyor. Din/İslam, iman ve salih amel-ihsan (adalet-merhamet) ile bu menfaatin “Ahiret”e tecil edilmesidir.

Türkiye Muhafazakârlığı ve Müslümanlık

Batı’ya komşu/sınır olan Osmanlı’nın, katı-muhafazakâr, skolastik, taklitçi/dogmatik, geleneksel ısrarı, Batı’nın meydan okuması, yani Endüstri Devrimi, Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi karşısında sendeleyerek çökmesine sebep oldu. Osmanlı’nın, “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” süreçlerinde kendini yenileme/modernleşme çabaları, hayatiyetini sürdürmek için yetmedi. Aydınlar ve askeri-sivil bürokrasi de kendine yabancılaşarak Batı’yı da hakkıyla tanımayan, Batı hayranı, İranlı düşünür S.A. Ferdid’in deyimi ile “Garpzede”, mutasyona uğramış, ne öteki/ne kendi olabilen bir grup, “Devrim” yaparak yeni bir seküler “Ulus Devlet” ve “Çağdaş-Laik” bir toplum oluşturmaya çalıştı. Oysa Batı, kendi yenilenmesini, uzun süre içinde eleştiri-düşünce ile “Kanon”lar oluşturarak, -sunî değil- daha sağlıklı ve organik olarak yapmıştı.

Bu kültür ve politika devrimi karşısında taklitçi-dindar halk yığınları da kendi içine kapanarak, bir içerleme-uçuklama psikolojisi ile bu duruma direndi. 1950’lerden itibaren yönetici/siyasi-bürokratik ekip içinden “Sağcı-Amerikancı” muhafazakâr bir mutasyon daha yaşandı. Askeri bürokrasinin ve CHP’nin kültürel-politik hegemonyası ile mukallit-mütedeyyin halk kesimi arasında arabuluculuk yaptı. 1970’lerden itibaren bu Sağcı-Amerikancı muhafazakârlık içinden merhum N. Erbakan’ın öncülüğünde “Millî Görüş” adı altında “İslamcı (Mücahit)” bir kırılma oluştu. Şairler (N. Fazıl, S. Karakoç, İ. Özel…) ve Şeyhler-Tarikat-Cemaatler, bu oluşuma destek verdi. 2000’li yılların başına gelinceye kadar bu süreçte “Hasbilik” ile “Hesâbilik”in (Köylü-Esnaf kurnazlığı) iç içe olduğunu söylemek mümkündür.

2000’li yılların başından itibaren merkez sağın ahlaki-politik olarak çökmesinden sonra, “İslamcı Millî Görüş”ün içinden “Gömlek değiştirerek” ve kendini “Muhafazakâr” olarak kodlayan “Kazan-Kazan” mantığı ile -sanayi ve teknolojik üretimde tarihsel olarak behresi olmadığı için- daha ziyade “Müteahhit” meşrep (İnşaat-Eser Siyaseti/Rant içgüdüsü) politik bir mutasyon daha yaşandı (AK Parti). Bu mutasyon, aynı zamanda, askeri vesayet döneminde uzun süre “Mürteci-Şeriatçı-Mutaassıp- Örümcek Kafalı” olarak aşağılanan ve ekonomik olarak periferide (yoksul/yoksun) kalmışlar, rövanş almak için bilge bir “Devlet Adamı” arayacak halleri/mecalleri olmadığı için; “Deli Yürek/Çatal Yürekli/Kasımpaşalı-Delikanlı” bir kahraman arıyorlardı; sonunda buldular da (R. T. Erdoğan). Aynı genetiği haiz ikinci-benzer bir mutasyon da, 1980’lerden itibaren “Nurculuk” Cemaatinin içinden F. Gülen’in öncülüğünde “The Cemaat/Hizmet Hareketi” olarak oluştu. Bu iki muhafazakâr mutasyon, işbirliği yaparak “Takiyye” ve “Kumpas”larla (Paralel Yapı) “Askeri Vesayet”e son verdi. Daha sonra da, -Sahabe dönemindeki iç savaş/“Büyük Fitne”de olduğu gibi-teolojileri aynı olmasına rağmen, kendi içlerinde politik ihtilaftan/ihtirastan dolayı çatışmaya girdiler (15 Temmuz). Cemaat, koşulsuz olarak Amerikancıydı; AK parti ise, -haklı gerekçelerle- Amerika’dan, AB’den giderek koparak bağımsızlaşmaya ve Rusya’ya doğru dönmüştü. Siyasi iktidar, Cemaati tasfiye etti (FETÖ). Bu olaydan sonra, işbirliğinin komplo (darbe teşebbüsü) ile bitmesi sonucu; demokrasi, salt seçim/oy sandığına indirgenerek; Parlamento/Meclis, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti… kavram ve kurumları es geçilerek; “Başkanlık” adı altında ve “istikrar” uğruna, “Hilafet-Saltanat (II. Abdulhamit)” hafızasına ve Atatürk dönemi “Tek Adamlık (Lider)” rejimine tekrar geri dönüldü. Partide, devlette, bürokraside lidere “sadakat” ilke haline getirilerek, “Bölgecilik-Karadeniz” hegemonyası perçinlendi: “Bize her yer Trabzon”. Ülkede bir sürü eğitimli/meslek/ehliyet sahibi genç insan işsiz-güçsüz gezerken; halk deyimi ile: “Karadeniz’de eşeklere bile iş bulundu (Bölgecilik, Akrabacılık, Partizanlık)”. Muhafazakârlık markası altında etnik olarak Türk ve Kürtlere de bazı “Taşeronluk”lar verildi. Lidere sadık olanlar kaldı; diğerleri tasfiye edildi.

Milliyetçiliğin (MHP), mukaddesatçılıktan -erken dönemde- Muhsin Yazıcıoğlu ve -son dönemde- Sinan Ateş tasfiyeleri; merkezlilikten de “İYİ Parti” kopuşu ile yer yer mafyalaşmaya doğru olan mutasyonu (S. Peker, A. Çakıcı), sonunda “Cumhur İttifakı” adı altında Karadeniz hegemonyasına “Yerlilik-Millilik” tekeli altında eklemlendi. AK Parti, “Rabia” işareti ile dış politikada çıkmış olduğu “Ümmetçilik (Yeni Osmanlı, Stratejik Derinlik, Komşularla Sıfır Sorun)” idealinden, reelpolitikanın pis/acı gerçekleri ile karşılaşması sonucu, tekrar “Rabia”nın mutasyonu (Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Devlet) ile muhafazakâr-milliyetçiliğe geri döndü. Bu arada Türkî Cumhuriyetlerle ilişkiler geliştirildi. Balkanlardaki Osmanlı bakiyesi topluluklar ile sıcak ilişkiler kuruldu. Afrika açılımını da kaydetmek gerekir.

Sonuç

20 senelik muhafazakâr iktidar döneminde başta altyapı (ulaşım, iletişim, enerji) olmak üzere sağlık ve silah teknolojisi ve son dönemlerde üretim alanlarında -yatırım öncelikleri ve ekonomi bilimi açısından doğru veya yanlış- gelişmeler sağlandı. Eğitim, üniversite, kültür, hukuk, mimari, sanat ve din alanlarında ise ciddi tavsamalar, gerilemeler oldu. Sözde ve görünürlükte (Kisve-Cami) din artarken; içerik/mahiyet epeyce boşaltıldı. Hâsılı muhafazakârlık -İngiliz tarzı- kendi geçmişi ve Batı Modernitesi üzerine ciddi bir eleştiri yapıp, düşünceye dayanan bir iman ve vicdan yenilemesi (tecdit-update) gerçekleştirip; özgün bir kültür/kimlik/kişilik/karakter oluşturamadığı için, anakronik taassup/taklit tezahürleri (Tarikat-Cemaat) veya mutasyona uğramış bir kişilik ile ağırlıklı olarak itibar ve kazanç kapısına dönüştü. Muhafazakârların kendi yorumu ile: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar”. İşini/görevini/mesleğini, ibadet saiki ve ahlaki sorumluluk ile yerine getiren dürüst dindarları tenzih ederim.

Ruhsuz Dünya veya Vicdanın Çürümesi

“Su dayandı, su dayandı
Od (ateş) düştü, suda yandı Seğirttim (koştum) su serpmeye
Serptiğim su da andı.”

Kerkük Türküsü

RUHUN MONOTEİST MAHİYETİ

Ruh, insanı hayvandan ayıran vicdani/ahlaki kapasitedir. Tanrılık bir niteliktir. Allah tarafından insana üflenmiştir. Canlılık yani hayatiyet/hayvanlık, biyolojik varlıkların ortak niteliğidir. Seslenme-iletişim (dil) de, canlıların ortak niteliğidir. Av bulma ve av olmama anlamında “akıllılık” da canlıların ortak niteliğidir. Ruh’u asıl kabul edip bedeni-biyolojiyi, hayatı-hayatiyeti-hayvanlığı küçümseme, Mistik öğretilerin temel davasıdır. Züht, riyazet, çile çekmek, Mistisizmin ahlak davasıdır. Ruhu inkâr edip maddeyi-fiziği, biyolojiyi-bedeni, hayatiyeti-hayvanlığı, güç istencini, hazzı-zevki, hoşlanmayı-mutluluğu dava yapmak da, seküler materyalist felsefelerin, öğretilerin, doktrinlerin işidir.

Peygamberlik öğretisi (Nuh-İbrahim…), ruh-beden, maddi-manevi, dünya-ahiret, ilahi-insani, halik-mahlûk, zahir-batın, şehadet-ğayb birlikteliğini savunan bir sağduyu-orta yol ahlak-toplum davasıdır. “Mübarek” kavramı, “Sa’y” fiili, “İman ve Salih amel”, Doğu ve Batı’nın Materyalist-Mistik ifrat ve tefritlerine karşılık bu birlikteliği ifade eder. Ruh veya Vicdan duyu (göz-kulak) verileri, düşünme (mantık/nedensellik), ahlaki duygulanım ve sezgi kabiliyetlerinin birliği/bütünlüğü olarak tezahür eder. Tıpkı bal, süt, su ve inci tanesinde olduğu gibi. Ruh/Vicdan, süper-egonun (toplum) bireydeki izdüşümü/yansıması değil; hasbî ve muhasibî olma hali yani sürekli teyakkuzda olma, tetikte olma olarak “Takva”dır. Uykusuz olma, kül yutmama, mutmain/huzurlu olmaktansa; mustarip ve huzursuz olma halet-i ruhiyesidir. Peygamberin bile saçlarını beyazlatan, onu ihtiyarlatan vicdanını diri tutma buyruğudur: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112).

Yahudilik, bu davayı “dünyevileşme” ve “ırkçılık(seçilmişlik-siyonizm)” yönünde tahrif etmiştir. Hırıstıyanlık -ki aslında bu tahrifata bir “Ruh” üfleme(Ruhu’l-Kuds) davasıydı-, uzak doğunun Mistik-Zahit öğretisine bulanarak bir “Rahbaniyet/Ruhbanlık (Kilise)” davası olarak kristalleşti: “Hz. İsa’ya tabi olanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Kendilerinin (işgüzarlık olsun diye) uydurdukları “Rahbaniyet”e gelince; biz, bunu onlara emretmemiştik.” (57/27). Müslümanlık, peygamberlik öğretisinin son reform/tecdit ve update davası olarak tecelli etmişti

BATI’NIN RUH’A İHANETİ

Kadim dönemde Metafizik (felsefe), modern dönemde Kartezyen ikicilik (Ruh-Beden) ve Fenomenoloji, Derrida’nın deyimi ile “Huzur Metafiziği”, Levinas’ın deyimi ile “Ontolojik Emperyalizm”, Heidegger’in deyimi ile “Ruhtan zekâya geçiş”, Nietzsche’nin deyimi ile “Tanrı’nın ölümü”, Hölderlin’in deyimi ile “Tanrıların göçüp gitmesi”, M. Buber’in deyimi ile “Tanrı Tutulması”, Hegel’in Tin-Tanrı-Madde (Geist)Tümcülüğü ve Spinozanın tek cevherci panteizmlerinden geçerek sonunda “Bilim-Teknoloji” şeklinde tecessüm etti. Hümanizm (İnsan Hakları), “İnsan İnsanın kurdudur” deyimi, Ulus-Devlet/Milliyetçilik, Faşizm, Kapitalizm ve iki “Dünya Savaşı”, bu dönüşümün politik ve iktisadi görünümleridir. Marksizm/Sosyalizm-Komünizm/Eleştirel akılcılık, bu ontolojik emperyalizme karşı Ortodox Rus Mesihçiliğine (SSCB) ve Çin Budizmine yedirilmiş materyalist ve umutsuz bir direnişti; başarılı olamadı. Çünkü temel öncülleri/nihaî mukaddemleri, aynı genetiğe ait idi: Sorokin’in isimlendirmesi ile “Duyumcul Kültür” veya W. Schubart’ın isimlendirmesi ile “Promethausçu-Kahraman İnsan”.

UZAK DOĞUNUN HAVLU ATMASI

Hinduizm, Hegel’in deyimi ile “Yüce/kutsal ve iğrencin sentezi” olarak, -İngilizlerin ayartması ile- kendini kolayca bu ruhsuzluğa teslim etti. Budizm-Taoizm-Konfüçyanizm (Japonya-Çin), Mimemis (taklit) ve Mao kanalı ile kendini inkâr ederek (Kültür Devrimi), bu astarı ontolojik, yüzü de politik-iktisadi emperyalizme teslim oldu ve Batı ile (Avrupa-ABD) yarışmaya-boy ölçüşmeye başladı. Rusya da, Mesihçi Ortodox ruhunu terk edip, iki yüz yıldır Batılılaşma macerası yaşamaktadır; onun tarafından kabullenilmese de.

TEOLOJİNİN-TARİHİN İSLAM’A ETTİKLERİ

Müslümanlık, Önce Arapların hamiyeti (Emevi-Abbasi), sonra Türklerin himayesinde (Selçuklu-Babür-Timur-Osmanlı) Sünnilik teolojisi ile kendini bir nebze gösterdi. Ancak, bu teolojinin bazı dogmatik çıkmazları/omurga yamukluğu ve Arapların şiddete teşne tabiatları, çapulculukları ve kabilecilikleri yüzünden; Türklerin ise, göçebe-asker tabiatlarından dolayı (Fütuhat-Ganimet Ekonomisi) insanlığa hayırhah bir örneklik sergileyememeleri yüzünden, Dünyanın Batılılaştırılmasına ve Amerikanlaşmasına engel olamadı. Şiilik, Pers Mecusiliği, Hint/Arî panteizmi, Yeni Platonculuk sentezi” İşrakilik/Nur ontolojisi” ve “İmamet” mitolojisi ile “İslam” ile ilişkisi ciddi olarak tartışılması-sorgulanması gereken bir mevzudur. Bir bedevi-Arap psikolojisi ve dindarlık hamiyeti olarak “Haricilik” ise, kendini günümüzde teknolojik “Gestell=Tecno-city”lerde psiko-patolojik terör/ölüm (İŞİD-el-Kaide…) olarak aktüelleştiriyor.

Geçerken Sünniliğin Kur’an-Peygamber (Sünnet) yani “İslam” adına işlediği bazı teolojik-dogmatik “Asli Günah” lara değinmem gerekirse: 1- Bir “Vicdan Çalışması” olan Kur’an’ın yirmi küsur sene boyunca her vesile ile ve –sokak insanı için- yoğun düşünme (tefekkür-taakkul-tezekkür-teemmül-tafakkuh-taabbur-nazar-rey…) talepleri ile diriltmeye çalıştığı ruhu/vicdanı/kalbi (fuad-lübb)/basireti kaynakları (Kur’an-Sünnet) dondurarak-mutlaklaştırarak, müminleri taklide sevk ederek dumura uğrattı (İlmihal/itikad-ibadet müslümanlığı). 2- Denenmenin temeli olan özgür iradeyi inkâr ederek (Kader-Cebir) müminleri köleleştirdi/kötürümleştirdi, felç etti. 3- Kur’an’ın politik ilkeler olan emanet, ehliyet/liyakat, şura, adalet ilkelerini tağşiş ederek, kişi kültünü/saltanatı ve teokrasiyi (zıllullah) meşrulaştırıp yöneticileri çoban; halkı da sürüleştirdi. 4- Mistisizmi meşrulaştırarak (Tasavvuf) Kiliseye benzer “Din Bürokrasisi” oluşturup (Şeyh, Veli, Gavs, Kutup, Ricalu’l-Ğayb…) hür cami cemaati olan müminleri, -ğassalın elindeki ölü gibi- müritleştirdi. 5- Kurucuları dahi “tüccar” olan; ahlakı, veresiye (Ahiret) ticaret üzerine kurulmuş; ticaret, tarım-hayvancılığı, üretimi, alın terini, ekonominin meşru temeli yapan bir dini “Fütuhat”, “Cihat”, “Daru’l-Harp” kavramları altında “Ganimet Ekonomisi”ne dönüştüren Antropolojik (Arap-Türk) bir içgüdü/habitus. Özel mülkiyet, ticaret ve üretim (tarım-hayvancılık) üzerine kurulmuş bir dini, Allah-Halife-Sultan-Devlet dolayımları ile gasp ettiği ganimeti “Orta-malı”, “Miri malı”, “Allahlık”, “Arpalık”… yapıp; herkesin/kamunun olması gereken malı, “hiç kimsenin” malı yapıp; sonra da har vurup harman savurma: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Lafa gelince: “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” edebiyatı yapıp, mangalda kül bırakmazken; pratiğe gelince, Kamu malından siyasi ve bürokratik ekibin, nüfuz üzerinden yapmış olduğu kamu malı hırsızlığını “Hırsızlık” ve “Suç” olarak kodlayamama; “Hukuk” a dönüştürememe ve halkın da, bunu, “norm-al” görme ikiyüzlülüğü: “Bal tutan, parmağını yalar.” “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.” “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” “Kazı-Kazan (Kumar).” “Nerde beleş, orda yerleş.” “Sallabaşını, al maaşını.” “Gecekondu (Gasp)”. “Emsal (Rant)”…

Başlıkta alıntıladığım Kerkük türküsünde geçen “dayanma” ve “yanma” metaforları, vicdanın kararmasını, dumura uğramasını, çürümesini ifade eder. Vicdanın çürümesi, Ruh’un ölmesi veya Şeytan’a (kibir-gurur-aldatma-ayartma) satılmasıdır. Halk arasında bu durum: “Tuzun kokması” veya “Sözün bitmesi” olarak ifade edilir. Birkaç şekilde tezahür eder: 1- Kendini Kandırma. Kendini kandırmanın kendi içinde iki çeşidi vardır: a) Arzu ve içgüdülerine uyma (Heva): “ Hevasını ilah edineni gördün mü?” (45/23). b) İçinde yaşadığı toplumu/geleneği (süper-ego) nihâi hakem yapma şeklinde gerçekleşir (“El-âlem, ne der?” veya “Herkes, öyle/böyle diyor”): “Çirkin bir iş işlediklerinde, “Biz, atalarımızı bunun üzerinde bulduk; Allah da bize bunu emretti” derler.” (7/28). 2-Kesin-kör inançlılık/taklit ve dogmatizm-cehalet olarak somutlaşır. 3-Sözün, eylemden/amelden/fiilden kopuşu/ikiyüzlülük, gevezelik, dırdır: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri, niçin söylersiniz?” (61/2). 4- Yalan söyleme. 5- Başkalarını ve söylenenleri dinlememe: “Sen, (vicdanı) ölülere dinletemezsin.” (30/52). “Sen, kabirlerdeki (vicdansız) ölülere sesini/sözünü duyuramazsın.” (35/22). “Kâfirler, Ahirette derler ki: “Şayet düşünseydik veya dinleseydik, şu alevli ateştekilerden olmazdık” (67/10). 6- Hayâsızlık, fahşâ, şerefsizlik-onursuzluk. Ar/hayâ, İslam’da kişinin, başta Allah’a, kendine ve kamuya karşı –ahlaki bağlamda- saygısızlık yapmaması anlamında imandan kaynaklanır.

RUHU VİCDANI DİRİLTMENİN İMKANI

Din-İman, ruh-vicdan üzerine kurulur. Kur’an’ın dediği gibi ancak vicdanı (lübb/fuad/basiret/ruh) olanlar düşünüp ibret alıp iman edebilir (2/269, 3/7, 13/19…). “Kur’an’ı, vicdanı diri olanları uyarman için indirdik.”(36/70). Ruh-Vicdan ise, güneş sistemi, eko sistem ve insan mükemmelliği üzerine hayretten doğan bir ahlaki düşünme ile oluşur. Nebi Nuh ve İbrahim’in kurucu önderliğini yaptığı Tek Tanrıcılık dininin ahlak davasının temeli olan Ruh-Vicdan da, tabiatta, toprakta, yerde, yuvada, yurtta, sılada, memlekette, meskende, mahalde/mahallede, evde-ailede oluşur. Bugün Modern Teknoloji, insanı her biri birer “ayet” olan Güneş sistemi, Eko sistem ve insan mükemmelliği üzerinde düşünmekten kopararak, Heidegger’in dediği gibi, onu bir kafes içinde çepeçevre kuşatmıştır (Gestell). Bu durum, ipek böceğinin son derece teknolojik olarak ördüğü kozanın içinde kalıp ölmesine benzer.

Modern İnsan “Tekno-City”lerde böceğe dönüştürülmüştür. Taş, toprak-tuğla, ağaç-ahşap, börtü-böcek, çim-çayırdan (doğadan), orta boy kasaba ve şehirlerden beton-asfalt, cam-çelik, teneke, plastikten oluşan metropollere sürüklenme/göç, insanı solucanlaştırdı. Modern ulaşım vasıtaları, insanları birer “Turist” e çevirdiği gibi. Modernite ile birlikte Ruhtan zekâya geçiş ile masumiyet-masuniyet gerilerken; kurnazlık-kurtluk gelişti. İnternet-iletişim, insanların kalbini/ruhunu kalbura çevirerek delik deşik edip onu malumat manyağına çevirmiştir. Herkes, elindeki telefonun içine düşerek kaybolmuştur. Artık bir birimizin yüzüne bakamadığımız gibi; bir birimizle sohbet, muhabbet ve dostluk edemez hale geldik. Modern “birey”, kum tanesi gibi hafızasız, hatırasız, vefasızdır. Zira bunlar, ruhun/vicdanın yordamlarıdır.

Doğa, Tanrının “ayetleri” ve rahmeti olarak burnumuzun dibinde/etrafımızda duruyor. Rahmetli Nurettin Topçu’nun dediği gibi: “İnsanlık, tekrar doğaya dönmeden; Tanrı’ya (Ruh-Vicdan) dönemeyecek.”.

“Doğaya dönmek”, şehri terk etmek anlamına gelmiyor; şehirleri, ipekböceği kozası/kafes olmaktan çıkarmayı ifade ediyor. Tanrı, ruh ve vicdanın küpüdür. Allah’a şükür, Allah’ın bizim için örnek bir “Vicdan Çalışması/gayreti” olan Kur’an, tahrif olmadan insanlığın elinde bulunuyor. Tanrı, inayetini ve rahmetini insanlıktan esirgemez. Yeter ki insanlık, son üç yüz yıldır düçâr olduğu vicdansızlık-ruhsuzluk yani Batılılaşma ve Amerikanlaşma (Teknolojikleşme-Tanrılaşma) günahından tövbe etmeye karar versin.

“Müslüman” olduğunu iddia edenlere denecek şey ise: Güneşi (Ruhu-Vicdanı-Kur’an’ı) ceketinizin astarında (Teolojide) kaybettiniz; dinin ocağını söndürdünüz; elinizdeki “Vicdan Çalışması/gayreti”nı okuyarak kendinize/özünüze (lübb-fuad-basiret) gelebilirsiniz: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine inen hakikatten etkilenerek kalplerinin ürperme zamanı (hâlâ) gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, -aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudi-Hristiyan)lar gibi olmasınlar. Onların çoğu, fasık (doğrudan yana görünüp, aslında ondan sapmış ve onu terketmiş) kimselerdir.” (57/16).

“Asrın Felaketi”: Asırların Cehalet-İhmal ve İhaneti

Üst üste yaşadığımız Deprem ve Sel felaketlerinden sonra, felaketlerin “görülmemiş” devasa boyutları ileri sürülerek(“Asrın Felaketi”) özünde masum doğa olaylarının ciddiye alınmaması ve ahlaki karakterimizin zayıflığı sonucu “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesini görmezden geldik ve utanmadan-ikiyüzlüce, dindarlık ayağına yatarak kurnazca Tanrının üzerine atmaya çalıştık veya “Fail-i meçhul” leştirmeye çalıştık. Uzun zaman ve yaygınca işlenen müşterek ve müteselsil cehalet, ihmal ve ihanet suçlarının sonucu ağır olunca(felaket-afet), üstlenmekten kaçınıp; dindarlık kisvesinde “Kadere-Kazaya Rıza” adı altında bir iftiraya, kurnazlığa, ahlaksızlığa imza attık. Örneğin, deprem felaketinin sonuçlarının bu kadar ağır olmasının sebebi, “İmar Affı” denen müşterek ve müteselsil büyük günahta herkesin yani siyasi erkin, yerel yöneticilerin, bina üreticilerinin ve mülk sahiplerinin ortak olmasıdır.

Bu günahın iç-boyutları ise, mimari estetiğin farkında olmama, nedenselliğin inkârı, hırsızlık ve havadan para kazanma hırsıdır. “Kentsel Dönüşüm” ve “TOKİ”, depremin “felaket” e dönüşmemesi için geliştirdiğimiz yöntemlerdi. Ancak, “Cehalet-İhmal ve ihanet” teslis günahına keffâret olarak yetmedi. Bu yazıda “Asrın Felaketi” kodlaması ile arkasında gizlediğimiz 1400 yıllık bireysel ve toplumsal yani “Müşterek ve müteselsil” cehalet(cehalet, mazeret değil; suçtur), ihmal ve ihanetin teolojik ve politik-iktisadi genetiği üzerinde duracağız.

1- KUR’AN VE TEOLOJİK KIRILMALAR (SÜNNİLİK)

A-) Vicdanın Dumura Uğratılması

Kur’an’daki ilahi gayretin, Allah’ın yaratılışta insana verdiği vicdanın, Arapların katı-müşrik-muhafazakâr/gelenekçi tarihsel-toplumsal yapı içinde donmuş, mayalanmış, körelmiş halini tekrar diriltmek olduğu rahatça görülür. Allah, insanlarla “beraber” hareket eder. Onları kendine “dost” edinmeye çalışır. İzzet/onur/şeref/haysiyet, ortak olarak Allah’ın, Peygamberin ve müminlerindir(63/8). Allah’ın emir ve nehiy, helal ve haramlarının ışığında/örnekliğinde müminlerin vicdanı da fetva-hüküm verme makamındadır. Allah’ı ve peygamberini yansılamak asıldır. “Rabb-Abd” ilişkisi, köleci bir toplumda arizî/geçici kavramsallaştırmadır. Evrensel değildir. Bir önceki vahiyde(İncil) ilişki, “Baba-oğul” olarak ifade edilmiştir. Evrensel olan: “Ezeli Misak=Sözleşme”dir(7/172).

Ancak İmam Şafii’nin kurmuş olduğu “Fıkıh Usulü”, bunun tam tersini vazetmiş; Kur’an ve Sünneti-Hadisi mutlaklaştırarak müminlerin vicdanlarını dinde-ahlakta devre dışı bırakmış/dumura uğratmıştır: “(Bütün)hakikat, Allah’ın ve Resulünün söylediğidir; geri kalan, şeytanın vesveseleridir.” sözü ona aittir. Sünniliğin taklide dayanan “İlmihal” ve “Amentü/Akaid” dindarlığı, buradan türemiştir. Ancak diri iman ve canlı vicdanın gerçekleştirebileceği kallavi salih amelleri ıskalıyarak, kör-ezber İtikat ve itiyat haline gelmiş ibadetler ile Tanrı’yı kandırma girişimi(9/19, 29/2), -Spinoza’nın dediği gibi- kitlelerin yaygın ve kurnaz tutumudur. Diri iman ve canlı vicdanın yani takvanın motoru Kur’an’da düşünmedir(tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, basiret, nazar, rey…). Dinde düşünme bitip, taklit ve dogmatizm başlamışsa; dinin ocağı sönmüş demektir. Kur’an’ın, İnsanlık için “rahmet/hidayet” ve Araplar için “şeriat” olduğunu ulema tefrik edememiştir. Vicdanı diriltmeye gelen nasların mutlaklaştırılmasının, Müslüman bireyin vicdanının dumura uğratması yetmiyormuş gibi; daha sonraları oluşan “Şeyh-Tarikat” yapıları, müminlerin iradelerini “Fena” halde felç ederek; onları, mukallit koyun sürülerine benzer halde köleleştirdi. “Dört halife” ve “Sahabe” örnekliklerinin, ahlak kahramanlıklarının, gümrah kişiliklerin tarihi süreç içinde giderek sönümlenmesi ve böyle kişilerin çokça görülmemesi, bahsettiğimiz vicdan körelmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Tohumun(Kur’an-Peygamber) etrafına plastik bir kap-perde-tıkaç geçirilmiş(mutlaklaştırma); ışıması, çiçeklenmesi, meyve-ürün vermesi engellenmiştir.

B-) Özgür İradenin Felç Edilmesi (Kader/Cebir)

Kur’an, insanın denenme bağlamında ortaya koyduğu ahlaki fiillerin tümünden sorumlu tutulacağını defaatle ve açıkça ortaya koyduğu halde ve Mutezile-Maturidilik tarafından da kolayca görüldüğü halde; Eş’arilik, kurnaz veya cahilce bir “dindarlık(tazim)” iddiası ile insanın fillerinde özgür olmadığını; tersine, fiillerine zorlandığını(cebir) ileri sürdü ve Sünniliğin resmi görüşü bu oldu. Müslim’in Sahih’inde geçen ve Cebri/Kaderciliği öğreti haline getiren . “Sizden biriniz ana rahminde kırk günlük olunca bir melek gelip rızkını, ecelini, cennetlik mi cehennemlik mi….. olacağını yazar.” hadisi, Mutezilenin erken dönem temsilcilerinden Amr İbn Ubeyd’e sorulduğunda, o, şöyle demişti: “Bu hadisin ravilerinden olan A’meş yalancıdır. Dolaysıyla bu hadis doğru olamaz. Velev ki, bu hadis doğru olsa ve ben de Hz. Muhammed’in yanında olsaydım; ona karşı çıkardım. Bu söz, “hadis” değil de, “ayet” olarak inseydi; o zaman Allah’a derdim ki: “Bizden aldığın misaka ters.”( Muhammed Salih, Amr İbn Ubeyd ve Arauhu’l-Kelamiyye. Kahire. 1985.s 121.) Mutezilenin, yüz yıl içinde boğulması, Maturidiliğin periferiye çekilmesi, meydanı/merkezi Eş’ariliğe bıraktı ve resmi mezhep/ideoloji haline geldi. Sonuç: İradenin felç olması.

C)- Doğal Nedenselliğin Reddi

Kur’an, Evrenin/her şeyin/oluşun(kevn ve fesad) bir matematik(bihusbanin-55/5, 18/40) ve bir ölçü ile(bikaderin) olduğunu(18/45, 54/49), yani kaos yerine, kozmosun/nedenselliğin egemen olduğunu ileri sürdüğü ve bunu Allah’ın mükemmelliğinin bir gereği-kanıtı olduğunu(Ayet) ifade ettiği halde; Kelamcılar(Mutezile ve Eş’arilik) kendilerince –mucizeye yer açmak için- “Atomculuk(Cevher-i fert)” ve “Adet” teorileri ile buna karşı çıktılar:

“Doğa olayları, hem Mutezile hem de Eş’arilere gör Allah’ın fiilleridir. Her iki mezhep de, sanki varlıklar arasında sebepliliğe bağlı bir ilişki bağı gibi görünen olguyu “iktiran=yakın durma”; bu ilişki ağındaki düzenlilik ve kurallılığı ise “Adet” kavramı ile açıklar….Kendi zannımızca kırmızıya boyadığımızı düşündüğümüz şu bezi boyayan aslında biz değiliz; aksine, kırmızı boya beze temas ettiğinde, Allah bezde bu rengi meydana getirmiştir. Biz ise, boyanın beze geçip ona rengini verdiğini sanırız. Oysa, durum böyle değildir….Mutezilenin sebeplilik konusundaki tavrı, özü bakımından Eş’arilerden farklı değildir. Bu iki mezhebe göre sebeplilik, olaylar arasında zorunlu bir ilişki olmayıp; birliktelik ilişkisidir(iktiran). Ortaya çıkan fiil ise, Allah’ın hür iradesinden çıkan bir fiildir. Doğada gözlemlediğimiz düzen ve kurallılık ise, “adet”ten ibarettir. Ateşin odun ile teması halinde onu tutuşturmasını beklememiz, bir alışkanlıktan ibarettir. Bu “adet” fikri, bazılarının sandığı gibi Gazzali’nin geliştirdiği bir fikir değildir. Gazzali’nin doğumundan yaklaşık kırk yıl önce vefat eden Mutezili Kadı Abdulcabbar’ın ve mezhebinin de temel fikridir.”(M.A.Cabiri. Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı. Çev.B.Köroğlu-H.Hacak-E.Demirli. İst. 1999. S 267-268)

Ontolojik bağlamda İslam Teolojisinin, “nedenselliği(ittisal)” Allah’ın mutlak mükemmelliğinin bir tecellisi olarak görme yerine; atomları sürekli bir araya toplayıp dağıtan(tecviz) sürekli yaratma teorisi, Müslüman bireylerde nedenselliği, merak etmeyi yani bilimsel keşifler yapmayı büyük ölçüde öldürdüğü gibi; zamanla keramet, sihir-büyü, simya, tılsım ve müneccimliğin gelişmesini terviç etmiştir. Nedenselliğin inkârı, mantıksal düşünmeyi dumura uğratmıştır. Arabesk-Pop şarkıcısı Azer Bülbül’ün: “Her an her şey olabilir; bugün bana, yarın sana.” dizeleri, bu her şeyin “mümkün” olduğu ontolojinin sosyal psikolojisini yansıtır.

D-) Şura’nın Saltanat’a Dönüştürülmesi

Kur’an, kamusal sorunların(siyaset) kamunun tümü tarafından ortaklaşa, omuz omuza, tartışarak, oydaşarak, icma ile(Şura) ile çözülmesini önermişti(19/29, 42/38). Hz. Muhammed ve arkadaşları da öyle yapmışlardı. İlk üç halife döneminde de bu ilkeye tam olmasa da riayet edilmeye çalışıldı. Ümeyye oğullarının (on ikiye beş kala gemiye binenler) zorla iktidarı ele geçirmeleri ile “Hamiyyetu’l-Cahiliyye” olan kabilecilik, çapulculuk(ganimetçilik) ve şiddete teşne olma, olduğu gibi geri geldi ve birer Kur’ani kavram olan “Cihad” ve “Fütühat” kavramlarının altında büyük ölçüde çalıştı. Taklit ve Tebiyyet(itaat-boyun eğme, biat), müslüman toplumların kaderi oldu. Emanet, ehliyet/liyakat, adalet ve şura ilkeleri üzerine kurulmuş Kur’anî siyaset, kişi kültüne-kutsiyetine-karizmasına dayanan “Hilafet-Saltanat” a dönüştü. Gökteki ilahın tekliği gibi; yeryüzündeki otorite de tekleşti(Zıllullah).

2- POLİTİK-İKTİSADİ KIRILMA: GANİMET EKONOMİSİ

Kur’an’ın nazil olduğu ortamda temel ekonomik faaliyet tarım(Medine-Taif) ve ticaretti(Mekke). Kur’an, özel mülkiyeti ve emek-üretim ve ticaret(alın teri) ile elde edilen kazancı meşru görür. İslam gelişmeye başladıktan sonra bir kazanç kapısı da, haklı-koruyucu savaşlarda elde edilen “ganimet”ler oldu. Hz. Muhammedin ölümünden sonra, ekonomik faaliyetin ağırlık merkezi kervan dizme, tarım ve hayvancılıktan, ordu tanzim ederek fütuhat yolu ile menkul ve gayrimenkul ganimet elde etmeye doğru kaydı. Öyle ki, Peygamber döneminde Cennetlik olmakla müjdelenen “Aşere-i mübeşşere(!)”nin, Emeviler dönemindeki fetihlerde elde ettikleri mal varlığı, tirilyonları buluyordu.(M.A. Cabiri. El-Aklu’s-Siyasiyyi’l-Arabi. Beyrut. 1990. s 99 vd). Abbasiler döneminde ganimetle birlikte tekrar ticaretin ve tarımın geliştiği bilinmektedir. İslam’ın taşıyıcısı ve koruyucusu ikinci halkı, Türklerdi. Onlar da, göçebe ve askerdi. İslam’ı seçtikten sonra tarım ve hayvancılık ile birlikte fütühat yolu ile “Ganimet Ekonomisi” onların da kârı idi. Her iki halkın kurdukları imparatorluklarda da toprak mülkiyeti Tanrı dolayımı(Allahlık) ile devletin ve saltanat ailesinin kontrolünde idi(Arpalık). Bu mal-mülk, “sözde” olsa da; gerçekte “tüyü bitmemiş yetimin” yani “herkesin” yani “kamunun” malı değildi; “hiç kimsenin” idi, “Allahlık” idi, “Miri malı” idi. Dolaysıyla, kolayca sultan tarafından “peşkeş” çekilebiliyordu. Zira, Emek-üretim-ticaret ile değil; savaş ile fütuhat ile, ganimet olarak elde edilmişti-gasp edilmişti. Türkçe bir deyim olan “Haydan gelen, huya gider” sözü, bu “Orta-malı” olma durumunu, veciz bir şekilde ifade eder. Bu sözde “Hay” Allah’tır; ekonomik anlamı fütuhat yolu ile “ganimetten gelen” mal-mülk demektir. “Hu” da Allah’tır. Ancak, ekonomik anlamı, “boşa” harcama ve “israf” etmektir. Yani Şeytan işidir. Bu söz, Türklerin iktisat zihniyetini ve onun şuur-altını ele veren ve Tanrı’yı Şeytan ile koalisyona sokan dehşet verici ve tüyler ürperten bir sözdür.

3- SONUÇ

“El kâsibu habibullah=Emeği ile kazanan, Allah’ın sevgilisidir” ve “Dest be kâr, gönül be yâr=El, işte; kalp, Allah ile” diyen, kazanç ve mal-mülk edinmede emek-üretim-ticaret ve alınterini esas alan esnaf ve zenaatkâr lonca teşkilatı “Ahilik”, hem Selçuklularda hem de Osmanlılarda ciddi bir etkiye sahip olmuştur. Ancak Tasavvuf ve Tarikatların gelişmesi ve dönüşmesi ile Osmanlının (“Derviş Devlet”) ortalarından itibaren halkın dünya/iktisatla kurmuş olduğu yaşam bağlarının hayli gevşetildiği bilinmektedir. Ayrıca sultanlar, bu tarikatları kendilerine bağlı tutmak için Miri malından yani aslında “kamu” malından bunlara ciddi miktarda gayrimenkuller aktarmışlardır. Giderek kazanç sahibi/zengin olmanın yolu, emek-üretim-ticaret olmaktan çıkmıştır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, yapmış olduğu bilimsel çalışmalar ile bu gerçeği ortaya koymuştur: “…Refah seviyesi, emek ve istihsal yolu ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimai ehremın (piramidin) kaide ve zirvesine yakın bir noktada ve yer almak sureti ile tayin edilir.

Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (S.F. Ülgener. İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst. 1981.s 177). “Servet, (Osmanlıda) her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik geçim sınırını aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden bir yere çıkmak; -ya da daha kolayı-, oradakilere intisap etmektir.”(Ülgener, a.g.e. s 178) “Hülasa, kazanmak gibi tüketmek de iktisadi hayatın dışında ve ötesindedir…Servet ve nimete kavuşan, kendi emeğinin ve alın terinin mükâfatını mı görmüş demektir? Hayır! Sefalete düşen, tembelliğinin cezasını mı çekiyor? Asla! Mal ve servet edinmenin akla-hayale gelmedik ve bazen beklenmedik imkânlar etrafına sıralandığını görmekte bir nevi alışkanlık peyda eden ortaçağ mütefekkiri/şairi(Fuzuli), muazzam bir çalışmanın refaha; tembelliğin de yoksulluğa giden yol olduğunu hesaba katmamakta mazurdur: “Haris(muhteris), budalalıktan sanır ki, fakir kendi tembelliğinden fakir kalmış; zengin de, çok çalışmasından dolayı nimete erişmiştir.”(Ülgener, a.g.e,s180)

Heyhat! Siyaset ve İktisat/İnşaat sektörlerinde durum aynıyla –son yirmi senede de ivmesi hızlanarak- devam ediyor. “Asrın Felaketi” kodlamasını yapanlar, işlenen büyük günahın/suçun üstünü örterek “Fail-i Meçhul” hale dönüştürmek isteyen, bu muhterislerdir.

Deprem ve ‘Denenme’

1- DENENME NEDİR?

Vahiy/Peygamberlik kurumuna dayanan İbrahimî monoteizmin “Din” davası, insan cinsinin “Denenme” davasıdır. Bu dava, Kur’an’da “Emanet” (33/72) ve “Hilafet” (2/30) olarak isimlendirilmiştir. Denenmenin mevzusu, özgür irade ile donatılan insanın, Tanrının varlığına iman etmesi, insanın kendini ve hemcinsini -ahlaki bağlamda- ıslah etmesi (103/1-3, 67/2); Tanrı tarafından kurulan ekolojik dengenin korunması (55/7-9); yeryüzünün imar edilmesidir (11/62); ve bu süreç içinde karşılaşılan zorluklara, sıkıntılara, zararlara sabır/metanet gösterme ve bu uğurda Allah’tan yardım talep (dua) etmektir (2/250). Denenme, Kur’an’da “Bela” ve “Fitne” kavramları ile ifade edilir (21/35, 20/40). Denenme sürecinde zorluk/meşakkat ve kolaylık iç içedir (95/5-6). Deneme süreci acı, sıkıntı, zorluk, ıstırap içerir (90/4). Deneme ortamı olan yeryüzü, insan için “sayılamayacak kadar (16/18) nimet, hayır, rızık, lütuf, ihsan, ikramlarla dolu; hem de musibet veya şerr (kötülük) potansiyelleri muhtevidir. İnsan cinsi de hem hayır/ihsan işleme; hem de şerr/kabih fiiller ortaya koymaya müheyyadır (91/7-10). Denemeyi kazanan, başka bir “Dünya (Ahiret)”da ödül (Cennet); kaybeden ise, ceza (Cehennem) ile karşılanır.

2- ALLAH: KÖTÜLÜ ORTAMI ‘YARATAN’ MI YOKSA KÖTÜLÜK ‘YAPAN’ MI?

Kur’an’da Allah, kendini “Deneme Ortamı/Zemini” yaratan olarak gösterir. Bu ortam, sayılamayacak kadar nimetlerle ve İnsana dokunma ihtimali/imkânı olan bazı kötülük (musibet-şerr) potansiyellerini mündemiç/muhtevidir. İnsanın kötülük yapma kabiliyeti ve doğadaki/yeryüzündeki depremler, yanardağ patlamaları, salgın hastalıklara sebebiyet veren virüsler, kasırgalar, orman yangınları, kuraklık…vs, bunlardandır. Kur’an’da “Musibet” veya “Şerr” olarak nitelenen bu olgusallıkların Allah’ın ilmi ve iradesi ile yeryüzüne konulduğu, gayet açıktır: “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan (olgusal olarak gerçekleşmeden) önce, bir yasa ile belirlemiş olmayalım. Şüphesiz bu, Allah için kolaydır.” (57/22). “Allah’ın izni olmadan, hiçbir musibet başa gelmez.” (64/11). “Allah’ın yasasında olmayan hiçbir musibet gelip bize dokunmaz.” (9/51). Müminlerin ağzından çıkan bu son değerlendirme, insanların/müşriklerin müminlere saldırma/savaş açma potansiyelini ifade eder; yoksa Allah’ın, müşrikleri, müminlerin üzerine (hâşâ) kışkırtmasını/salmasını değil. Allah, “olay(musibet)” çıkaracak bir ortam yaratmıştır; musibet olaylarını Allah “çıkarmaz”. İnsanların, kendi iradeleri ile hazırlayacakları ve denenecekleri fesat, felaket, ihtilaf, ayartı, zulüm, baskı, kargaşa… (Fitne) ortamlarında, günahsız-masum insanlar bile harcanabilir (8/25). Kur’anda hiçbir yerde “musibet” ve “şerr” fiillerinin “failliği”, Allah’a nispet/izafe edilmez.

Özetle, Allah, “Olağan-üstü Hal” dönemleri olan peygamber gönderdiği toplumların mucize talebinde bulunup, sonra da inat ve inkârda ısrar ettikleri için “Helak” ettiği kavimler hariç (5/111-115,43/55…); “kast-ı mahsus” olarak, hedef gözeterek, bir kötülüğü (musibet-şerr) manipüle ederek insanlara “Bakayım, bunlar, bu kötülük/azap/işkence, zarar, sıkıntı, ölüm, yaralanma… üzerine bana isyan mı edecekler; yoksa sabır gösterip kabullenecekler mi?” diye bir şey yapmaz. Böyle bir davranış Rahman, Rahim, Adil, Hikmet sahibi bir Allah’a yakışmaz. Bu ahlaki karakter, Kur’an’da “Sünnetullah” olarak nitelenir (33/62, 35/43). Oysa iman etmek başta olmak üzere, insanları ıslah (salih amel) ve yeryüzünü imar etme “İmtihan Davası” uğrunda girişilen çabalar (cihad) esnasında karşılaşılan musibet ve şerr(kötülük)lere sabretmek ve Allah’tan dua ile yardım talep etmek anlamlı olabilir. “…sabredenleri müjdele” (2/155) ihbarı, dâvâsı olan bir denenmeyi kazananlara yapılmıştır; yoksa “sabretme”nin bizzat kendisinin bir “dâvâ” olduğu bir denenmeye değil. Önceki bir yazımda belirttiğim gibi, musibet potansiyellerini “Felaket” veya “Afet”e dönüştüren, insanların cehaletleri, ihmalleri, ihanetleri, zafiyetleri ve sorumsuzluklarıdır. Failleri müşterek ve müteselsil olarak insanların kendileridir ve çoğuldur (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…)

3-SÜNNİLİK VE MU’TEZİLENİN HATASI

Eş’arîliğin, “Efalu’l-ibad= insanların iradi fiilleri” dahil olmak üzere, bütün doğal musibetlerin de “Kast-ı mahsus” olmak üzere, “Hikmetinden sual olunmayan” bir Allah tarafından irade edildiği-yazıldığı ve yaratıldığı (Kader) görüşünde olduğu müsellemdir. Sünnîlik, doğal musibetleri Allah’ın insanlara ihtar, ibret, ikaz, ceza/kefaret ve sabır gösterip göstermeyeceklerini görmek için gönderdiği kanaatindedir. Maturîdîlik ve Mu’tezilenin, insanların iradi fiillerinin kendilerine ait olduğu ve yaptıklarından sorumlu oldukları görüşünde oldukları da bilinmektedir. Ancak, doğal musibetlerin Allah tarafından insanlara musallat edildiği konusunda Mu’tezile ve Maturîdîlik hemfikirdirler. Mu’tezîlî Şerif El-Murtaza, 2/155 ayetini delil göstererek musibetlerin “Failliğini” Allah’a izafe ederken; insanlardan sadır olan kötülükleri, insanlara izafe etmektedir (Şerif el Murtaza, Cebir ve Kader Kıskacında İnsan Özgürlüğü. Çev. M. Esen. Ank. 2012. s. 35 vd.). Bu ayetin ifade ettiği anlamın “Denenme Ortamında kötülüğün mündemiç olması” olduğu; kast-ı mahsus olmak üzere herhangi bir topluma veya kişiye yöneltilmesinin/hedef alınmasının ilahi hikmet gereği mümkün olmadığını belirtmiştik.

Mu’tezilenin geç dönem ünlü temsilcilerinden –Sünnî etki altında olduğu bilinen- Kadı Abdulcabbar da, insana dokunup ona “elem” veren musibetleri, “ibret” ve karşılığının Ahirette “tazminat (ıvaz)” olarak ödeneceği Allah’ın fiilleri olarak görmektedir (Kadı Abdulcabbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse. Kahire. 1988. s. 458-459). Hasılı, Mu’tezile de Allah’ın, dünyada insana acı, ölüm, hastalık, ıstırap, zarar…veren musibetleri insanlara “kast-ı mahsus” olarak verip; karşılığında Ahirette onlara ödül vereceği şeklindeki “Hikmetsiz” bir işi/eylemi/fiili Allah’a yakıştırabilmektedir. İnsanların kendileri veya geçmiş nesillerin cehaleti, ihmali veya ihaneti ile müşterek ve müteselsil sorumsuzlukla meydana gelen musibetlerde, felaketlerde veya afetlerde ölenlerin/kurbanların, “şehit” olduğu yorumu da, özü itibari ile yanlıştır. Ölenlerin yakınlarını teskin etmeye dönük bu yorum, bir doğa olayının, örneğin Depremin “felaket” e dönüşmesinin faillerinin sorumluluğunun üstünü örtmekte ve felaket olayını (musibet-şerr) doğrudan Allah’a hamletmektedir. Oysa Allah: “İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayıp, masumlara dokunacak bir fitne, fesat ve felaketten sakının” (8/25) diyerek, insanın içinde bulunduğu denenme “risk”inin ciddiyetini vurgulamaktadır. Haşa, bu fitnenin (felaket-işkence) “faili” Allah değildir. Felaket ve Afetlerde ölenler için “Allah rahmet eylesin” ve yakınlarına: “Allah, sabir ve metanet versin” duaları yapılabilir.

4-SONUÇ

Kur’an: “Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır?” (6/21, 93, 144; 10/17, 11/18, 39/68…) ve “Biz, insanlara zulmetmeyiz; fakat, insanlar, kendi kendilerine zulmederler.” (11/101, 16/118, 43/76…) diye buyurmaktadır. Sünnîlik ve Mu’tezile, insana elem ve ölüm doğurabilen musibetlerin/şerlerin, Allah tarafından “kast-ı mahsus” olmak üzere hedef gözeterek ihtar, ikaz, ceza, kefaret, temizleme… amacı ile insanlara isabet ettirildiği yorumu ile Allah’a iftira etmektedirler. Bu yoruma göre, insanlığın musibetleri azaltma faaliyeti, örneğin, insan ömrünü uzatma (Avrupa’nın ortalama ömür süresi orta çağlarda 17 sene iken; şimdilerde 80-90), hastalıkları önleme, felaketleri-afetleri azaltma, sakat doğumları önleme… faaliyeti, Allah’ın ikaz, ibret, ihtar, kefaret… işine karışma, onun iradesine karşı çıkma-meydan okuma anlamına gelmektedir. Bu işte de başı çekenler, tek bir Tanrı’ya inanmayan Japonlar ve son iki yüzyıldır “Tanrının Ölümü”nü ilan eden Avrupalılar gelmektedirler. Sünnîliğin meşhur bir “Hadis”i itikat haline getirdiği gibi, eğer: “Dünya, müminin cehennemi ve kafirlerin cenneti” ise; Kur’an, neden: “Rabbimiz, bize Dünyada da Ahirette de hayır ve ihsan ver.” (2/201, 7/156) diye dua etmemizi istemektedir?

Felaketlerden sonra müminlerin başvurdukları ve dillerine pelesenk ettikleri: “Allah’ım, ülkemize bir daha böyle bir felaket gösterme.” İfadesi, sanki felaketi gönderenin/failin Allah olduğu inancına dayandığı için, külliyen yanlıştır ve Allah’a iftiradır. Sonuç olarak cehaletin, dogmatizmin, taklidin yaygın olduğu dinsel toplumlarda bir kanaatin/yorumun yaygın kitleselliği ve uzun süren ömrü/tarihi, onun doğruluğunun delili/kanıtı olarak görülür. Oysa Allah, Kur’an’da daima gerekçeli, key, izen, hatta, lealle…) konuşur; delile, burhana, beyana, hikmete ve ilme dayanır. Tezlerimize itirazı olan, Ebu Hanife’nin “Bir ayetin nüzulünü/sübutunu inkâr etmeden; tevilinde yaptığı hatadan dolayı kimse tekfir edilemez” muhalled ilkesi gereğince, tekfir etmeden, terbiyeli ve gerekçeli bir şekilde konuşsun.

Doğal felaket afet ve kader

Allah, Dünyada kendine benzer (Esmau’l-Hüsna) özgür iradeli bir varlık olan insanı yaratıp onu ahlaki bağlamda denenmeye tabi tutarak (din) riske girmiştir. “Risk” kavramı, bu bağlamda insandan beklentisinin hasıl olup olmayacağı anlamındadır(80/23). Zira Allah, insanı, O’nun beklentisi (iman-salih amel/cennet) doğrultusunda zorlamamıştır. Denenme olgusu (Bela-Fitne), doğal kötülüklerin (şerr-musibet) ve doğal iyiliklerin (rızık, nimet, lütuf, ikram) olduğu riskli bir ortamda gerçekleşmektedir (2/155, 21/35). “Biz insanı acı, sıkıntı, zorluk, gerilim (kebed) ortamında yarattık” (90/4). İnsanın kendisi de iyilik ve kötülük (hayır-şerr) kabiliyetleri ile yaratılmıştır (91/7-10) ve herkes, -hem Dünyada, hem de Ahirette- yaptıklarının rehinidir(52/21,74/38). Allah, kendini ve insanı riske açmıştır/atmıştır. Riske giremeyen, “Tanrı” olamaz; oyun oynar. Allah, İnsanı yaratmakla, oyun(abes) oynamadığını vurgulamıştır(23/115). Tanrı’ya “kötülük” –yapmayı değil-; yaratmayı (Teodise) layık görmeyen çocuksu teolojiler (Örneğin: Hristiyanlık-Yahudilik), “Denenme” olgusunun ciddiyetini doğru kavrayamadıkları için, insanların dinden çıkmasına sebep olmuşlardır: 1755 Lizbon Depreminden(doğal kötülük) sonra Hristiyanlıktan; Hitlerin yaptığı Holokosttan(insani kötülük) sonra da Yahudilikten irtidatların arkasında yatan budur.

Doğadaki nesnelerin/şeylerin birbirinden farklı olarak tasarımlanmaları ve nedensellikle tekrar eden doğa olayları, Kur’an’da “Kader-Takdir” kavramları ile nitelenir(25/2, 13/8, 36/39, 87/3…). Bunlardan bir kısmının insan cinsi ile irtibatından ölüm, zarar, acı, ıstırap, sıkıntı doğurmasından dolayı; insanlar tarafından, “Felaket” veya “Afet” olarak isimlendirilmiştir: Deprem, yanardağ patlamaları, virüslerin sebep olduğu hastalıklar (pandemiler), kasırgalar, kıtlık-kuraklık, sel-heyelan, çığ, orman yangınları vs. Bunlar, aslında doğanın kendini sürdürmesinin ontolojik unsurlarıdır. İnsanların kendi özgür iradeleri ile doğurdukları savaşlar ve zulümler de, “kötülük (şerr)” örnekleridir.

Bunlar, “denenme” ortamının potansiyel risk unsurlarıdır. “Deneme/Din”, bu kötülükleri azaltma çabası; yani yeryüzünü “imar” etmek ve insan cinsini “ıslah” etmektir. Bu süreçte karşı karşıya kalınan zorluklara direnmek(sabır)tir (2/155). Allah, herhangi bir kötülük potansiyelini, herhangi bir insan topluluğuna “denenme” olsun diye manipüle etmez, özel olarak yönlendirmez. Kötülükler, doğadan veya insan iradesinden doğar. Peygamber gönderilen toplumların, onlara karşı ortaya koydukları kötü tavırlar sonucu gerçekleşen “Helâk”lar, “Olağanüstü Hal” kanununa göre gerçekleşmeleri, bunun dışındadır (5/111-115).
Normal durumlarda insanların karşı karşıya kaldıkları kötülükler (Musibet), insanların kendi ihmalleri (yapmadıkları) veya iktisapları(yaptıkları)ndan dolayıdır (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…). Bir doğa olayının, insanlar için “felaket” veya “afet” durumuna (musibet) dönüşmesinin sebepleri, insanların cehaletleri/ihmalleri, zafiyetleri veya ihanetleridir. Bunların doğurduğu sonuçları, “Kader” kavramı ile Allah’ın üzerine atmak, iftiradır ve zulümdür. Kur’an’ın “Kader” kavramı (kuş uçar, taş düşer, fay kırılır…) ile Sünniliğin “Kader” kavramı arasındaki fark budur.

Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’an’da “Sünnetullah (33/62, 35/43)” kavramı ile ifade edilir; “Kader” kavramı ile değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (13/11) veya “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Yani küllî irade, cüzî iradeye bağlıdır.

Deprem konusunda “Fetva” mercii Jeologlar ve Deprem bilimcilerdir; ilahiyatçılar değil. Örneğin, deprem bilim profesörü Naci Görür’ün: “AFAD’ın “Afet Bakanlığı”na çevrilmesi gerekir” önerisi, doğrudur. Turizm geliştirmek için “Bakanlık” kurmaktan bin kat daha elzemdir.

Cumhurbaşkanının, son depremden sonra bölgede halkla konuşurken sarf ettiği: “Olanlar oldu; bunlar, hep kader planının içinde olan şeyler” cümlesi, Sünnîliğin geliştirdiği “Kader (Cebir)”in ifadesi olarak, Kur’an açısından külliyen yanlıştır. Fay hattının kırılmasının doğurduğu “felaket” sonucu için: “Allah’tan geldi” yargısı doğru değildir. Fayın kırılma “kanunu”, Allah’ın Kaza ve Kaderidir. Bunun “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal, zaafiyet ve ihanettir. Failleri müşterek ve müteselsildir. Anadolu kıtasındaki fay hatlarının kırılma tarihleri ve periyotları geriye doğru (Bizans-Osmanlı) bilindiği halde; fay hatları üzerine yerleşke (şehir-kasaba-köy) kurmak cehaletin, ihmalin, zayıflığın (“Bir şey olmaz”) sonucudur. Felakete sebebiyet veren failler mülk sahipleri (meskûn), bina yapanlar (müteahhit-mühendis) ve bunları denetleme sorumluluğunu üstlenen yerel yönetimler (Belediyeler) ve siyasal iktidarlardır. Depremi, Allah’ın “birilerine” ve bir “yere” kasdî olarak yönlendirilmiş eylemi anlamında “Kader” olarak öğreten Sünni alimlerdir. Yerleşkeleri, tarihte olduğu gibi, dağ eteklerine yapma imkânı olduğu veya depreme dayanıklı binalar yapma teknik imkânı olduğu halde; bunu yapmayan veya denetlemeyen herkestir. Tarım arazilerini/ovaları şehir, kasaba ve köye (emlak-arsa) dönüştürenlerdir. Felaketlerdeki ölümleri “Ecel-Kader” kavramı ile Allah’a bağlayan din alimleri-din adamları ve bu sakim yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkım ve ölüm sonucunu, “Kader” veya “Ecel” kavramları ile Allah’ın üzerine atması, dindarlık görünümü altında ahlaksızlıktır.

Uzun süre sonra yıkıntılar altından canlı çıkarmak, yaşama tutunan ve onu kurtarmak için dişini tırnağına takan kahramanların mucizesidir. Kendisi mucize olan insanın ortaya koyduğu “mucize”dir.

Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de “ümran” faaliyeti, bugün yol-köprü, tünel yapmaktan önce, “Kentsel Dönüşüm” ve “Bina Denetimi”dir. Birinciler olmadığında,en çok zahmet çekeriz; ikinci olmadığında, kitlesel olarak ölüyoruz. Deprem coğrafyasında, fay hatlarını ve kırılma periyotlarını beyin korteksine kazımaksızın; yüz yıllar boyunca yığma taştan evler, betonarme çok katlı tabut/mezar binalar yapmak, akla ziyan bir tutumdur. 1939 Erzincan depreminden sonra, şehrin aynı mekânda yeniden yapılması, bunun bir örneğidir.

“Makasidu’ş-Şeria”ya göre yol, köprü, tünel yapmak “Tahsiniyyat (olmasa da, olur)”; kentsel dönüşüm ve bina denetimi, “Zaruriyyattır (olmazsa, olmaz)”. Gözle görünmeyen bir mefsedeti/riski bertaraf etmek/defetmek; gözle görülür bir menfaati celp etmekten/temin etmekten daha evladır.(Def-i mefasit, celb-i menafiden evladır.” Mecelle).

Deprem sonrasında halkımızın, İslam dünyasının ve insanlığın bölge halkına karşı gösterdiği dayanışma, İslami anlamda “Ruh”un (merhamet, paylaşma, dayanışma) henüz ölmediğinin bir kanıtıdır. Ancak, ruhun diğer parça olan kafa/akıl, mantık, tedbir(Japonya), bu coğrafyada olabildiğince zayıftır. Bir “akıl tutulması” mevcuttur.

Enkaz altından günlerce sonra kurtarılan 70-80 yaşlarında bir teyzenin, dışarı çıkmadan önce, -masum ve muhterem bir şekilde- bir “başörtüsü” talebinde bulunması, bu topraklarda “dindarlık” vurgusunun, ağırlıklı olarak nelere yapıldığı -ve nelere de yapılmadığının- manidar bir göstergesidir. Saçın görülmesinin günahı, imar affının günahından büyük olarak gösterildi. Oysa, “İmar Affı” kavramı, tek başına hem halkımızın, hem de onların yerel ve siyasal temsilcilerinin ahlaki-hukuki-dinsel karakterini ele veren “affedilmez” büyük bir günahıdır.

“Nush/nasihat ile uslanmayanı, etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Heyhat! Deprem “köteği” ile dahi uslanmıyoruz. “Bu, neden sürekli benim başıma geliyor?” diyorsan; bir şaman, bir “Ayet” gücünde şöyle der: “Ders, sen öğrenene kadar devam eder.” Ancak, “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet biter, ne de nasihat.” sözü, -maalesef- bu toraklarda söylenmiş ve bu toprakların ruhunu/karakterini ele veren en doğru sözdür. Bu deprem, bir kısmının kendini “Dindar”; bir kısmının da kendini “Çağdaş” olarak tanımlayan bir toplumun şehircilik, inşaat, mimarlık, mühendislik alanlarında ahlaktan-medenilikten yoksun olduğunu bir kez daha yüzüne vurarak el-aleme rezil etmiştir. Hasılı, toplum olarak “iş, ‘bildiğimiz’ gibi değil”; daha doğrusu, yaptıklarımız, “mış gibi”.

 

Türkiye’de Siyaset ve Hukukun Ağırlığı

1- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Siyaset, yeryüzünde dil/kavim/ırk, din-ideoloji, ekonomi-çıkar veya ahlaki saiklerden biri veya birkaçı ile oluşmuş bir toplumun kendini diğer toplumlardan ayırması, koruması ve kendini sürdürmesi (güvenlik) çabasıdır. Bu çaba, doğası gereği ahlaki olabileceği gibi; ahlaksız da olabilir. Meşru siyaset ve meşru iktidar örgütleyici, organize ve idare edicidir. Meşru olmayan ise yıkıcı, yok edici, zulmedici, zorlayıcı şiddettir. İnsanlık tarihi, bunun hikayesidir.

a)- Hukuk, bir toplumun, kendi iç düzenini, işleyişini adalet idesine ve eşitlik ilkesine göre herkesi bağlayacak şekilde kurallara bağlaması ve bunu devlet erki ile gerçekleştirecek kurumlar oluşturmasıdır. Adalet, insanların bedensel, zihinsel ve ruhsal potansiyellerini, imkânlarını açığa çıkarmak ve aktüelleştirmek için, onlara sağlanan fırsat eşitliğidir. Bunu sağlamayan düzen ve iktidar, zalimdir. Hukuk, hakkaniyete ve uzlaşmaya/konsensüse/icmaya dayanması gerektiğinden dolayı; pür pozitif bir kavramdır. Herkesin sığınabileceği bir melcedir. Hukuk söz verme, söz tutma ve “sözleşme” yapmak ve buna uymaktır. Haksızlığa, zora-zorbalığa dayanan; konsensüs/icma içermeyen kanunlar/yasalar, “Hukuk=Adalet” niteliği kazanamaz. “Kanun/Yasa Koyucu” nun ahlakî ve ilmî itibara veya konsensusa dayanan bir meşruiyeti/otoritesi vardır. Salt “Güç” ten bu otorite ve meşruiyet çıkamaz. Adalet ve onu icraya yetkili şiddet uygulama(devlet), hukukun özüdür. Siyaset ve Hukuk, doğaları gereği, dinamik olsalar da; Hukuk, daha müstakar/durgun, yavaş değişir iken; siyaset, daha hareketli ve dinamiktir. Hukuk, salt Rahmanidir; “Hakk”, Rahman’ın diğer sıfatıdır. Hukuk oluşturmak ve ona itibar etmek, Rahmanî bir tavırdır(Ribbiyyun-3/146, Rabbaniyyun-3/79).

b)- Siyaset, Rahmani olabileceği gibi; şeytani de olabilir. Rahmani siyaset, özü itibari ile adalet, insaf, hakkaniyet ve merhamete dayanır. Bu bağlamda siyaset iktisadi içgüdünün, ekonominin, sermayenin ve salt güç istencinin diktatörlüğüne karşı madunların, mustazafların, mazlumların, ezilenlerin, yoksulların, yoksunların adalet ve özgürlük arayışı olarak ahlaktır. Kur’an’da “Tağutluk” Firavun’ların, Karun’ların, Haman’ların, iş-birliği içinde siyaseti zorbalık, güç istenci, tahakküm, zulüm, fesat, saldırı, talan, hile… olarak icra etmeleridir. Kur’an, bu tarz siyaseti reddederek; siyaseti, pratik ahlak olarak vazeder. “Dost-Düşman” veya “Biz-Öteki” ayrımının en temel ve meşru kriteri, adalet ve zulümdür. “Emanet”leri (kamusal işleri), ehline verme işidir (4/58). Meşru olan siyasal fail, toplumu oluşturan herkes (şura) veya onun onay verdikleridir (42/38). Allah, 610-632 arasında gerçekleşen İslam’ın doğuşu esnasında, müşriklerin oluşturmuş olduğu “sürekli düşmanlık” ve “sürekli savaş” ortamlarında “Rahman” ve siyasal bir “fail” olarak müminlere eşlik etmiş; onları yönlendirmiş ve onlara yardım etmiştir.

2- TÜRKİYE’DE SİYASET VE HUKUK

Burada yapacağım siyasi ve hukuki tasviri, Türkiye Cumhuriyeti, kurulurken ve kurulduktan sonraki dönemde Dünya siyasetinin ve güç odaklarının, Türkiye üzerine olan etkilerinden bağımsız olarak değerlendirmek, yanlış olacaktır. Türk Toplumu veya Türkiye devleti, Kurtuluş savaşının önderlerinden bir grubun, diğerlerini tasfiye ederek “Devrim” yaparak kurdukları bir yapı/gövdedir. Kurucu irade, Tek-adam (M. Kemal) ve Tek parti (CHP)dir. Bu yapıyı, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na göre kurmuşlardır. Bu olgu, siyasal bir tasarruftur ve birinci cümlede söylediklerimizden ve Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden bağımsız olarak anlaşılamaz. Olgunun kendisi, anlaşılabilir bir hadisedir; ideal siyaset ve ideal hukuk açısından doğruluğu-yanlışlığı, ayrı bir tartışma konusudur. Hukuk da, bu irade tarafından oluşturulmuştur. Muhafazakâr halk yığınları, bu siyasal-hukuki tasarrufa genellikle pasif direniş göstermişlerdir. 1950’den sonra Demokrasiye geçilmiştir. Siyasi fail, halk olmuştur (DP). Zorla yapılan bazı “kanun” ları, “Hukuki” leştirmeye çalışmıştır. 1960’da Tek-Adam ve Tek Partinin “mirasçısı/ehl-i beyti” olarak kendini gören askeri bürokrasi, “Darbe” yaparak, meşru siyasal otoriteyi devirmiştir. Daha sonra, kendi güdümlerinde bir Anayasa (Hukuk) yaparak, tekrar demokrasiye geçilmiştir. Seçimlerle halk, tekrar siyasal iktidarı devralmıştır (AP). Bu tarihten itibaren siyaset, (Askeri) vesayet altında işlemiştir. Politik gidişattan memnun olmayan askeri vesayet, 1980’de tekrar bir “Darbe” daha yapmış ve bir müddet sonra demokrasiye tekrar geri dönülmüştür. Hukuk da bu darbeci irade tarafından dizayn edilmiştir. 1997’de tekrar bir “Post-modern Darbe” yapılmıştır (28-Şubat Süreci). Bu süreç de İki binlerin başına kadar sürmüştür.

İki binlerin başında Ak Partinin iktidara geliş ile birlikte demokratikleşme doğrultusunda gelişmeler oldu. Ak Parti, “The Cemaat” ile işbirliği ederek askeri vesayeti geriletti. Siyaset, siyasi “kumpas”lar ile (vesayetten) özgürleşti. Daha sonra da Cemaat, “illegal” olarak meşru hükümeti devirmeye kalkıştı (15-Temmuz). 2018’de referandumla “Başkanlık Sistemi” ne geçildi. Zamanla TBMM’nin yetkileri, Başkan’a devredilerek önce tedrici olarak “Parti Devleti” ne; oradan da “Tek-Adam” lık yönetimine evrildi. Siyaset, güçlenirken; hukuk ve hukuki kurumlar, giderek zayıfladı. Hukukun, siyasetin kontrolüne girmesi, adalet idesinin/ülküsünün, güç istenci tarafından boğulmasıdır.

Bunun genetik sebebi, tarihe dayanır. Müslüman toplumlar (imparatorluklar), Hukuku “kanun” ve “fetva”lar ile yapmışlardır. Kanunu, Padişah (“Kanuni”); Fetvayı kadı, şeyhülislam ve müftiler verirdi. Vicdanın aktif ve diri olduğu toplumlarda tikel durumları ahlaki hükme bağlama anlamında bu yol, adaleti gerçekleştirmeye daha yakın olabilir. Ancak, vicdanın dumura uğradığı durumlarda, bu tutum, “Kitabına uydurma”, “Hile-i Şeriyye” ve “Minareyi çalıp, kılıfına uydurma” şekillerinde mafyalaşmayı doğurur.

3- TÜRKİYE’DE SİYASETİN DOĞASI

İdeal anlamda siyaset, hukuki-kurumsal bir yapıya kavuşturulmuş devletin, Anayasal çerçevede işletilmesidir. Siyaset yapmanın saiklerine gelince, ideal olan, ahlaki bir sorumluluk ile kamuya hizmettir: “Honorial Duty” veya “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir.” İkinci saik şan, şöhret, itibar, makam-mevki sahibi olma dürtüsüdür. Bu da, anlaşılabilir bir şeydir. Üçüncü saik güç istenci, tahakküm tutkusu, zorbalık ve şiddet içgüdüsüdür. Bu, tağutluktur, mafyalaşmadır, tehlikelidir, ahlaksızlıktır. Dördüncüsü, herhangi bir mesleği ve kariyeri olmayan, fırsatçı, muhteris, kurnaz, hilebaz insanların güç ve zenginlik, mal-mülk edinme çabasıdır. Siyaseti, bunun aracı olarak görürler.

Bizim gibi “Devrim” yapmış ülke ve toplumlarda bir diğer saik, “Toplum Mühendisliği” dir. Kitlelerin kimliğini devleti kullanarak zorla değiştirme-şekillendirme tutkusu. Oysa bizim gibi, imparatorluk bakiyesi toplum ve devlette siyaset, Toplum mühendisliği değil; Halıcılık ve Kuyumculuk gibi ince işçilik ve nezaket gerektiren bir sanat ve çaba olmak zorundadır. Modern Ulus-devlet aygıtı, egemenlerin (Burjuva sınıfı) kontrolünde “Kimlik Teknolojileri” geliştirerek (okul, hapishane, kışla, medya…) “Makbul Vatandaş” oluşturmaktadır. Oysa özgür toplumlarda Kimlik, uzun süreli, sivil-kültürel kurumlaşmalar ve etkileşmeler ile diyalektik olarak, kendiliğinden oluşur. Doğru ve ahlaki olan da budur.

Türkiye’de siyaset yapanların kahir ekseriyeti, ya toplum mühendisliğine soyunmakta veya mesleği-kariyeri olmayanların “meslek” edindikleri bir uğraştır. Meclisten çıkardıkları “kanun” ile iki yıl milletvekilliği yapmış birisi, emekli olup, en yüksek dereceli memur emeklilerinin aldığı maaş kadar kazanç elde ediyorlar. Asgari ücretli bir memurun en az beş-on katı gelir elde ediyorlar. Kamu imkânlarından/kurumlarından yok pahasına hizmet alıyorlar. Nalıncı keseri gibi, çoğunlukla kendilerine yontuyorlar: “Rabbena, hep bana”. Özel sektör ile devlet arasında “aracı-ortak” olarak gayri hukuki “iş” halledip, avantadan para kazanıyorlar. Bazıları kamudan hep çalıyorlar; bazıları da “çalıyorlar; ama çalışıyorlar” da. Devlet’in mülkiyeti ve yetkisinin “büyük” lüğü oranında, siyasetin gücü ve itibarı da, alabildiğine artmış oluyor.

Türkiye’de en itibarlı kişi düşünür, sanatçı, bilim insanı değil; bakan, milletvekilidir. Batı, bunun tehlikelerini bilfiil yaşadığı için ‘Kuvvetler Ayrılığı’ ilkesini geliştirmiştir. Oysa bir toplumun ve devletin hukukileşmesi, medenilik alameti iken; siyasetin gücü ve öneminin artması, şeytanlık-tağutluk alameti olabilmektedir. “Gece Bekçisi” devlet (Güvenlik), en ideal olanıdır. Toplum, rüştüne erdiği oranda devletin ve siyasetin gücü-cesameti azalır; sorunları, vicdan, hukuk ve kurumlar halleder. Bazı muhafazakârların siyaseti “Daru’l-harp-Hile ve Takiyye” bağlamında algılamaları, ülkemiz için ayrı bir talihsizlik ve tehlikedir. 1950’lerde ülkenin ekonomik durumunu göz önünde tutarak milletvekili maaşını almayan Ankara mebusu olduğu gibi; bugünlerde akraba-i taallukatını devlet imkânlarından nemalandırmayı, Kur’an’ın “akrabalarınızı gözetin” tavsiyesine bağlayabilen muhafazakâr milletvekiline de de şahit olduk. Türkiye’de “Parti”, politik-ideolojik bir ”örgütlenme” aparatı olmaktan çok; bir karizmanın etrafında kümelenmiş “Tarikat-Cemaat” veya “Anonim Şirket” halindedir. Partililer ise, “mürit” daha doğrusu “ortak” ve “nemalanan”lardır.

Düşünmenin Üç Dinamiği ve Din

Merak, insanın etrafında beş duyusu ile idrak ettiği ve herkesin, alışkanlık ve aşina olmakla “normal” bulduğu nesne/şey ve olayların/olguların içyüzünü, mahiyetini, ne-idüğünü, nedenini bilme ve tanıma arzusudur. Ahlaki bir duygu-içerik taşımaz. İnsanı hayvandan ayıran önemli bir niteliktir. Bilim ve teknoloji, meraktan doğar. Eski Yunanistan’da Arşimet’in hamamda hamam tasının suya batmamasını merak ederek, suyun kaldırma kuvvetini bulması; Newton’un, elmaların düşmesini merak ederek, yerin çekim kuvvetini bulması, buna örnek olarak verilebilir. Bilimsel merakın doğurduğu sorular: “Bu, nedir?” ve “Bu, nasıl oluyor?” sorularıdır. Felsefi düşünme de, büyük oranda, bir “Meraklı Melahat”lıktır. Merak, -ahlaki bağlamda- misyonsuz, gayesiz, amaçsız, soru-msuz (ahlaki soru soramayan) insanın en ciddi işidir. Sanatsal yaratıcılık da, aslında bu halet-i ruhiyenin bir ürünüdür. Bu analiz, hayretli Hayri ve Hayriyelerin de, meraklı Melahat ve Mahmut olamayacağı anlamına gelmez.

Hayrete Düşmek/Taaccüp Etmek

Hayret veya taaccüp etmek, meraktan farklı olarak, herkesin “normal” karşıladığı olay ve olgulardan ahlaki bir duygulanımla şaşkınlık/hayret içine düşmek, tuhaf bulmak, “olağan-üstü” olarak görmektir. Hayreti doğuran sorular: “Bu, niçin başka türlü (kaos) değil de; böyle (düzenli) oluyor?” ve “Bu nesne/şey, niçin, yok değil de var?”dır. “Hayranlık”, bu duygudan gelir. Wittgenstein’ın: “Varlığın, ‘nasıl’ olmasındansa; ‘olması’ daha hayretamizdir” cümlesi, bu durumu ifade eder. Din, ahlaki bir duygulanım ile insanın, içinde bulunduğu Evren, Güneş Sistemi, Ekosistem ve kendinin düzenliliği-uyumu karşısında taaccüp ederek, hayrete düşerek: “Bu değirmenin ‘suyu’ nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sorması ile başlar. Bu soruyu soramayan insanlar da: “Üzümü ye; bağını sorma”, sorumsuzluk, ilgisizlik, oralı olmama, nankörlük modundadırlar. Kur’an, bu tutumu, nankörlük (küfr) ve hayvanlık olarak niteler (8/22,55). “Sen (peygamber), hayranlık duyarken/taaccüp ederken/hayrete düşerken; onlar (inkârcılar), alay ederler” (37/12) ifadesi, bu gerçeği ortaya koyar. Meraktan doğan düşünme ise: “Bu değirmenin (sistematiğin/düzenliliğin) ‘çarkı’ nasıl dönüyor?” bilimsel sorusunu sorar ve cevaplamaya çalışır. Başta insanın kendi mükemmelliği olmak üzere, Güneş Sistemi ve Ekosistem arasındaki uyumun bir lütuf, ikram, inam, ihsan, emre-amade (teshir) olmasından şükran duygusu ile bunun failini/Tanrı’yı keşfetmesi/iman, dinin temelidir. Ahlaki duygulanımdan doğan düşünme, Kur’an’da tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, teemmül, ibret, nazar, rey… olarak nitelenir. Örneğin: “…Onlar, yerin (Ekosistem) ve göklerin (Evren-Güneş sistemi) yaratılışı/düzeni/uyumu üzerine düşünerek: ‘Rabbimiz, bunları, boş yere (batılen) yaratmadın; seni eksikliklerden tenzih ederiz…’ derler” (2/191).

Kaygı/Endişe Taşımak

Kaygı/endişe, yaşarken, bizimle ilgili/ilişkili olan ve sonunu bilemediğimiz-emin olmadığımız veya sonucundan korktuğumuz olaylar-olgular karşısında hissettiğimiz duygudur. Bu duygu da insanı düşünmeye sevk eder. Özen, önem, ihtimam ile kaygı, tasa, telaş, huzursuzluk ve endişeyi bir birine karıştırmamak gerekir. Birinci duygular, bizim ile ilişkisini kavradığımız, idrak ettiğimiz, tanıdığımız kişilere veya olgulara-olaylara yönelik iken; ikinciler, emin olmadığımız, tanımadığımız, korktuğumuz kişi ve olaylara dönüktür. Heidegger, İnsanın (Dasein), “ölüme-doğru varlık” olma endişesinden (sorge), varlığa ve hemcinsine karşı bir ihtimam-özen-itina-ilgililik çıkarmaya çalışmıştır.

Kaygının İki Hali

Bu bağlamda iki düşünürün görüşlerine yer vereceğiz. Birincisi, “Din-siz” bir filozof olan ve felsefesini “Ontolojik Fenomenoloji” olarak isimlendiren Heidegger; ikincisi ise, Müslüman bir düşünür olan Fazlurrahman’dır.

Heidegger, insanı (Dasein) dünyaya “fırlatılmış”, yani fırlama, nerden geldiği bilinmeyen ve akıbetini de “ölüme (hiçliğe)-doğru varlık” olarak niteler. Başlangıç (Mebde), bilinemediği gibi; ölümüm “ötesi” (Mead) de yoktur. Bu durum, genelde (“herkeslik” olarak) insanlarda bir oyalanma, gevezelik, gününü gün etme, vurdum-duymazlık, (Kur’an’ın deyimi ile “oyun-eğlence”) halet-i ruhiyesi yaratır. Ancak, Heidegger’e göre insan, “ölümlü” olduğunu düşünürse; varlığa, insanlara karşı bir ihtimam, özen, itina, ilgi (sorge) de oluşabilir. O, bunun peşindedir; bunun oluşmasını savunur: “İhtimam, Dasein’a kendisine şeffaf olduğu, varlık hakkında doğru sorular oluşturabileceği bir zemin ve zaman hazırlar. Başka birçok fenomen, bu zeminde anlam kazanır. İhtimam, onun dünyaya ilgisini ve başkalarına dönük itinasını temellendiren temel bir yetidir. Sahih ya da gayri sahih başka eksistansiyaller (niyetler), kökensel duyum ifadeleri; arzu, iştah, meyil gibi biçimleri, korku, endişe gibi ruh halleri “ihtimam” halinin/fenomeninin sırtında taşınır… İlgi, itina ya da ihtimam görüngüleri aynı zamanda yüz çevirme, suçlama, yargılama, hatta şiddeti de içinde barındırabilir. Çünkü ontolojik düzeyde özen göstermenin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ biçimleri tanımlanamaz.” (Özgür Taburoğlu, Varlık İzleri: Işık ve Ses: Heidegger’de Temel Kavramlar. İst. 2022. S.120) Heidegger, felsefesinde “Etik”e yer vermediği için, insanın bu tutumunu Heidegger, “Varlığa çobanlık” olarak niteler.

Fransız filozof E. Levinas, Heidegger’in bu felsefesini, Yunan felsefesinin özü olarak “Ontolojik Emperyalizm”in bir devamı olarak görüp reddederek, kendi ahlak felsefesi olan “Başkalık” metafiziğini geliştirmiştir. (Bkz. Ö.Gözel. Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş). İst. 2010.)

Endişe/Kaygı, İslam’da ilk olarak -ahlaki bağlamda- hakikatin ve Tanrı’nın rızasının her tekil ilişkide veya durumda “ne” olduğunu bilme/bulma ve onu doğru olarak tercih etme kaygısıdır. İkinci olarak da, Ahiretteki durumunun, kazanan/kurtulan mı; yoksa, kaybeden ve cezayı hak eden mi olduğu konusundaki korkudur. Bu durum, Kur’an’da “Takva” olarak isimlendirilir. Takvayı Fazlurrahman, birinci bağlamı ile şöyle tanımlıyor: “Takva kavramı ile ima edilen şey, nefis muhasebesinin (Öz-eleştiri. İG) hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmeyeceğidir. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel bir şekilde nefis muhasebesine çekse de; hiçbir zaman, doğruyu seçtiğinde garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı; ‘Hümanizm’ mükemmel işler ve böylece ‘Aşkın (Allah)’a ihtiyaç kalmazdı. Fakat, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar çaba/gayret bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: A. Çiftçi. Ank.1997. S.14.) Bu bağlamda “Takva” kavramının, taaccüp etmek ve hayrete düşmekle derin bir bağlantısı vardır.

Takva kavramının ikinci anlamını ise T. İzutsu, “Allah’tan çekinin (ittekû), zira, Allah’ın azabı şiddetlidir” (5/2) ayetini yorumlarken şöyle ortaya koyar: “Bu kısa cümlede üç kelimenin (ittika, Allah, azap) birleşmesi, Kur’an’da takva kelimesinin asıl yapısını açıkça gösterir. Bu manada takva, ‘Ahiret’ ile ilgili bir kavramdır. Ahiret ile ilgili azap korkusunu ifade eder. Asıl mana budur. Sonradan, bu manadan zahit kimsenin Allah’tan korkması ve nihayet ‘dindarlık’ manaları doğmuştur.” (T. İzutsu. Kur’an’da Allah ve İnsan. Çev: S. Ateş. Ank. 1980. S. 222)

Sonuç

Hasbi ve muhasibi düşünme, varlık ve oluş karşısında insanın içine düştüğü hayret ve duyduğu hayranlıktan kaynaklanan: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusundan/sorumluluğundan doğar. “Üzümü ye; bağını sorma” sorumsuzluğu, hayvanlık derekesine düşme ve nankörlük olarak küfürdür.

Hesabi düşünme ise, varlık ve oluş karşısında doğan meraktan doğar ve bilim olarak varlıkları hesap eder/sayar (calculation). Descartes’ın başlattığı, canlı dünyaya anestezi uygulayarak ve matematikle göz-önüne getirerek (kesinlik) kurduğu mekanik dünyada insan, artık ellere sahip değildir. Nerede kaldı “kalb”e sahip olsun. “Ama o, mekanik bir robot olarak bir çift pençe taşır. Bugün, (“Tecno-city”lerde. İG) tekno-bilimin soğuk pençelerinin sırtımızda (hatta içimizde “Trans-Humanizm”. İG) gezindiğini hissediyorsak, bunda modern bilimin temelinde yatan işbu ‘Kartezyen’ dünya tasavvurunun payı yadsınamaz”. (Özkan Gözel, Heidegger’in “Dünya”sı. İst. 2022. S.123). Descartes’ın “göz-önüne” getirmeye çalıştığı varlığı; Heidegger, “El-altında” bulmaya çalışmaktadır. Bu iki meraklı Avrupalı filozof, hiç hayrete düşemedikleri için; akıllarına mahlukatın (varlığın) bir lütuf, ihsan, ikram…olabileceği gelmiyor.

Heidegger’in peşinde olduğu “Ölüme-doğru varlık” olmaktan doğmasını beklediği düşünceli/itinalı olma, ihtimam, özen gösterme ise, vatandaşı Kant’ın -Descartes’ın muakkibi olarak- bütün eksistansiyallerden/duygulardan soyutlamış “Kategorik Buyruk”u gibi, bitmesi-yeşermesi (hayat bulması) alabildiğine zor olan bir “Gazoz Ağacı” gibidir.