‘Tevhit’in Politik Alandaki Tehlikeleri Üzerine

İlahi din(ler)de Tanrı’nın tekliği ve tarih boyunca insanlığa seçtiği peygamberler aracılığı ile söyledikleri (vahiy), o andaki insanlık durumlarında ahlaki en doğru olan hakikatlerdir. İnsanlığın ahlaki gelişmesine, tekâmülüne, evrimine göre, önceki durumlar için söylediği ahlaki hükümlerin bir kısmını “nesh (uygulamayı iptal etme)” etmiş, değiştirmiş, yenilemiş ve update etmiştir (2/106, 16/101, 13/38). Kendi tavsiyelerini oluştururken de, insanların üzerinde konsensüs sağladıkları ahlaki hakikatleri almakta bir mahsur görmemiştir (Örf-maruf). Yani insanda yaratmış olduğu vicdan kapasitesinin ürünlerini hesaba katmıştır. İnsanı dışlamamıştır. İnsanlığın ıslah çabası, Tanrı ile vicdanlı insanların işbirliğiyle, el ele, kol kola yürümüştür.

Ancak vahiy kesildikten sonra, müminler, ya Tanrı’nın sözlerini işlerine geldiği gibi “tahrif” etmişler veya oluşturdukları dogmatik teolojiler ile yaşamın devingen dinamizminin doğurduğu ahlaki sorunları çözme kapasitesinden yoksun kaldıkları için Tanrı’nın “mutlak”lığını devreye sokup, onun sözlerini de mutlaklaştırmışlar; bundan da öte, kendi görüşlerini tartışmaya-itiraza kapatarak mutlaklaştırmışlar, Tanrılık taslamışlar, totaliter/otoriter ve karizmatik bir eda ile insanlığa şiddet, zor ve terör uygulamışlardır. Din-iman, soru/sual sormak ve “düşünceli (ahlaklı-mesuliyet) olmaktır. Tersi kör inanç, taklit, çaresiz teslimiyet ve dogmatizm olarak ahlaksızlıktır.

Bu durum, en tehlikeli sonuçlarını, devlet aygıtını elinde tutan ve kendini dogmatik olarak din ile dolayımlayan siyaset alanında görülür. Hristiyanlıkta “Kilise”nin kendini Tanrı (Hz. İsa) nın bedenlenmiş hali olarak görüp; devlete hükmettiği zamanlarda yaşanmıştır. Örneğin: Fransız kıralı 14. Louis: “Devlet, benim (L’ Etat cest moi); Tek kral, Tek yas ve Tek inanç” demişti. İslam tarihinde de durum yaklaşık olarak benzerdir. Abbasi Halifeleri, kendilerini Tanrı’nın Gölgesi (Zıllullah); Şii imamlar da kendilerini Allah’ın Delili (Huccetullah), Yol Göstereni (Mehdi) veya Allah’ın İşareti/izi (Ayetullah) yani onun “temsilcisi” olarak görmüşlerdir. “Halife” kavramı da, dinsel olarak, Hz. Muhammed’in “temsilcisi” olarak görülmüştür.

Tevhit, Vahdet, Ehadiyet (teklik, birlik, bütünlük) gibi vurgular ancak, Allah’ın şahsiyeti söz konusu olduğunda anlamlıdır. Siyaset alanında son derece tehlikelidir. Toplumsal adalet ve eşitlik, hukukla siyasal erk tarafından sağlanır; ancak “birlik”, “bütünlük”, kendiliğinden “oluşması” istenir, umulur, arzu ve tavsiye edilebilir; yapılmaz, sağlanmaz, zorlanmaz. O takdirde şiddet ve totalitarizm ortaya çıkar.

İslam’ın uygulaması da, tarihte sivil (Tarikat) veya siyasal (Hilafet) örgütlü bürokratik bir yapıya dönüşmüştür. Böylesi örgütlü dinsel/bürokratik yapıların sosyal psikolojisini Erich Fromm şöyle tasvir eder: “İster ilkel kabilesel, ister ulusal, isterse de dinsel yapıda olsunlar, örgütsel/cemaatsel yapıların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Müntesiplerini, kendi örgüt/cemaatlerinin dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için, müntesiplerinin doğasında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için kendi grubunun ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince, şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin, kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler. Bütün büyük dinlerin, bir din bürokrasisince yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, зev: Ş. Alpagut, İst, 1990, s 82).

Oysa bilindiği gibi, Kur’an, politik hayatta sorunları “emanet” olarak görmek, emaneti ehline vermek, adalet ve şura ilkeleri doğrultusunda çözülmesini istemiştir. Yani provakatif bir ifade ile siyasi alanda esas olan şirktir, iştiraktir, ortaklıktır. Şura ilkesi, bunu gerektirir. Ortak akıl ve oydaşma ile kurum kurmak, kural (hukuk) geliştirmektir. Demokrasi kavramı da, bunu ifade eder. Kuvvetler ayrılığı yani yasama, yürütme ve yargı kurumlarının birbirinden ayrılması ve aralarında bir denetleme ve dengenin kurulması, insanlığın geliştirdiği hayırhah bir düşünsel, ahlaki ve siyasi kurumdur.

Günlük (Real) politikada dini değer, sembol ve kavramlara (Örneğin: Allah/Tevhit, İslam, Şeriat, Hz. Muhammed/Hadis-Sünnet…) aleni atıf yapmanın doğurduğu kaçınılmaz bazı problemler mevcuttur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1- Dogmatizm: Tanrının mutlaklığına inanan müminler, onun söylemlerinin (vahiy) de mutlak olduğuna inanmakta ve kendi “yorum”larını, yüzde yüz olarak Tanrı’nın görüşü olarak görebilmektedirler. Hristiyanlıkta Kilise, İslam’da Hariciler, günümüzde İŞİD ve Tarikatlar (“Gavs’ın sözü, Allah’ın sözü gibidir.”) bunun tipik örnekleridir. 2- Din İstismarı: Dinin değerlerine sözde/görünüşte değer verdiğini söyleyen bazıları, bunları kullanarak kendine çıkar, güç, prestij temin edebilmektedir. Muaviye’nin, Hz. Ali ile olan savaşında “Aramızda Kur’an hakem olsun” diyerek, askerlerinin mızrakları ucuna Kur’an yaprakları taktırması gibi. 3- Şiddet ve İç savaş: Mutlak hakikatin kendinde olduğuna inana mümin, Tanrı rızası için, kendi gibi düşünmeyenleri “tekfir” ederek onlara karşı rahatça şiddet ve zor kullanabilmektedir. İslam’ın erken dönemindeki “ Büyük Fitne (İç-savaş)” ve Kilisenin orta çağda yarattığı “Din Savaşları”nda olduğu gibi.

Bu tehlikelerden kaçınabilmek için, benim teklifim, günlük siyasal dilin kamu maslahatı, ahlak, adalet, akıl ile temellendirilmesidir. Bu, hem İslam’a uygundur; Hem de Kamu maslahatına.

Çağdaş İslam dünyasında Demokrasi, -eğer kabul edilebilirse- en fazla, seçim/sandık (%50+1) ile Tek-adama/lidere/karizmaya tam yetki vermek olarak işliyor. 19. Yüzyılın başında Batıdaki bu tip demokrasilere, siyaset bilimci Maurice Duverger. “Seçilmiş Krallar” demişti. Demokrasi, ikinci Dünya savaşından sonra Batıda hayli gelişti. Bizim gibi kurum-kural, ortak akıl, istişare, ortak karar alma yeteneklerin gelişmediği toplumlarda; bilgisinden kuşku duymayan, bilmeyen (cahil), bilmediğini bilmeyen (cehl-i mürekkeb) cesur siyasetçiler türetiyor. Oysa 2500 yıl önce Sokrates, onca bilgeliğine rağmen: “Bilmediğimi biliyorum.” diyebilmişti.

Siyaset kendini Din, Tanrı, Hakikat ile dolayımladığında, başta hukuk olmak üzere, din, bilim, iktisat, sanat… alanlarını kendi kontrolüne almaya çalışır. Çünkü dolayımlandığı kavramlar, doğaları gereği total, mutlak, tümel, tekçi ve kesin karakterlidir (“Nas var; Nas”).

Dinsel motivasyonlu veya değil, totaliter/otoriter yönetimlerde -parti içi veya değil-, lidere/karizmaya/otoritere karşı muhalefet veya fikir beyanı, en hafifinden: “Başkalarına şirin gözükmek”, “Çatlak ses”; ağırından ise “Fitne-Fesat çıkarmak”, “İhanet etmek” olarak algılanır. “Teklik” ve “Birlik” vurguları yoğunlaşır. Örneğin: Sayın Erdoğan’ın: “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Vatan” vurgularının, Türkiye’ye has haklı olan “Bölücülük” korkusundan kaynaklanan bir politik bağlamı olsa da; bizzat kendinden kaynaklanan bir “Güç İstenci” şuuraltı da mevcut olsa gerek. Yine onun: “Bir olacağız; iri olacağız; diri olacağız; hep birlikte “Türkiye” olacağız” sloganı da, ciddi düzeyde şuuraltından kendi “Güç İstenci”ni ve “Kesin Hakikat”i haiz olduğu algısını yansıtmaktadır. Ayrıca, son yirmi yılda Türkiye’de devasa kamu binaları (Şehir Hastahaneleri, Adliye Binaları, Bakanlık, Valilik, en uzun bayrak direkleri, en büyük bayraklar…) veya özel sektör AVM ler, Rezidanslar, İş Merkezleri, Kuleler yapılması, “teklik, büyüklük, güçlülük” psikolojisinin görsel-mimari yansımalarıdır. Bu “Büyüklük” kompleksinin şuuraltında –bana göre yersiz- bir “Batıya kafa tutma” psikolojisi de olabilir. Ben ise, kurumlarda-nesnelerde devasalık-hantallık yerine; etkinlik, estetiklik, nitelik ve işlevselliğin daha doğru olduğu kanaatindeyim.
Sonuç olarak, siyasetin “din” olarak değil, “dil” olarak; “iman” olarak değil, dogmatik “itikad” olarak laikleştirilmesi (din diline başvurulmaması), çoğullaştırılması/ortak-akıllaştırılması ve kurumsallaştırılması gerekir.

Modern Dünyada Vicdan-Din: Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor?

Günlerdir dünya medyasında ve Türk medyasında “Filistin Olayı”nın nedeni üzerine yazılıp-çizilen ve konuşulan şeylerin “Çağın Ruhu”ndan (Zeit-Geist) kopuk derinliksizliği ve temelsizliği; konuşmacıların yüzlerinde ve ses tonlarında zerre miktarı acı-sızı-hüzün (vicdan) olmayan pornografik analiz-konuşma şehveti, bunun nedenini arayan yazımı biraz uzun tutmama sebep oldu. Okuyuculardan şimdiden özür dilerim.

Din ve Şiddet

Hz. Adem’in çocuklarından Habil’in şiddeti/öldürmeyi reddetmesi (5/28-29), İsrailoğulları için Tevrat’ta: “Haksız yere bir insanı öldürmenin, bütün insanlığı öldürmek; bir insanı yaşatmanın da, bütün insanlığı yaşatmak gibi olduğu” (5/32) ve Tevrat’ın ilk emrinin “Öldürmeyeceksin” ( Çıkış-20/13) olması; Hz. İsa’nın hayatı boyunca kategorik olarak barışı, affetmeyi, sevgiyi, merhameti savunması (İnciller); Kur’an’da savunma/korunma savaşı (Kıtal-Cihat) dışında (60/7-9) yine sulhun-salahın, selamın, selametin savunulması, Nebi Nuh ve Hz. İbrahim çizgisindeki ilahi dinin asıl davasının, insanın doğasındaki şiddeti bastırmak, geriletmek, reddetmek ve barışı savunmak olduğu söylenebilir. Muharref Tevrat’taki teolojik şiddet ve terörün, Yahudilerin siyasal tarihte -biraz da rahat durmamaları sonucu- bulundukları siyasal hegemonyalardan (Mısır-Babil-Roma) sürülmeleri sonucu ortaya çıkmış olması, kuvvetle muhtemeldir. Spinoza’nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eseri, bu konuda doyurucu bilgiler vermektedir. Benzer bir durum, Ortaçağ’da İspanya’da ve 20’nci yüzyılın başında Nazi Almanya’sında yaşandı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Amerika tarafından kurulan “İsrail” devletinin, din/teoloji soslu (Arz-ı Mevûd) bir şiddet/terör makinası haline gelmesinin, tarihsel-kültürel bir arka planı mevcuttur. Filistinli Arapların, İsrail tarafından yerlerinden sürülmeleri, katliama tabi tutulmaları (Sabra-Şatilla…) ve aşağılanmaları, onların da şiddete başvurmalarını haklılaştırmakta ve ölümü-öldürmeyi kutsallaştırmaktadır (şehadet). “Kudüs ve Mescid-i Aksa”nın -kutsiyeti değil- “Bereketi”,  Hz. İbrahim’in çağrısına uygun olmayan bir çekişmeye veya komşuların “Kan Davası”na dönmüş durumda. Hâsılı, dogmatik teolojisiz bir üçüncü göz (vicdan) arabulucu olmadıkça; sorun, kıyamete kadar sürecek gibi.

Belli ki, şiddete maruz kalma, dindarlarda zamanla şiddeti meşrulaştırma/kutsama yönünde bir etki yaratabilmektedir. Hz. İsa’nın Roma tarafından çarmıha gerilerek öldürülmesi, zamanla Latin halkların genetiğinde olan güç istenci tutkusunun (Roma), Katolik Kilisesi’nde ölüm ve şiddet üzerinden bir teolojinin ortaya çıkmasını doğurdu (Ortaçağ-din savaşları). Benzer bir şekilde, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in öldürülmesi, Şia mezhebinde şiddeti kutsayan bir halet-i ruhiye doğurdu. Haricilerin ve Sünnilerin (Emevi-Abbasi) yaratmış olduğu politik şiddet ise, dinsel olmaktan ziyade, Arap Antropolojisi ile ilgilidir. Türklerin siyasal “Fütuhatçı”lıkları ise, “Asker” ve “Göçebe” oluşları ile ilgili olsa gerek (Gaza-Gasp-Ganimet). Demem o ki, ilahi dinin (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) tarihindeki şiddet/savaş/terör/katliam, teolojik (Tanrısal) olmaktan çok; antropolojik ve politiktir. Maalesef, Tanrı’nın, vahiy tarihi boyunca yaptığı “Darusselam” çağrısı (10/25), müminler nezdinde pek itibar görmemiştir.

Modernite ve Şiddet

Milattan sonra 4’üncü yüzyıl ile 16’ncı yüzyıllar arasındaki Kilise/Hristiyanlık parantezinden sonra, Aydınlanma/Rönesans-Reform, Bilim-Teknoloji ve Kapitalizm-Ulus Devlet olarak yeniden çiçeklenip dünyayı hegemonyasına alan Batı kültürüne gelecek olursak, Alman filozofu ve medeniyet tarihçisi Walter Schubart, bu kültürü şöyle tasvir ediyor: “Kahraman kültür-zihniyeti ve insanı, dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik güvenciyle, benlik gurur ve erk tutkusu (“Güç İstenci”-Nietzsche) ile doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar; ona efendilik etmek (egemen olmak) ve onu kendi planlarına göre kalıplamak ister. Dünyaya Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme, onun kaderidir; “Kahramanlık”, başlıca yaşam duygusu; Tragedya ise, amacıdır. Böyle bir dünyada, özellikle böyle bir kültür ve insanda her şey dinamiktir.

Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometheus gibi, Kahraman insan, her güce ve her Tanrı’ya meydan okur. Etkindir, gergindir ve alabildiğine enerjiktir. Buna uygun olarak, Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları özellikle dinamik, hareketli ve etkindir. Roma erkinin doruğunda Roma dünyası, kendini böyle hissetmiştir. 16’ncı yüzyıldan sonraki Germen-Roma Batısı’nda da bu prototip egemen olmuştur. Son 400 yılın Prometheusçu Batı kültürü ve insanı, bu prototipin iyi bir örneğidir.” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev. Mete Tuncay. Ank. 1972. S.117)

Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” sözünü, yukarda saydığımız ve son 300 yılda Batı’da meydana gelen Aydınlanma/Rönesans, Reform, Bilim-Teknoloji, Kapitalizm, Endüstri Devrimi, Ulus Devlet/Milliyetçilik, İki Dünya Savaşı… olaylarının Metafizik/Ontolojik Çanağını (Fikr-i Müdiri) “Hiççilik”, “Ebedi Dönüş” ve “Güç İstenci” olarak yorumlar: “Hiççilik, Nietzsche’nin bildiği, geçen yüzyılda egemen olan, şimdiki yüzyılı da belirleyen tarihsel bir akımın adlarından biridir. Nietzsche, bu akımın yorumunu kısa bir cümlede topladı: “Tanrı Öldü”. Nietzsche’nin sözü, Batı tarihinin 2.000 yıldır süregelen yazgısını dile getirir.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü. Çev: Levent Özşar. Bursa. 2001. S. 14-15). Nietzsche’nin kendisi, bu sözün derin anlamını kendisi yorumlar: “Bu tekinsiz olagelme, daha yolda, yolculuğunu sürdürüyor. O daha hâlâ (henüz) insanların kulağına ulaşmadı. (Örneğin): Şimşeğin de gök gürültüsünün de (gerçekleşmesinden sonra görülmesinin, duyulmasının) zamanı vardır. Yıldızların ışığının, (yeryüzüne ulaşmasının) zamanı var. Siz bir şey yaptıktan sonra da, onun bilinmesinin-duyulmasının zamanı vardır. Bu eylem, onlara hâlâ en uzak yıldızlardan bile uzak; ama yine de bunu onlar yaptı” (s. 17).  Özünde düşünüldüğünde, “Hiççilik”, daha çok Batı tarihinin temel olayıdır. Hiççilik, öyle bir derinlik gösterir ki, onun yayılması, olsa olsa dünyanın yıkımıyla sonuçlanabilir. Hiççilik, Yeni Çağın güç dünyasına çekilen yeryüzü halklarının dünya tarihi hareketidir. Bundan dolayı, o, (salt) şimdiki çağa özgü bir görüngü değildir. O yüzyılda Hiççiliğe keskin bir göz atılmış; “Hiççilik” adı kullanılmış olsa da, o 19’uncu yüzyılda üretilmemiştir. Hiççilik, bu çağın ürünü olmadığı gibi; düşünürleri, yazarları Hiççilikten açık açık söz eden tek tek ulusların ürünü de değildir. Kendini Hiççilikten kurtardığını sanan biri, belki de onun yayılmasını en temelli bir biçimde sürdürmektedir (s.19). “ Burada ‘Hiç’, duyuüstü, bağlayıcı, ahlaki yükümlülük getiren bir dünyanın yok oluşunu gösterir” (s. 18).

Özetle Tanrı’da, dinde, ruhta, kalpte yoğunlaşan vicdanın, ahlakın, merhametin, adaletin, ötekinin, paylaşmanın kökünün kurumaya başlaması; dinlerin temel telosu olan “Olgunlaşma” yerine; “Sahip olma”nın ikamesidir. “Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi” ile Güç İstencinin, zekânın, beynin, içgüdünün, arzunun, hazzın, hızın, tekniğin-dijitalin tekerleğinin “Ebedi Dönüşü” hızlanmıştır.

Rusya (Ortodoksluk) ve Çin (Budizm-Konfüçyanizm), dinsel genetiklerine rağmen; Marxizm’in Tanrı’nın ölümünü bir ara ideoloji olarak tescilleyen “Komünizmi” (Materyalizm) uygulayıp bir müddet eylendikten, gevşedikten sonra Kapitalizme evrildiler. Japonya, Batı ile aynı tarihlerde teknoloji tekerleğini döndürmeye başlamıştı. “Zahit Kültür” ve insan prototipinin tek örneği olup “Doğu”nun bir parçası olan Hindistan (Hinduizm) da, İngilizlerin şiddetinin zorlaması ile kervana katıldı. Hâsılı Doğu, toptan ve tedrici olarak kestane doğal kabuğundan çıkıp (ona tükürerek); Batı’nın icat ettiği Kapitalist yaşam tarzını, teknolojik-dijital elbiseyi giydi.

Şiddetin Küresel Topolojisi

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatacak olan Nazizm’in/Faşizmin politik ve hukuk filozofu Carl Schmitt’in “Şiddet Topolojisi”ni Güney Kore kökenli Alman filozofu Byung-Chul Han şöyle tasvir eder: “Schmitt’e göre politikada mesele karar almaktır; karar alma mücadelesidir; evet, karar almanın keskin şiddetidir. Karar, tartışmayı fuzuli kılar. Heidegger olsa şunu eklerdi: Man (herkes/kitle) tartışır. Tartışma karar gücünden, kararı tanımlayan o vurucu güçten yoksundur. Schmitt, bu yüzden, tartışmadan küçümseyerek söz eder: ‘Böylece aslen siyasi bir kavram olarak mücadele, liberal düşüncede tartışmaya dönüşüyor…; net bir kararın yerini…bitmez tükenmez rekabet ve tartışmalar alıyor.’ Bilindiği gibi Schmitt, parlamenter rejimin kararlı muhalifiydi. ‘Parlamento’ sözcüğü Fransızcada ‘konuşmak’ anlamındaki parler’den geliyor. İnsanların birbirleri ile konuşması, evet tartışması, politikanın özüdür. Sadece diktatörlük, hiçbir tartışmaya ihtiyaç duymaz. Dil’i, emre indirger. Ama emretmek, parler değildir. Schmitt’e göre, dilin parlamentolaşması, hatta ruhun parlamentolaşması, çöküş anlamına gelirdi. Schmitt’in ruhunda parler’in uzunluğuna ve açıklığına katlanacak sabır yoktur. Onun gözünde parler, bir türlü bitmek bilmeyen ve nihai sonuca varmayan ‘palavra’ya indirgenir. ‘Karar’ anlamına gelen Dezision, Latincede ‘kesmek’ anlamındaki decidere’den gelir. Ötekinin, düşmanın boğazını kesilerek alınacaktır karar. Ötekinin sözü kesilecektir. Dezision, kılıçla alınan dolaysız karardır. Şiddete dayanır. Politikanın aracı olarak tartışma ise, bambaşka bir ‘Ruh’ a aittir.” (Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi. Çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2015. S. 51)

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da, iç politikada böyle bir “Liberal-Demokrat” ruhun gelişmeye başladığını ve bir müddet etkili olduğunu biliyoruz. Dış politikada ise, “Avrupa Merkezci”, Nietzsche’nin deyimi ile “Sarışın Canavar”, ırkçı bir politikanın hep egemen olduğunu hepimiz biliyoruz. Kendi tabiatın avcı hayvan ise; ötekini ya “av” veya “rakip-düşman” olarak görürsün. Birleşmiş Milletler ile İsrail’in kuruluşunun aynı tarihlerde olması; BM’nin, uluslararası hukukun, ‘Güç İstenci’nin galiplerinin hegemonyasında (Güvenlik Konseyi-Beş Daimî Üye) hadım doğmasını; ABD’nin dünya jandarmalığını ve İsrail’in pervasızlığını ifade eder.

Fransız düşünür Jean Baudrillard, şiddet sarmalının küreselleşmesini, yani “terörizmin viral şiddetini” günümüzün şiddet biçimine geneller. Buna göre “İslami terörizm”, bunun farklı versiyonlarından biridir sadece. Sahnede bir “teröre karşı terör” vardır. Kendisi, “olağanüstü şiddet” üzerine gelişen küreselleşmenin terörünün karşısında tikelleşmiş bir terör. Terörizmin “her yerde” ve “her birimizin içinde” olduğunu söyler. Terörizm, her önüne gelen aktörü sanal suç ortağı haline getirip kullanmaktadır. Her yerde hissedilebilir ve insanların uyguladığı şiddet de olsa, kaza veya doğal afet biçiminde de olsa, şiddetin her şeklinin ardında (terör) görünürdür. Küreselliğin çözen, dağıtan ve homojenleştiren şiddeti her yerde heterojen, yalnız farklı olmakla kalmayıp; antagonist ve karşı konulmaz bazı güçler açığa çıkarmaktadır.” (Şiddetin Tipolojisi, s. 99)

Sonuç

Prometheusçu-Kahraman/Seküler kültür ve insan prototipi, gezegeni büyük ölçüde etkisi altına almış durumdadır. Tanrı’nın öldürülmesinin semptomları giderek artmaktadır. Nietzsche’nin selamlayarak yaptığı: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmekten gelenlerin” uyarısı acı/zakkum meyvelerini vermeye başladı. Heidegger’in dikkat çektiği, Dasein’ın (insan varlığın), doğal varlığı stok, rezerv, kaynak, teçhizat… olarak gördüğü teknolojik/dijital açılımı, kendini Güç İstenci/Narsisizm, Nihilizm/Hiççilik yani Post-Modernizm, Post-Humanizm, Post-Truth olarak meşrulaştırmaktadır. Yahudiliğin tahrif edilmiş; Hristiyanlığın iğdiş edilmiş teolojilerinin, modern dünyaya bir mukabelede bulunmasını geçin; onunla nasıl aynileştikleri de büyük ölçüde ortada. İslam’a gelince, evrensel mesajı -Allah’a şükür” tahrif olmadan elimizde (Kur’an) olsa da-; Allah’ın Kur’an’da defaatle uyarmasına rağmen (8/21, 10/95, 16/92 28/86…); “Kitap Ehli”nin durumuna düşmüş; yaratılan ve dogmatikleştirilen teolojinin (Sünnilik-Şiilik), mesajın asaletine mümasil olmayan teorisi ve pratiğin içler acısı durumu ortadadır. Müslümanlarda ve insanlıkta vicdan henüz tamamen ölmemiş/sönmemiş olsa da; Batı’nın yeryüzünde yaratmış olduğu büyük politik canavarlıklara, vahşete, katliama, teröre engel olamıyor. Son Filistin katliamı, bunun aleni bir örneği olarak herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Vicdanı diriltmekten ve daha sonra Tanrı’yı yardıma çağırmaktan başka çıkar yol yoktur. Tanrı’nın rahmetinden de, insanlıktan da umut kesilmez.

Rabbani-Melekî Hukuk ve Şeytanî-Rahmanî Siyaset

1- RABBANİ-MELEKÎ HUKUK

Hukuk, Hakk’ın çoğulu olarak pür ahlaki-doğru/pozitif bir kavramdır. Hakk, Allah’ın isim ve sıfatıdır. Kanun, hak olabileceği gibi; batıl da olabilir. Yasa/kanun, hakkaniyete-ahlaka, vicdana, adalete dayanıyorsa, bunları ihkak ediyorsa, Hukuktur; etmiyorsa zulümdür. Hukuk, Yeryüzündeki “Tanrılık”tır. Allah’ın “Rabb”lık sıfatının tecellisidir: “Peygamberler, halka: “Kitabı öğrenenler ve onu detaylıca çalışanlar olarak Rabbaniler olun” derler.” (3/79). Hukukun kategorik olarak “Melekî” olması da, meleklerin Allah’ın emrinde olup insanlar için hep hayırhah ve doğru-ahlaki işler yapmalarındandır. Hukukun vicdandan/ahlaktan ayrıldığı nokta, yasa/kanun halinde ifade edilmesi; ilgili herkesi bağlaması ve zorlayıcı olmasıdır. Hukukun arkasında zorlayıcı bir güç/şiddet kullanıcı olarak kendi de ahlak ve hukuk ile sınırlanmış “Devlet” vardır. Devletin meşruiyeti, herkesin güvenliğini ve maslahatını temin etmeye çalışan tüzel bir kişilik olmasıdır. Hakkaniyete dayanan kanun/yasa yapmaktan daha önemlisi, yasayı uygulayanların ve ona muhatap olanların hukuka uymaları, ona boyun eğmeleridir. Yasa/kanun, adil-hakkaniyetli olmayabilir veya zamanla bu işlevini yitirip değiştirilmesi gerekebilir. Ancak, meşru prosedürlerle o yasa değiştirilinceye kadar ona uymak, herkesin üzerinde konsensüs sağladığı bir hukuk/hakkaniyet ilkesidir. Bu yapılmadığı takdirde, o zaman anarşi, kaos ve mafyalaşma başlar.

Fransız hukuk düşünürü Frederic Bastiat’ın deyimi ile “Hayat/Kişilik/Onur, Özgürlük ve Mülkiyet, insanlar yasa yaptığı için değil; aksine, ezelden beri var olan bu unsurların kendisi, insanı hukuk yapmaya sevk etmiştir.” (F. Bastiat, Hukuk, çev: A. Yayla ve Y. Arsan, Ank, 2017, s. 13). “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik, hukukun bozulmasının sebebidir.” (s. 17). ”Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak, tek başlarına bu bozulma eğilimini durdurabilmişlerdir.” (s. 18). “Hukukun temel amacı, kolektif gücün, soygunu çalışmaya tercih ettiren beşerî eğilimi (içgüdü) durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, bir insan veya insan gurubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı; gerekli gücü temin etme görevi de kanunları yapan iradeye bırakılacaktır. İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çaba (emek-çalışma) ile karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir.” (s. 18).

2- RAHMANİ-ŞEYTANİ SİYASET

Siyaset, toplumun Anayasal/hukuki çerçevede yönetilmesi ve hukukun icra edilmesidir. Siyasetin amacı, toplumun iç ve dış güvenliğini sağlamaktır. Siyaset, “pratik ahlak” olarak dinamik bir süreçtir. Rahmani siyaset, toplumun varlığını, devamını ve güvenliğini ahlaki çerçevede korumaktır. Rahmani siyaset, kendini ahlaki kurallar ile sınırlayan (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) Allah’ı yansılamaktır. Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davut ve Hz. Muhammed, bunun örnekleridir. Toplum dinsel, dilsel ve ırksal olarak “türdeş” olmak zorunda değildir. Devletin dini/mezhebi olmaz (Laiklik); devletin/yönetimin dini adalettir. İdeolojik (seküler)-dinsel devlet- mutlak hakikatin kendi uhdesinde olduğu vehmi/zannı ile zulüm-şiddet yaratabilir.

Dış Siyaset alanında genellikle “Kurtlarla Dans (“İnsan İnsanın kurdudur”) veya “Kurt Kanunu (Düşeni Yerler)” geçerli olduğu için, bu duruma göre aşık atmak; yani “Avcı” olmamak (Hayvanlık-Zulüm); ancak, av-kurban da olmamak asıldır. Kurt kanunu siyaseti, şeytaniliktir. Kendini hukuk ve ahlak ile sınırlamayan; mutlak güç istenci olarak Tanrılık taslayan tüm siyasetler (Firavunlar, Neronlar, Hitler, Stalin, ABD…) şeytanlıktır.

İç-siyaset, toplumun iç güvenliğini/barışını sağlamak ve adaleti tesis etmektir. İç siyaseti kurnazlık, kumpas, yalan-dolan, takiyye… olarak yapmak şeytanlıktır. Siyaset, Demokratik toplumlarda halkın rızası/oyu/onayı alınarak yapılır. Siyasi kadro ve Bürokrasi, görevlerini Anayasal çerçevede icra ederler. Kuvvetler ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı) esastır. Devlet, ortak akıl ve oydaşma ile oluşturulmuş kurum ve kurallar ile yönetilir. Devletin şeffaf ve denetlenebilir olması asıldır. Kimse, kendine kanun ile verilmiş yetkinin dışında bir güç vehmedemez; iş ve icrada bulunamaz. Kitabına uyduramaz, Hile-i şeriyye yapamaz. Olağan üstü dönemler için öngörülen Kanun/Hukuk hükmünde “Kararname” çıkarma yetkisi, su-i istimal edilemez.

3- SONUÇ

Bilim, hukuk ve din kurumları, siyasal erkin dışında ve devlete bağlı olarak faaliyet göstermelidir. Buraları, ancak vicdanı hür, irfanı hür insanlar deruhte etmelidir. Bu kurumların başı, göğe değmelidir; siyasal iktidarın eteklerine değil. Bu kurumlar özgür bir şekilde vazifelerini yaptıkları takdirde toplum gelişir ve medenileşir. Bu kurumlar, siyasal erkin emrine boyun eğerse; toplum çürür, paçozlaşır, bayağılaşır. Çünkü siyaset, doğası gereği ihtiras-istismar içerir. Siyasetin, fazla önemsenerek ve genişletilerek her şeye sirayet etmesi, toplumun dengesini bozar. Medeni bir toplumda siyaset, -kurumsal ve kültürel yapılar yerli yerine oturmuş olacağı için- sınırlı bir etki ve uğraş alanıdır. Herkes, her gün siyaset yapmaz, siyaset konuşmaz. Siyaset, en itibarlı ve kişisel-zümresel çıkar temin eden bir iş-uğraş değildir. Bu, bir tür hastalık semptomudur.

Sayın Cumhurbaşkanımız, mevcut anayasanın “Darbe anayasası” olduğu gerekçesi ile bunun değiştirilmesini ve yeni sivil bir anayasa yapılmasını öneriyor. Bu talep, -zamanlamasından bağımsız olarak- özünde doğru bir taleptir. Bunun kadar, hatta bundan daha önemli olan husus ise, mevcut Anayasaya ve yapılacak yeni Anayasaya hem yasa yapıcıların hem de herkesin, hakkı ile harfiyen uymasıdır. Yasa-Hukuk yapmak, keyfiliğe kıyasla bir erdemdir; -beğenilmiyorsa, yenisi yapılıncaya kadar-yasaya/hukuka uymak, boyun eğmek ise, ondan daha fazla bir erdemdir.

Ayrıca şu hususa da dikkat çekmek gerekiyor. Şimdiye kadar 1982 Anayasasının dokunulmadık yeri ve neredeyse değiştirilmedik maddesi kalmadı ve bu değişikliklerin büyük bölümü de son yirmi yılda yapıldı. O halde, yeni bir Anayasa yapmaktan asıl murat nedir? Mevcut Anayasanın “Dibace”si ile ilgili bir sorun mu var?

Başkan-Saray-Bürokrasi “Teslis”i

İmparator, Kral, Firavun, Melik, Sultan, Padişah, Hükümdar ve Hakan veya bunlarla dolayımlanan “Devlet”, insanlık tarihinde uzun süre “Tanrılık” veya onun yeryüzündeki “gölgesi “olarak algılandı; “Tanrılık” rolü oynadı. Örneğin: Hegel, devleti, Tanrı’nın (Tinin/Geist) yeryüzündeki tecessümü olarak gördü. Abbasi ve Osmanlı Halifeleri, kendilerini “Zıllullah” olarak gördüler. Firavunlardan biri: “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (79/24) dedi.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında “zor” la değil, “seçim” ile gelen diktatörlükler/krallıklar (Duverger) kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ve Amerika’da “Demokrasi” ve “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkeleri, Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Anayasal Demokrasi gelişti. Liberal Teori, devletin kutsiyetini ve büyüklüğünü eleştirdi. “Gece Bekçisi/Minimal Devlet” fikri ortaya atıldı. Devlet, ortak akıl ile kurulan kurum, kural ve hukuki yapıların toplamı olarak kamu maslahatını (güvenlik-gönenç) temin eden ve herkesi “temsil” eden şeffaf, denetlenebilir bir yapıya dönüştürüldü. Adaleti temin ettiği sürece böyle bir devlet, Tanrı’nın “Rahmaniyet”inin tecellisi olarak görülebilir. Kur’an, “Şura” ilkesi ile böyle bir devlete kapı açmıştı; Müslümanlar, buna iltifat etmeyerek, çağın ruhuna kolayca teslim oldular.

Ancak, geleneksel dinsel kültürün (kutsiyet) ve kişi kültünün (karizma) egemen olduğu Doğu ve İslam toplumlarında bu gelişmeler olmadı. Devlet, hâlâ olabildiğine büyük ve totaliter olduğu gibi; karizmatik bir lider (kişi kültü) ile de kolayca dolayımlanabiliyor. Lider, bazı toplumlarda zorla (devrim, ihtilal, darbe) işbaşına gelirken; bazı toplumlarda da seçim ile yetkilendirilebiliyor. Kitleler, sorumluluk üstlenerek kallavi sorunlarının çözümünü ortak akıl, kural ve kurum yerine bir kişiye havale etme tembelliğini, sorumsuzluğunu gösterebiliyorlar.

Osmanlı’nın yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, zorla/devrimle bir Tek Parti ve Tek-Adam devleti olarak “Cumhuriyet” formunda kuruldu. İki “parti” kuruldu ve “karşı devrim” korkusu ile hemen kapatıldı. 1950’lerden sonra demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin vesayetinde ve darbelerle 2000’li yıllara geldik. 2000’li yılların başında kurulan AK Parti, demokrasiyi daha da geliştirme iddiası ile işbaşına geldi. İlk 10 yılda da, bu yönde ciddi adımlar atıldı. Bu süreç içinde The Cemaat ile -muhafazakârlık ortak paydasında- iş birliğine girerek legal-illegal yöntemlerle “Askeri Vesayeti” gerilettiler. Daha sonra, kendi aralarında iktidar çatışması (15-Temmuz) yaşayarak Cemaat, “FETÖ” olarak diskalifiye edildi. Bundan sonra, “Başkanlık” sistemine geçildi. Bu süreç içinde R.T. Erdoğan da partiyi tümden ele geçirerek karizmasını/liderliğini pekiştirdi.

Böylece Başkan, Saray (danışmanlar) ve Bürokrasi arasında “Teslis”e benzer bir durum/yapı oluşturuldu. Teslis’de ‘Baba’yı sayın Erdoğan; ‘Kutsal Ruh’u Saray danışmanları (Karadenizlilik); ‘Oğul’u da Bürokrasi temsil etmektedir. Seçilmiş olmak, Baba’ya geleneksel “Hilafet-Saltanat” genetiğinden gelen, kurum ve kuralların ötesinde mutlak bir güç kullanma meşruiyeti vermektedir. Çünkü, sayın Erdoğan, mevcut Anayasa’yı -daha gerilere gitmeyelim- 1980 darbesini yapan darbecilerin işi ve (zımnen) gayrimeşru olarak gördüğü için, İslam’ı/hakikati temsil zannı/iddiası ile kendini, mevcut kurumsal-hukuki yapıya uymakla mükellef görmüyor. Herkesin ağzına pelesenk olan “Hukuk Bitti” olgusunun arkasında yatan gerçek budur. Bu sürece eşlik eden iktisadi “Sermaye Transferi” veya -uzun süreden beri kılıcı düştüğü için- içe dönük “Fetih ve Ganimet” mevzusuna girmek istemiyorum, bu ayrı bir mevzu.

Saray danışmanlarının, ‘Baba’dan aldıkları yetki ile -çoğu durumda ‘Baba’nın haberi olmadan- Cahiliye dönemindeki putların “şefaat” yetkisine (10/18) benzer bir yetki kullanarak yapmadıkları “iş” olmadığı gibi; emretmedikleri, sözlerini geçirmedikleri kimse ve açmadıkları kapı da yoktur. ‘Oğul’ rolündeki Bürokrasiye gelecek olursak, onlar da Baba’nın görevlendirdiği/atadığı kişiler olarak, Baba’yı “olduğu gibi” taklit etmektedirler. Oğul’un bedeninin tecessüm etmiş hali olarak “Kilise”nin (Bürokratik Oligarşi), inananlara -ve inanmayanlara- neler ettiğini herkes biliyor. “Hal, sâridir” ve “Kır atın yanında duran ya suyundan alır ya da tüyünden alır” atasözlerinde olduğu gibi; kendi altlarına karşı istediklerini yapmaktadırlar. Kilisede kişi narsisizmi ile Tanrı (Baba) rızasının nasıl mezcedildiği bilinmektedir.

Hasılı, görünürde kurumlar, kurallar, hukuk var; ancak pratikte bunların etrafından dolanılıyor, bunlar görmezlikten geliniyor veya iplenmiyor. Halk, “Devlet”e karşı olan güveni (iman) zayıfladığı için, çoğu durumlarda kendi başının çaresine bakıyor. Her gün televizyon haberlerine yansıyan sokak çatışmaları, trafik magandalıkları, kadın cinayetleri…bu durumun bazı semptomlarıdır. Örneğin, Ankara’da, Kızılay’ın göbeğinde artık kimse trafik ışıklarına uymuyor; fırsatını bulan, hemen karşıya geçiyor. Trafik kurallarına riayet, bir toplumun hukuka olan saygısını ele veren iyi/tipik bir göstergedir. Bu durum, “Balık baştan kokar” sözünün topluma yansımasıdır. Türkiye’de hukuk ve kamuya ait hazinenin tasarrufu, Hükümdar’ın tasarrufundan ibarettir.

Çözüm, Allah’ın önerdiği; Batı’nın, uzun süren iç savaşların sonucu tecrübe ile geliştirdiği şeffaf, kutsal olmayan, maslahata, ehliyete-liyakate mebni, ortak aklın ürünü kurum, kural ve hukuk ile dolayımlanmış bir devlet oluşturmaktır. Liberal filozofların dediği gibi, “Devlet” bağlamında: “Güç, tefessüh eder; mutlak/kutsal güç, mutlak tefessüh eder.” Kur’an’da Allahlığın bile “meşruiyeti” kendi koyduğu ahlaki kurallara uymak zorunluluğundan geldiği halde (Sünnetullah); salt güce dayalı ve başına buyrukluk/mutlaklık, matah bir şey değildir. Hele siyasette hiç değildir.

Vicdanı Dumura Uğratan Din ve Tanrı Tasavvurları

Kur’an’a göre dinin özü, insanın hayrete düşerek iç içe olan Güneş sistemi, Ekosistem ve İnsanın birer lütuf olduğunu idrâk ederek, bu manidar verilmişliğin bir “Veren”i olduğunu keşfetmek (iman); ona şükran ve tazim (ibadet) göstermek; Tanrının bize yaptığını, bizim de hemcinslerimize yapmak (adalet-merhamet) ve bunların karşılığını ödül olarak Tanrıdan umut etmek/beklemek (menfaat-Ahiret)’tir.

Bunu başaracak olan, Tanrının yaratılışta herkese eşit olarak bahşetmiş olduğu vicdan kapasitesidir. Vicdan, Tanrının içimizdeki sesidir. Kendisi de, vicdanın küpü olarak, kudretini adalet ve merhametle yoğurmuş ve sınırlamış bir kişidir. “Esmau’l-Hüsna” ve “Sünnetullah” kavramları, bu gerçeği-hakikati ifade eder. Kur’an, “insan”lığın “Arap” formasyonunun yedinci yüz yıldaki tarihi/tabii formu içinde yirmi üç sene boyunca gerçekleşmiş ahlaki-pedagojik bir çabadır. Önceki tarihlerde olduğu gibi, İnsanlığın vicdani gelişmesine, tekâmülüne yani nesh (2/106), imha-isbat (13/39), tebdile (16/101) paralel olarak, yenilenmeye ve gelişmeye açıktır.

1- TANRI TASAVVURU

Tanrıya imandan sonra, dinin en temel sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde doğru olanın ne olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru takdir edemedikleri gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da (5/73) doğru takdir edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin ve Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim görünümünde veya kurnazlıkla- Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır (29/68, 61/7). Yani Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir edememişlerdir.”(
Ateist, Agnostik veya Pagan-Müşrik olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek bir Tanrı kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık için yeterli değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve filozofların temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle tanıttıkları tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; bunlara yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve eleştirisine de şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın” olduğu için, Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı, herkesi gafil avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda “Diri/Hayy” ve “Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize “Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.

Oluşturulan “Tanrı” tasavvurları, insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini ve yaratıcılığını geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu kapasitelerin dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet verebilir. Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz kavramlardan biridir. Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü yalanlanması için, her türlü “öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrı’da hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.” (F. Nietzsche, Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s 29-30). Yahudilik ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.

2- İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ

Tek tanrıcı dinlerin ikinci önemli handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi ve insan ile Tanrı arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda, her türlü ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an ayeti, bu gerçeği, çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların çoğu, fâsık kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman geçmeden aynı vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa Allah: “İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah, doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler, “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).

3- İLMİHAL DİNDARLIĞI

Dindarların sıkça başvurdukları kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).

Tanrı ile sürekli irtibatta olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)

4- SONUÇ

Sonuç olarak biraz düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim ve irade, biraz iyi niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı herkes için mümkün hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında canlı vicdan ve diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine; anakronik, ezber, alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.

Hocam Hüseyin Atay

huseyin-atay

Rahmetli hocamın karakteri, Kur’an’ın izzeti ile Karadeniz’in ısrarı/iradesi ve inadının sentezi idi. Mezhepte değil, mutlak müçtehit idi. Temel İslam ilimlerinin akli ve nakli olanlarının hepsine (Kelam-Fıkıh-Hadis-Siyer, Tefsir, Felsefe, Tasavvuf) hâkimdi. Kendi deyimi ile “Kitaplara mahkûm değil; kitaplara hâkim” bir “Allame” idi. Mutezile-Maturidi ve Meşşâi (Farabi-İbn Sina-İbn Rüşd) ekollerine yakın durdu. Ağırlıklı olarak Arapça ile ilim yaptı. Kuzey Afrikalı düşünürler H. Hanefi, Ebu Zeyd, Cabiri, Arkoun ve T. Abdurrahman vb. gibi, Batı dillerine ve modern felsefeye muttali olan kendine has bir sistematik metodolojisi (Örneğin: Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Fenomenoloji, Hermenötik, Müeyyed Akıl) ve mega yenileme “proje”si yoktu.

Doktora tezi olan “Kur’an’a Göre İman Esaslarının Tespiti” ile Sünni (Eş’ari) “kader” inancını, itikad (Amentü) esası olmaktan çıkardı. Kur’an, sahih sünnet ve aklı merkeze alarak Sünniliğin hem usulünde (Fıkıh Usulu-Usuliddin/Akide) hem de furuunda (fıkıhta-muamelat) içtihatlar yaptı. Örneğin, Kur’an’a dayanarak Sünniliğin Mesih-Mehdi inancını, taammüden oruç bozmanın 60 günlük kefareti gerektirdiğini, kaza namazını, abdestsiz Kur’an’a dokunulamayacağını-okunamayacağını… reddetti. “Kur’an’a Göre Araştırmalar” adlı dört kitapçıkta daha birçok içtihatlarını müdellel olarak yayınladı. Kur’an’a, sahih hadislere ve akla dayanarak, Türk-Tasavvuf Sünniliğini yenilemeye çalıştı. Rahmetli Ercümet Özkan ve Yaşar Nuri Öztürk, onun muakkipleri ve görüşlerini vülgarize edenlerdi.

Türkiye’deki medreseli ve ilahiyat fakültelerindeki mukallit Sünni ulema, geçmiş toplumların ve müşriklerin yeni bir söz-fikir karşısında: “Hayır, biz, babalarımızı bir din/ümmet üzere bulduk ve biz onların izinden gitmekteyiz.” (43/22, 23) dedikleri gibi, hocaya şaşı gözle baktılar ve onun içtihatlarını “bidat” olarak gördüler. İbadetlere ve donmuş akaide aşırı vurgu yapan bu “İlmihal Müslümanlığı”nı “İmansız ve ahlaksız” olduğu gerekçesi ile sert bir şekilde eleştirdi. Namazın kazasının olmadığına inandığı için “Sahib-i Tertip” idi. İçi ne ise, dışı da o idi. İkiyüzlülük ve münafıklık (takiyye-siyaset) yapmadı. Siyasete daima mesafeli durdu. Siyaset erbabı çağırdığında ise, çekinmeden gitti doğru bildiğini söyledi. Kenan Evren döneminde din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, onun önerisi ile olmuştu. İslam enstitülerinin ilahiyat fakültelerine dönüştürülmesi de, onun önerilerindendi. 28 Şubat döneminde oluşturulan bir komisyonun (H. Atay, Y. N. Öztürk, B. Bilgin, R. Ayas, A. Güneş, H. Elik) hazırlamış olduğu “İslam Gerçeği” (1995) kitapçığında, daha önce savunduğu fikirleri kıvırmadan serdetti. Siyasi erk, onu “tehlikeli” gördüğü için Diyanet İşleri Başkanı yapmadı. Oysa kendi, bu görevi bir dönem istemişti. Cumhuriyet’in değerleri ile İslam’ın değerlerinin sentezlenmesine çalışıyordu. Devlet görüşü Platon-Farabi’ye (Bilge Kral) yakındı. Siyasette “Şura”yı önemsiyordu.

Kur’an’ın akla dayandığına ve aklın yanılmaz olduğuna inanıyordu. Aklı yanıltanın irade, duygular ve içgüdüler (heva) olduğunu inanıyordu. Aklı yanıltan hususlar “akıl” ile memzuç, iç-içe, çamur gibi olduğu için, aklın “yanılmazlığı” görüşü kanaatimce doğru değildir. Hermenötik disiplini ve post-modern felsefe, klasik felsefenin ve pozitivizmin bu dogmasını tahtından indirmiştir. Metafizik, ahlak ve sosyal-psikolojik mevzularda “yorum”dan başka bir şey yoktur. Bu nedenle de sürekli teyakkuzda-tetikte olmak gerekir. Kur’an’ın “Takva” dediği şeyin de bu olduğu kanaatindeyim.

Kur’an’ın hitabının ve bütün hükümlerinin evrensel olduğuna inanıyordu. Oysa ben, Fazlurrahman gibi Kur’an’ın hitabı canlı muhataplar olarak Araplara olduğu için, ondaki bazı hükümlerin de “tarihsel” olduğu kanaatindeyim. Temel mesajının Hz. Nuh-Hz. İbrahim’den beri evrensel olduğu ve kıyamete kadar baki olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Tarihselci teori, kendini şeriatların “nesh” edilmesine dayandırır. Maturidi’nin dediği gibi, Hz. Ömer’in bazı içtihatlarında olduğu gibi, son şeriattan sonra “İçtihadi Nesh” ile şeriat yenilenir: “Sabit Din Dinamik Şeriat”. Evrensel olan ile tikel-tarihsel olan arasındaki dengeyi kuramamak, felsefi ve dogmatik teolojik düşüncenin tarih duygusunun zayıflığının bir alametidir.

Oysa, evrenselci görüş, insanlığın ahlaki tekamülü ile bazı hukuki hükümlerin yenilenmesi gerektiğine inanmadığı için; üstelik, bu sorumluluğu üstlenmeyi “küfür” olarak gördüğü için, filolojik ve sözlük açısından ibarelerin asla kaldıramayacağı anlamlar yüklenerek bu hükümler yenilenmeye çalışılır veya olduğu gibi uygulanması gerektiği savunulur. Benzer durumlara Atay Hoca da düşmüştür. Onun Kur’an mealinde böylesi garip durumlara rastlanır.  Nisa suresinin 34’üncü ayetindeki “Fedribuhunne” ibaresine verdiği anlam, bunun iyi bir örneğidir.

Hocamdan düşünme cesaretini öğrendiğim için, kendini eleştirme cüreti gösterdim. Makamı cennet olsun. Menzil şeyhinin (Gavs) cenaze törenine gösterilen siyasi ilgi ve halk ilgisi ile hocanın cenaze törenine gösterilen ilgisizlik, Türkiye’nin dinsel algısındaki aklın/ilmin ve duygunun yerini göstermesi bakımından ibretamizdir.

Kimlik Mayalama Mahalleri

Kimlik, insanda olan ve olması gereken niteliklerin toplamıdır; kendini tanımlama ve aidiyet hissidir. Bir kısmı “verili” dir; bir kısmı ise, edinilir.

A-VERİLİ KİMLİK MAHALLERİ

1. Aile-Akraba-Kabile: İnsan yavrusu bir ailede doğar, büyür ve akrabaları-kabilesi ile yakın ilişkilerle yetişkin hale gelir. Modern “Çekirdek Aile”de akraba ve kabile bağları zayıftır. İnsan karakterinin önemli unsurları, bu süreçte/evrede belirlenir.

2. Dil-Irk-Etnisite: Karaktere şeklini veren ikinci halka burasıdır ve verilidir. Tarihten devralınan kültürel özellikler, yeni kuşaklara eğitim ve etkileme-etkilenme olarak aktarılır. Milliyetçilik hissi, burada oluşur. Ait olduğu topluma/millete hizmet etmek, ihtimam göstermek veya üstünlük taslamak (Irkçılık) versiyonları vardır.

3. Şehir-Vatan/Yer-Yurt: Coğrafya ve orada yaşayanların ortak bir seciyesi, kültürel karakteri, aidiyet hissi, bağlılık, benzerlik, ünsiyet, muhabbet ve dayanışma (Hemşericilik) oluşur. Bu da verilidir. Canlı tutulur veya zayıflar. Yurt Severlik/Vatanperverlik aidiyet hissi burada oluşur ve meşrudur.

4. Örgütlü/Kurumsal Din olarak Mezhep, Kilise, Tarikat, Cemaat: Geleneksel toplumlarda Mezhep, verilidir; taklit yolu ile yeni kuşaklara aktarılır. Tarikat ve Cemaat üyeliği tercihle olabilir; ancak, mezhepler gibi, müntesiplerin iradesi felç edilir. Yapıları gereği bu oluşumlar, genellikle insanın gözünü kapatır, taklit yolu ile bireyleri sürüleştirir. Din, mezhep, tarikat ve cemaat değiştirmek oldukça zordur. İmkânsız değildir. İslam dini, kendinden önceki “müşrik” bir dini kimlik mayalama mahallini dağıtarak oluşmuştur. Kur’an, bir vicdan çalışması olarak dinamik bir dini kimlik mayalama mahallidir. Zamanla mezhepler, tarikatlar, cemaatler oluştuktan sonra mutlaklaştırılarak dondurulmuştur.

B-VERİLİ OLMAYAN KİMLİK MAHALLERİ

1. Siyaset: Benimsenen ideolojiye ve tercih edilen siyasal parti ve programa bağlı olarak oluşur. Siyaset, “Halka Hizmet” olarak yapılabileceği gibi; çakallık, kurtluk, tilkilik… olarak da yapılabilir. Dinamik olabileceği gibi; dogmatik de olabilir. Fanatik-bağnaz olunabileceği gibi; toleranslı da olunabilir. “Partizan/Militan” kimliği, -ahlaki bağlamda- kıymetli olabileceği gibi; berbat da olabilir.

2. Sosyal Medya ve Post-Modern Toplum: Sosyal medya, insanları düşünür-okur olmaktan çıkarıp, onları seyirci ve gösterişçi bir konuma düşürmüştür. “Beğeni/Like”, kendini iyi/değerli hissetmenin kriteri olmuştur. Sosyal medyada insanların kalbi/ruhu kalbura çevrilmiş ve malumat manyağına dönüşmüşlerdir. Hayrete düşme, yok olduğu gibi; merak etmek de kalmadı. Sosyal medya, herkesin “hiç-kimse”leşmesi olarak bir kimliksizleşme mecrasıdır. Gözler ve kulaklar, eldeki telefona kilitlendiği için, kimse kimsenin yüzüne bakamaz oldu. Burada insanların yüzleri zayıfladığı gibi; gözlerinin feri/ışığı da gitmiştir. Artık “dik-dik bakan/gözlerini direten” kimse kalmadı gibi. İnsanlar, kendilerinin belirlediği bir “kimse/kimlik” olmak yerine; ötekilerin beğendiği kimse olmayı tercih eder hale gelmişlerdir. Sosyal medya, insanların birbiri hakkında yalan, kötü zan ve gıybet etme mecrasına dönüşmüştür. Kur’an, insanları bu tutumlardan sakınmaya çağırmıştır (49/12).

Post-Modern Kapitalist, şeffaf, gösterişçi, narsist, akışkan tüketim toplumunda kimlik, vücuda kazınan “Tatto” ve “Dövme”lerle ruhun zayıflamasının deriye yansımış tezahürüdür. Yüzün ve gözlerin manevi derinliği kaybolunca; vücudun tümü “gösteriş” sembolüne-sergisine dönüşmüş durumda. Haz ve hız, her yeri kaplamıştır. Üretme/yaratma yerine, tüketme yaygın insan edimi haline gelmiştir. Duygular, uzun erimli değil; anlıktır. Tutku, aşk, şiir ve sanat tükenmiştir. Kültür endüstrisi ve kitle turizmi egemendir. “Can sıkıntısı” yani anlamsızlık ve sabırsızlıktan dolayı, imkân bulan-bulamayan herkes, “Turist” olmuş durumda. “Evli” ve “Yerli” olmak, değerden düştü. Herkes, “dolu-dolu” ve “doya-doya” yaşamak istiyor; varını-yoğunu ortaya koymuş, arz-ı endam etmektedir. “Gider”i olanlar, şanslı; olmayanlar, bahtsız. Güzellik, cazibe, güç ve zenginlik “İn”; çirkinlik, cazibesizlik, zayıflık ve fakirlik “Out”. Herkes “İbnu’l-Vakt=Anı yaşayan” olmuş durumda. Her şey, şeffaf hale geldi; giz/sır ve utanma kalmadı. Acı-ıstırap, sıkıntı, zorluk ve sabır, hayattan kovuldu; oysa bunlar, insan olmanın ve kalmanın en temel minvalidir. Herkes, “acilci” oldu: “Siz, “acil” olanı tercih edip; Ahireti terk ediyorsunuz.” (75/20-21).

3.Vicdan Çalışması olarak Kur’an: Kur’an, kimlik/karakter/kişilik olarak insanda vicdani bir öz (lübb) oluşturmaya çalışır. Bu kapasite, yaratılışta insanlığa verilmiştir (91/7-10). Bu öz, “Fıtratullah=Allah’ın yaratığı” dır (30/30). Bu özü oluşturanlara da “Ulu’l-elbab=Öz sahipleri” denir (2/269,13/19,38/29…). Bunların sıfatları mümin, müslim, muttaki, muhsin…dir. Bu öz tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, teemmül, taabbur düşünümleri ile oluşturulur. Allah’ın yanında, yakınında, gözetiminde(8/24,50/16) kendine bir onur, öz-saygısı ve öz-gürlük oluşturmayan insanın, vicdanı doğru tartamaz. Dindarlık görünümlü “Kadercilik”, vicdansızlık olarak, kendi sorumluluğunda olması gereken fiilleri, Allah’a iftira eden zalimliktir(6/21,93,144,157…). Bu öz, hem tek tek bireylerin tarihinde (ömründe) hem de toplumların tarihinde dogmatik değil; dinamiktir (13/11). Katı dogmatik/gelenekselci bir dinsel-kültürel yapıyı yıkarak-sökerek oluşturulmuştur (5/104, 7/28, 10/78,31/21,43/22-23…). “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi, ondan sorumludur” (17/36) ifadesi, bu tarz bir kimlik oluşturmanın temel ilkesidir. Bu vicdani özün diğer isimleri Kur’an’da Fuad, Basiret, Kalb-i selim, Ruh ve Şahit/Tanıktır. Bu kişilik, Allah’a iman-ibadet ve insanlara karşı merhamet ve adalet ile ilişkisini sürdürmek için sürekli tetikte ve teyakkuzda (Takva) olmak zorundadır: “Kalpler, ancak, Allah’ı hatırlamak/unutmamak ile huzur bulur.” (13/28). Taklit değil; tahkik ve takva, bu kimliğin özüdür. Bu kimlik, hasbî ve muhasibidir. Bu tip, hayrete düşerek: “Bu değirmenin (Güneş sistemi-Eko sistem ve İnsan) suyu nereden geliyor?” sorusunu sorup; cevabını arar ve bulur. Bu insanlar, “Hablullah=Allah’ın İpi”ne sarılmışlar (3/103) ve “Sıbğatullah=Allah’ın Bayası” ile boyanmışlardır (2/138). Burada “ip” ve “boya” metaforları, Allah’ın insan vicdanı ve dili ile oluşturduğu değerler skalasını/dini/islamı ifade eder. Bu değerlerle mücehhez olanlar “Ashabu’l-Yemin/meymenet=Meymenetliler, uğurlular” (9/18, 74/39) ve “Hizbullah=Allah’ın taraftarları” (58/22) olarak nitelenirler. “Ürünü kalıcı olan dürüst davranışlar (El-bakiyatu’s-salihat)” (18/46, 19/76) ortaya koyarlar. Yeryüzünü, imar (11/61); insanlığı ıslah (49/9-10) ederek, “Hilafet” rolünü icra ederler (2/30).
Bu kimliğin karşıt profilinin bazı nitelikleri şunlardır: Bu profil, başta katı muhafazakâr, taklitçi ve dogmatiktir (5/104, 7/28, 31/21, 43/22-23…). Kalbi katı, mühürlü, perdeli, hastalıklı, taşlaşmış, paslanmıştır(2/7,74,88,83/14,2/10,8/49…)
Gözü kör; kulağı sağır ve dilsizdir (2/18, 6/39, 38/80, 30/52…). Boynuna zincir vurulmuş (36/8, 34/33,1 3/5) gibidir. Canlı/diri değil; ölü gibidir (35/22). Arzu ve içgüdülerini (Heva) tanrılaştırmıştır (35/43). Mütevazi değil; müstağni ve mütekebbirdir (96/6-7, 40/35, 31/7…). Bunlar, “Ashabu’ş-şimal/meşeme=meymenetsizler, uğursuzlar” ve “Hizbuşşeytan=Şeytanın taraftarları” dırlar (50/41, 90/19, 58/19). Bunlar, hasbi ve muhasibi değil; hesabî/hesapçıdırlar. “Üzümü ye; bağını sorma” modunda (nankörlük-nisyan) yaşarlar. Özleri olmadığı için de yaptıkları kötü şeyler dahi, kendilerine süslü/güzel görünür (10/12). “Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” Dendiğinde ”Ne münasebet! Biz, ıslah edicileriz” derler. Dikkat edin! Onlar, bozguncudurlar, fakat, bunun şuurunda değiller.” (2/11-12). “Onları gördüğünde, adam sanırsın (albenilidirler). Konuşmaları, caziptir/dinletir; oysa aslında, elbise giydirilmiş kereste/kütük gibidirler…” (63/4).

C-SONUÇ

Herkes bir aileye, dile/etnisiteye ait olup, bir yerde/şehirde/ülkede yaşar. Politik tercihlerde bulunur. Sosyal medya kullanır. Marifet, doğuştan haiz olduğu “vicdan” kapasitesini kullanarak verili kimlik kodları içinde kendine sahici-ahlaki bir “öz/kimlik” oluşturmaktır. İçine doğduğu verili kimlik özelliklerini, ölümcül nihai/dogmatik/mutlak kimlik haline getirip insan olmaktan çıkmak (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”), matah bir şey değildir. -Düşünerek anlama koşulu ile- Kur’an okumak, birinci nitelikte bir kimlik oluşturmanın örneği olarak, isteyene yardımcı olabilir. Bu kimlik mayalama mahalleri arasında Türkiye’de yaşayan insanlar, hangilerinde mayalanıyorlar acaba?

Türkiye’de Siyaset-Muhalefet ve Devlet Adamlığı

Siyaset; Aristo, Platon, Kur’an ve Hz. Muhammed, Farabi, İbn Teymiyye ve İbn Haldun… açısından toplum yönetmede “Pratik Ahlak”tır. Aristo, “Demokrasi” ile toplumun bir kısmının ve Kur’an-Hz. Muhammed “Şûra” ile yönetimde toplumun tümünün sorumluluk almasını önerirken; diğerleri, bunu önemsemez. Tek kişi (Filozof, Halife, Kral) de olabilir. Bunun alternatifi olan siyaset tanımı, güç istenci-çıkar maksimizasyonu ve insanları kandırma sanatıdır. Firavunlar ve Krallar, güç istencinin; İslam tarihinde Muaviye, Batı tarihinde Makyavelli, kişisel güç istenci ve çıkarı için insanları “kandırma” anlamında siyaset sanatının pratisyen ve teorisyen örnekleridir.

1. Türkiye’de Siyaset

a) 1923-2000 Arası

Devrimden dolayı Türkiye’de siyaset, bir “Toplum Mühendisliği” olarak başlamıştır. Bu süreç, Tek-Adam ve Tek-Parti (CHP) ile sürdürülmüştür. Mistik bir kültürü haiz olan devlet (“Derviş Devlet” Osmanlı), bu kodların egemenliğinde çöktüğü için; devrimciler, dinsel kodlara ket vurmaya çalışmışlardır. Dinî kurumları (Hilafet-Şeriat ve Tarikat) ilga edip; dini, devletin kontrolü altına almaya çalışmışlardır. Bu durum, dindar kitlelerde derin bir uçuklama ve içerleme yaratmıştır. Devrimciler, çağdaş-seküler bir toplum ve “Ulus-Devlet” kurmaya çalışmışlardır. Devrimciler, davalarında son derece samimi idiler. Kozmopolit, mistik-dinin kontrolünde olan imparatorluk bakiyesi bir demografiden “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir “Türk” toplumu ve devleti oluşturmaya çalıştılar. Türk Ocakları, Halk Evleri, Köy Enstitüleri, Şehir Kulüpleri…bu çabaya hizmet eden kurumlardı. Seküler vicdana dayanan bir etik motivasyon, bu süreci idare ediyordu. 1960’lardan itibaren politik hayata ideolojik sol-sosyalist seküler bir vicdan-etik de eklenmiştir.

1950’de kontrollü olarak demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin “vesayetinde” darbelerle 2000’lerin başına gelindi. Vesayetin arkasında 1945’lerden itibaren Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’dan “NATO” dolayımı ile devralan ABD vardı. Muhafazakâr yönetimler, sek-seküler kültür politikalarını yumuşatmaya-gevşetmeye çalıştılar. Bu süreçte seküler vicdan motivasyonuna dinsel hamiyetten gelen sağcı-muhafazakâr dürüstlük (?) de eşlik etmiştir. Bu sağcı-muhafazakârlıkta “Anadolu İrfanı” ile “Şark-köylü kurnazlığı/fırsatçılığı” iç-içe, kol-kola yürümüştür. Olan her türlü politik “olay”, ABD’nin kontrolü ve gözetiminde olmuştur. 1980-2000 arasında Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenmesi ile (T. Özal-ANAP) vicdana yaslanan seküler etik ile muhafazakârlıktan gelen -az da olsa- dinsel hamiyet de ciddi düzeyde buharlaştı (merkez sağın çöküşü). Katı muhafazakârlığın (Millî Görüş) -para ile tanışma arzusu ve hasreti, diğerleri ile aynı olsa da-; İstanbul başta olmak üzere, Anadolu’daki belediyelerdeki “Hizmet” başarısı (R. T. Erdoğan ve arkadaşları), 2000’lerden sonra siyasi hayatta tekrar siyasal umut haline geldi (AK Parti). 2003-2010 arası, toplumun tümünü kucaklayan bir performans ortaya kondu.

b) 2000 Sonrası Siyaset ve Başlıca Motivasyonları

Birinci husus, Muaviye’nin başlattığı siyaseti “kurnazlık/tuzak kurma” olarak icra etmek, Sünniliğin siyasal tarihini baştan sona kadar -ana hatları ile- keser. Peygambere atfedilen “El- Harbu, hud’atun=Harp, hiledir” hadisi, Sünni teori tarafından siyaseti “harp ve kurnazlık” olarak algılamayı doğurmuştur. Oysa, hadis, o günlerde vuku bulan fiili savaşlar ile ilgilidir ve doğrudur. Savaştaki taktik ve stratejiyi ifade eder. 2010’lardan itibaren de Türkiye’de muhafazakâr siyaset, The Cemaat (Hizmet Hareketi) ve siyaset (AK Parti) koalisyon halinde siyaseti, aleni bir demokratik “yarış” olmaktan çok; “Harp ve Hile (Takiyye)” kabulü/mantığı olarak sürdürmüştür. Türkiye’nin kuruluşundaki kültürel devrim (kurucu-şiddet), zamanla muhafazakâr siyasette “savaş ve kurnazlık” psikolojisini tekrar türetmiştir. Muhafazakârların kavga şairi N. F. Kısakürek, bu savaş psikolojisini, bir beytinde şöyle dile getirmişti: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes/Ey kahpe rüzgâr! artık ne yandan esersen es.” Siyaseti savaş olarak yürütmek, daima güç, iktidar, zafer, güvenlik-kayıp… kaygılarını önde tutacağı için; toplumun temel ahlaki-hukuki, kültürel, bilimsel, eğitimsel, sanatsal problemleri ile hakkıyla ilgilenemez. Son 20 yıldır yaşadığımız şey, büyük ölçüde bu minvaldedir.

İkinci bir husus, Osmanlıdaki mülkiyet-devlet ilişkisi (mülkün devlete ait oluşu) miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne geçtiği için; siyaset, Batı’da olduğundan çok daha fazla “iktisat” ile iç-içedir. Yani iktisadi faaliyet, bireylerde-toplumda olduğundan (özel sektör) daha çok, devlet ve siyasetle ilgili bir kategori olmuştur. Siyasetin, Türkiye’de her şeyden (hukuk-bilim-sanat, din-ahlak) daha fazla önemli olması, bundan dolayıdır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, bu konuyu şöyle izah eder: “İnkâr edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli (rütbeli) devlet memurlarının elinde biriken servet/zenginlik (para-mal-mülk), sabırlı bir tasarruf sonunda birikmiş veya yoktan var edilmiş (kazanılmış-İG) değil; bilakis, mevcut bir servet yığının, başkasından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimai paye ve mevki, -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal (üretim) ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst-üste tabakalandıkları ehramın (piramidin) kaide (taban) ve zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi iktidar ve nüfuz sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst. 1981. S. 177).

Bu bağlamda, Osmanlı’dan intikal etmiş hazine arazileri hayli zengin bir ülke olan Türkiye’de, siyasi kadroların “kupon araziler (arsa-emlak)” üzerinden bir “İnşaat/Rant Ekonomisi” yürütmeleri, anlaşılmaz değildir. Siyaset adı altında yürütülen “iktisat” faaliyeti, üretim ve katma değer yaratmaktan ziyade; kendi bedeninin etini yemek anlamında bir “gelir transferi” faaliyetidir.

Türkiye’de emek, hizmet, üretim, icat çıkarma ve ticaret gibi “gerçek ekonomik” faaliyet yanında; döviz kuru, borsa, emsal/inşaat, bitcoin, altın, faiz, şans oyunları, uyuşturucu kaçakçılığı… gibi “Beleş=Bi-la-şey”, yani gerçek ekonomik nesnesi olmayan, havadan/spekülatif para kazanmanın ve harcamanın (“Haydan gelen, huya gider”) yaygınlaşmasının tarihi-genetik bir geçmişi vardır. Özel sektörün yürütmekte olduğu ekonomik faaliyetleri yasal olarak onaylaması gereken bürokrasinin kapısında “aracılık” adında yeni bir “iş kolu”nun türemesi de, bu tarihi-politik arka planla ilgilidir. Bu arada, siyasetle iç içe olan mafyöz ilişkileri de anmak gerekir. Hasılı, muhafazakâr tabanın, seçtikleri siyasiler hakkındaki: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” mottosu, kendilerinden olmayanların ve kendilerinin tanımı ve onamasını ifade eder.

Üçüncü bir husus, Türkiye’de siyasetin sığlaşmasının ve eğitimin, üniversitenin-bilimin, sorgulamanın, hiyerarşinin değersizleşmesinin önemli nedenlerinden biri de “Çağın-Ruhu (Zeit-Geist)” olan “Post-Modern Durum” dur. Aklın, bilimin, Pozitivizmin, her türlü asalet hiyerarşisinin ve otoritenin/ortadoxinin reddedilerek “Her şey gider” veya Nasreddin Hoca’nın deyimi ile “Sen de haklısın” tutumunun yaygınlık kazanmasıdır. Bu durum, herkesin her şeyi bildiği zannı/vehmi olarak “Enformatik Cehalet”tir. “Post-Truth=Doğruluk Ötesi/Hakikatsizlik” çağı olarak da nitelenen bu dönemde; gerçeklik, alabildiğine çoğaltıldığı ve büküldüğü; buna ilave, narsist bir benlik duygusu eşlik ettiği ve Tanrı-Baba-Toplum-Otorite-Hukuk (Utanma) etkisini yitirdiği, daha doğrusu, hakikate ilişkin ölçü/mihenk/mısdak zayıfladığı için; siyasette “söz verme (muhalefet)” ve “söz tutma (iktidar)” da zayıflamış durumda: “Günümüzde algı, sonsuz dijital ağda oradan oraya atladığından; (Mantıkî-Ahlaki-İG) çıkarsamaya varmaktan acizdir. Kendini tümüyle dağıtmıştır. Çıkarsamayı, düşünce dolu (contemplative) bir çaba becerebilir sadece. Gözleri kapamak, çıkarsamayı temsil eden bir harekettir. Resimlerin ve enformasyonun hızla değişimi gözleri kapamayı, düşünce dolu bir çıkarsamayı imkânsız kılar. Akılcı her şey, bir çıkarsamaysa; “Big Data” çağı, akıldan yoksun bir çağdır.” (Byung-Chul Han, Psikopolitika. Çev: H. Barışcan. İst. 2019. S. 77)

Böyle bir ortamda Sayın Cumhurbaşkanımız: “Ben, bir iktisatçıyım”, “Faiz sebep; enflasyon, sonuç” diyebildi (Nebati yaklaşım). İş çıkmaza girince de, hiçbir şey olmamış gibi, “Rasyonel/Bilimsel Ekonomi”ye (Şimşek yaklaşım) geri dönülebildi. “Dün, dündür; bugün, bugündür” ultra gerçekçiliğinden (!), “Dün aktı, bugün kara” ilkesizliğine varmış durumdayız.

Bu seneki üniversite sınavlarında sorulan 40 tane matematik sorusuna Türkiye ortalamasında sekiz doğru cevap verilmesi; 40 fen bilgisi sorusuna ortalama dört doğru cevap verilmesi…; yüz bin öğrencinin “0” puan çekmesi de, post-modern/post-truth durumun eğitimdeki sonucu veya semptomlarındandır. Geleneksel “ustalık” ile birlikte, modern “meslek”ler de yok olmaya yüz tutmuş; herkesin, her şeyi yapabileceğine inandığı/kendini layık gördüğü sekter/sapık bir aşamaya geçilmiştir. Üniversitelerin sayısı artırılarak, içine düşürüldükleri bilimsel performans durumu, bunun başka bir tezahürüdür. Market-mağaza zinciri mantığı ile “Her ile bir üniversite” projesi, “üniversite”yi bitirmiştir.

2. Türkiye’de Muhalefet

Türkiye’de 1950’lere kadar demokrasilerdeki anlamı ile legal “Muhalefet” yoktu. Çünkü demokrasi yoktu. Yeraltına çekilmiş/illegal bazı tarikat ve cemaatler vardı. 1950’lerden itibaren de 2010’lara kadar gerçek-demokratik anlamda “Siyasi” iktidar da yoktu. Askeri bürokrasinin kontrolünde “Vesayet” rejimi vardı. İktidarın güç/zorla elde edildiği ve “muhalefetin” isyan-fesat-zındıklık olduğu bir tarihten geliyorduk. Görünürde demokrasilerdeki “İktidar-Muhalefet Oyunu” oynanıyordu. Sosyalist sol ideoloji, 1960’lardan 1980’lere kadar “legal-illegal” bir muhalefetti. CHP, demokrasiye geçildikten sonra kendini dünyanın ve Türkiye’nin yeni koşullarına göre yenileyemediği için, “Katır Kuyruğu (Ne uzar-ne kısalır)” mesabesine düştü. Oysa, kendini Avrupa’daki “Sosyal Demokrat” partilere benzer bir duruma getirseydi; demokrasinin “iktidar yarışı” oyununda gerçek bir “Muhalefet” rolü üstlenebilirdi. Buna, 70’li yıllarda “Ortanın Solu” ideolojisi ile yaklaştı; sonra tekrar gericileşti.  “Atatürk-Çağdaşlık-Laiklik” sembolik kapitallerini tepe-tepe kullanmak, bunlardan geçinmek, tek başına bir siyasal “ideoloji” veya “parti” olmak anlamına gelmiyor. CHP’nin son genel başkanı, partinin muhafazakâr kitlelere karşı tarihte reva gördüklerini telafi etmek için “Helalleşme” diye bir öz-eleştiri tutumu benimsemişse de; genel olarak parti, Türkiye’yi kucaklamaktan öte, bir “köşe kapma” oyununa ve mezhep kliğine kaymıştır. Onca yenilgi, partide görev bırakmayı gerektirmiyorsa; post-modern durumda “Kayıp-Başarı”, “Onur-İstifa” kriterleri buharlaşmış demektir.

Son 20 yılda iktidarın, giderek devlet gücü ile aynılaşması, siyasetin “savaş” mantığı ile yürütülmesinden dolayı; muhalefetin silah-teçhizat (ideoloji) gücünden öte; irade gücünü hayli zayıflatmıştır. Fransız filozof A. Badiou’cu anlamda legal-illegal yönleri ile politik bir “olay” olan “Gezi Olayı”nı dışarda tutarsak; demokrasinin aparatları olan sendika-grev, protesto-gösteri, nümayiş ve mitingler (şimdilerde İsrail’de ve Fransa’da olduğu gibi), “Muhalefet” göstergesi olarak yok olmuş-edilmiş durumdalar. Siyaset iddiası/ısrarı/ideolojisi, programı/kimliği olmayan; prestij-para, makam-mevki peşinde koşan, kibir küpü, kifayetsiz muhterislerle dolu.

Milliyetçi-mukaddesatçılık ve dinsel mağduriyet, Türkiye’de -vesayet döneminde- siyasette iktidar olmanın “muhalif” ideolojik payandaları olarak hayli “iş” gördü; -sanal da olsa- “iktidar” çıkardı; “ekmek” yedirdi. Tek başlarına zayıflayınca, sonunda birlikte “Cumhur İttifakı” olarak tekrar “işe yaradı”. Türkiye’de 20 yıldır iktidar olabilecek alternatif bir parti ve program geliştirilemedi. Türkiye’nin içinde bulunduğu entelektüel/düşünsel ve etik kapasite buna yetmedi, yetmiyor. Türkiye’de siyaset (iktidar veya muhalefet olarak) Ülke/Toplum/Vatan “için/uğrunda” bir “dert/dâva”, amaç/gaye olmaktan ziyade; kişisel veya grupsal iş-çıkar, makam-mevki, prestij-itibar için yapılmaktadır. Partiler, şirket; üyeler, ortak; seçmenler, yatırımcılar veya oyunu salt-kişisel menfaat karşılığı “veren” çıkarcılar durumundadır. İstisnaları var tabii. Özetle, merhum şair Abdurrahim Karakoç’un “Vasiyet” adlı şiirinde dediği: … “Ölürsen de, hak yeme; hak yedirme/Aka kara, karaya ak deme/ Adaletten ayrılırsa mahkeme/ Bir hâkime, bir de kanuna tükür…” dediği “idealizm/ideoloji” günleri geride kaldı. Artık, post-modern (ve de post-İslamcılık) bir durumdayız: “Her şey gider/geçerli.”

3. Türkiye’de Devlet Adamlığı

“Devlet Adamı”, -ideolojik tutumundan bağımsız olarak- kendi egosu-ihtirası/güç istenci, çıkarı için çalışan değil; kendini toplumuna, devletine, ülkesine adamış siyasetçi demektir. Devlet adamı, kendi siyasal iktidarından olma pahasına, ülkesi/toplumu ve gelecek kuşaklar için -yakın vadede acı-zarar verse de-, doğru olanı söylemekten ve yapmaktan çekinmeyen siyasetçi demektir. Dünyadan örnek vermek gerekirse: M. Gandi, M.A. Cinnah, N. Mandela, A. İzzetbegoviç, W. Churchill, F. Castro, Y. Arafat… birer “Devlet Adamı”dırlar. Türkiye’ye gelecek olursak: M. Kemal ve İsmet İnönü için bu sıfat rahatça kullanılabilir. Rahmetli Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş için de bu sıfat, -belli ihtiraz kayıtları ile- kullanılabilir. Sonrası için Türkiye’de bir “Kaht-ı Rical=(Devlet) Adamlığı Yoksunluğu” yaşanmaktadır. Hepsi, kurnaz; yani “siyasetçi”dir.