Bir “Makina-Örgüt”e Dönüşmüş Olarak Ak Parti’nin Son Hali

“Dost, acı söyler”

Ak Parti, 10 milyondan fazla “üye”si olan bir örgüttür. Ancak bu örgüt, Demokrasilerde olduğu gibi kendi aklı, iradesi, inisiyatifi olan bir örgüt değildir. Kurulduğunda böyle değildi; giderek bu hale geldi. Bugün aklını, iradesini ve inisiyatifini bir kişiye (R. T. Erdoğan) bağlamış ve devretmiş bir örgüttür. Demokrasilerde “Parti”, bir toplumsal (iktisadi-kültürel/ideolojik) kesimin taleplerini iktidara taşıyan siyasi bir aparat ve aygıttır. Parti, oluşturduğu tartışma ve seçim kurumları/kurulları ile kendisi düşünür, ortaya program, öneri, çözüm ve sorun koyar. Parti aklı, organlarının aktif çalışması ile oluşan; parti başkanı da, bu aklın sözcüsü ve temsilcisidir. Bunun sebebi, partinin talip olduğu “yönetim” işinin çoğul bir toplumda çoklu ve sofistike bir süreç olmasıdır. Yönetim işleri, uzmanlık ve –kamuyu ilgilendirmesi dolaysıyla da- ahlaki bağlamda hakkaniyet ve dürüstlük gerektiren alanlardır. Parti, ekonomideki “şirket” yapısına benzer. Ortakların her birinin şirkette hissesi olduğu gibi; partide de üyelerin her birinin kurullar-kurumlar yoluyla sözünü (fikrini), talebini ifade ve icra etmenin kanalları ve yolları vardır. Demokrasilerde “Parti” ve “Devlet”, Tevhit esasına göre değil; “Şirk” esasına göre dizayn edilmiştir. Yani otoriteleri birbirine indirgenemeyen (Kuvvetler ayrılığı-Fren ve Denge) kurumlar vardır. Kamusal sorunları istişare (şûra) ile çözmek (3/159, 42/38) ve görev dağılımı yaparken “emanet” olarak nitelenen kamusal sorumlulukları “liyakat”a göre dağıtmak (4/58) ve emanetlere hıyanet etmemek (8/27), İslam dininin de siyasal prensipleridir. Siyasal alanda “Tanrı/Tevhit” ilkesinin geçerli olmamasının nedenlerinden biri, insanın Tanrı gibi “mükemmel” olmaması, tersine “zayıf” olması (4/28); ikincisi ise, yönetim işlerinin doğası gereği uzmanlık ve çok akıl gerektirmesidir. İnsanda Tanrısal bir akıl olamayacağına göre, evrende olduğu gibi devlette/yönetimde “Tevhid” geçerli değildir. Müslümanlar, ta başından beri bu İslami ilkeyi ihlal etmiş ve Muaviye’den itibaren çağın/komşularının ruhu olan “saltanat/krallık” rejimini taklit etmişlerdir. Kur’an’da Hz. Muhammed’e transfer edilen ve mutlak olmayan ilahi otorite, Allah’ın gözetiminde devam ediyordu. Yanlış yapıldığında da Allah tarafından ikaz edilerek düzeltiliyordu (17/74, 80/1-10). Kaldı ki, Hz. Muhammed döneminde de kamusal/siyasal sorunların çözümünde sadece Hz. Muhammed’e yetki verilmemiştir. Doğru hüküm verecek ehliyet/liyakat-hakkaniyet sahibi (yestenbitûna) başka yetkililerin/uzmanların olduğu da vurgulanmıştır (4/83). Oysa Saltanatta, “Lailahe illellah” (Tevhit) ilkesi, metafizikten “siyasi” alana sirayet etmiştir. İslam toplumu, bu durumu “kurumsal” olarak önleyemediği için, sadece “tavsiye” ile yetinmiştir: “Gururlanma padişahim; senden büyük Allah var.” Sultanlar da halka “hesap verme” yerine, Tanrısal otoriteyi “temsil” ettikleri veya kendilerine “intikal” ettiği vehmi ile “sübjektif” olarak Allah’a hesap vereceklerini söylemişlerdir.

Ak partinin örgütlenme tarzı bir “makine-örgüt” haline dönüşmüş durumdadır. Örgüt, Karizmatik (Tanrısal/Mistik) bir Liderin aklına/kararına bağlı olarak işlemektedir. Bunu söylemek, yönetim sürecinde bütün kararların lider tarafından alındığı anlamına gelmiyor; sadece genel/büyük kararların alıcısı ve “nihai” merciinin o olduğunu ifade etmektir. İcra yetkisi olan siyasi ve bürokratik ekip, “İrade-i Şahane”nin ima, ihbar ve işaretine bakarlar. İrade-i Şahane, her ne kadar Fetö, PKK, Obama ve Davutoğlu tarafından kandırılabilen bir “fani” olduğu ispat edilmiş olsa bile, bu böyledir. Lider “İstişare” yapıyor olabilir; verilecek önemli kararların oluşturulacak kurum ve kurullarda çoğunluğun (oy çokluğu) kararı ile alınıp alınmadığıdır önemli olan. Makine, bir insan tarafından çalıştırılan ve işletilen mekanik bir yapıdır: Bir şoför tarafından kullanılan “otobüs” gibi. Makinanın aksamlarının her birinin bir “işlevi” vardır; ancak parçaların kendi başına bir irade-karar ve inisiyatifi yoktur. Partide bu parçaların inisiyatifsizlik durumunu bireylerin, kurulların veya tarikat/cemaat yapılarının Lidere “sadakat”e dayalı itaatleri ifade eder: “Reis var; yeis yok” sözü, bu koşulsuz/kesin sadakati ifade eder. Hatta “Pelikancılık” ve “Karadenizcilik” gibi değişik tarzlarda “Reisçilik” mezhepleri bile oluşmuş (A. Hakan. Hürriyet. 24.4.2017). Sadakat, doğru bir şeydir. Ancak, koşulsuz olması yanlıştır. Hudeybiye Anlaşması’nın yapıldığı anda Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed’e karşı “sadakat”i seçmişti. Ancak Hz. Ömer ve Hz. Ali, sonuna kadar sorgulamayı ve itirazı seçtiler ve Allah, onların bu tutumunu eleştirmedi. Dönüş yolunda “Fetih” suresi nazil olduğu haberi Hz. Ömer’e ulaştırıldığında: “Ne fethi?” diye çıkışarak radikal muhalefetini sürdürmüştür. Hz. Muhammed’in bu kararının doğruluğu, onun kendi başına verdiği her kararın doğruluğunu gerektirmez. Nitekim –insan olması hasebi ile- başka bazı kararları da yanlış olduğu için uyarılmıştır: “Eğer seni tutmasaydık, az kalsın müşriklere biraz meyledecektin. Eğer bu durum gerçekleşseydi; hayatta ve ölümden sonra sana kat kat azap ederdik ve bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.”(17/74-75)

Ak Parti’de –seküler partilerden- farklı ve fazla olan bir husus daha vardır: Partinin ideolojisinin ve tabanının “Türkiye İslamı” (Tarikatçılık) bağlamında “din”e dayanması hasebi ile yetkilerin partide ve devlette (yönetimde) lidere devredilmesi, Lideri -teşbihte hata olmaz- “Lâyüsellik/Tanrı-benzerlik” pozisyonuna/rolüne kendiliğinden itmektedir. Lider, “Hikmetinden sual olunmaz”, adeta mutlak bir pozisyona gelmektedir. Bu Tanrılık rolünün, -liderin farkında olmadığı- bir göstergesi, kendi görüşüne uymayan her uzman ve otoriteyi: “profesörmüş…, sanatçıymış…, hukukçuymuş…,” diye aşağılayıp, her konuda kendinin “nihai otorite” olduğunu ortaya koymasıdır.

Liderin bu “Tanrılık” durumunu, onun kendinin ve temsil ettiği kitlenin varsayılan “düşmanları” ile girdiği çatışmalarda ölümü göze alması, savunduğu kitle ile aynı dini/mezhebi değerlere sahip olması ve kitlenin tarihi mağduriyet ve zayıflığı (mustazaf) durumu doğurur. Lider, muhafazakâr kitlelerin duygusuna (İslam-Osmanlı) ve dürtülerine(menfaat) hitap eden bir dil ile bu kitleyi konsolide etmektedir. Türkiye’de bu konsolidasyonun oluşmasında tarihten gelen haklı sebepler olduğu gibi; örgütlenme yapısının böyle oluşmasında tarihi-kültürel (teolojik) ve pratik-psikolojik nedenler mevcuttur. Bunu biraz açmak gerekirse, muhafazakâr çoğunluk, cumhuriyetin kuruluşundan sonra yirmi beş yıllık yaşadığı –din bağlamında- yoğun aşağılanmadan (irtica) sonra, ilk serbest seçimlerde sadece “Allah” diyen (Ezanın Türkçeleştirilmesi) birini (A. Menderes) seçti. Onun 1960’da asılmasından sonra, bir içerleme ve uçuklama modunda kendinden “görünen” devşirilmiş birini seçti (S. Demirel). Daha sonraları ondan bir “tık” daha kendine yakın olan T. Özal’ı seçti. Kendine daha yakın olan başka birine (N. Erbakan), -hem onu korumak hem de kitlenin kendi korkaklığı yüzünden- fazla desteğini vermedi. Şartlar müsait olunca, kendinden olan çatal yürekli bir yiğidi uzun süreliğine ve sahici olarak destekledi (R.T. Erdoğan). Sorun, Muhafazakârların hâlâ sorumluluk alma makamında olmayıp, kendine bir “bodyguard(korucu)” veya “Çoban” tutma sorumsuzluğunu(sürü) sürdürmeleridir. Ayrıca bu partide düşünen, eğitimli-şehirleşmiş orta sınıf seçmen ve siyasetçinin olduğunu da biliyorum. Ancak, ortaya –lidere rağmen- bir inisiyatif koyamadıkları da bir gerçek. Şimdiye kadar, özgül ağırlığı olan herkes lider tarafından harcandı. Bu “makine-örgüt”ün “canlı/ortak akıllı-örgüt”e dönüşmesi gerekiyor(Parti); başı/beyni olan “canlı organizma”ya değil(“Vücutta bir kalp vardır; gerisi teferruat/Gemide bir kaptan vardır; gerisi mürettebat”). İnsanı-seçmeni sadece oy veren-onaylayan-destekleyen-itaat eden değil; aynı zamanda akıl veren-yaratan-icad çıkaran, soru soran, sorun çıkaran-çözen bir varlık olarak görmek gerekir. Doğu ile Batı arasındaki “fark” biraz bu olsa gerek.

Muhafazakârların sayın R. T. Erdoğan’ın arkasında durmalarının sebebi, seküler asker-sivil bürokratik oligarşiye karşı verdiği mücadeledir (Milli İrade-Demokrasi). Bu irade ve bu mücadele genel olarak doğru olsa da, bu iradenin “Parti” aracılığı ile (ortak akıl) verilmesi gerekir. Kahramanlık, kurumsal hale dönüştürülmelidir. Birinci Dünya savaşını yürüten “TBMM” de olduğu gibi. Kahramanlıktan kararların tekleştirilmesi (KHK) çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin stratejik konumu, siyasi sosyolojisi, demografik ve ekonomik ağırlığı, bir kahraman ile taşınamayacak kadar “ağır”dır.

Dindarlar (partililer), Tanrı’nın (Liderin) iradesine uygun hareket eder hale geldikleri gibi; kendiliğinden bir “münafıklar” gurubunun oluşması da kaçınılmazdır. Tanrı’nın otoritesinden ve hoşnutluğundan “pay” alan parti veya devlet yönetiminde görev verilen birileri, Tanrı’nın adına veya onun gözüne girmek için kendi zannınca amel etmeye başlar. Tanrılık rolü, başta muti siyasi ekip olmak üzere bürokratik ekibinin bir kısmına –yetkisi oranında- sirayet eder. Ak Partisi, çekirdeğinde “Parti” değil, bir dini cemaatler koalisyonu ve Şeyhi/lideri (Gavs’ı?) olan bir “Tarikat”; kabuğunda/periferisinde ise menfaat talebi olarak “Parti”dir. Müritler/mutiler ise Liderden emir, devletten/kamudan iane/iaşe alırlar/temin ederler.

Son referandumda “Din-Millet-Vatan-Devlet” diye bütün “ortak” değerler kullanılmış olduğu halde; toplumun ancak % 50’sinin ikna edilebilmiş olması, toplumun bu değerlerin “anlamı” hakkında bölündüğünü ortaya koyar. Bu bölünmeyi görmeden, sonuçları “Maç kazanma” ve daha da kötüsü, -hiç ilgisi yok iken- “gasp” ima eden “Atı alan, Üsküdar’ı geçti” sözleri ile yorumlamak, tek kelime ile talihsizliktir. Niyazî Mısrî’ye atfen (Nadânı terketmeyen, yarânı bulamaz) kendine oy verenleri “Yarân”; vermeyenleri de “Nadân” olarak nitelemek, 1950’lerin “soğuk savaş” dilini iç politikada sürdürmektir. “Cumhur”un başı olan bir siyasi figürün, böyle cümleler kurması, toplumu parçalamaktadır.

Tanrının ve müminlerin bir “açık” –iç ve dış- düşmanları vardır: müşrikler ve Yahudiler; bir de “görünmeyen” düşmanları vardır: Şeytan. Benzer şekilde, siyasal düzlemde Ak Parti’nin açık düşmanları PKK, DAİŞ, DHKP-C, Batı ve kısmen CHP’dir. Dış ve görünmeyen Şeytan mesabesindeki düşmanı “Üst Akıl”, iç düşmanı ise FETÖ’dür. FETÖ’nün ihaneti açık ve kesindir; ancak bu örgütün tabanında “ibadet” kastıyla bulunmuş insanları, tepedekilerle aynı tutup şeytanlaştırılması doğru değildir.

Partide “Gemisini yürüten, Kaptandır” sözünün “oportünist” iması fehvasınca her dönemde profesyonelce adapte olma kabiliyetine haiz (hesabî), dini dille bir “münafık/ikiyüzlü” gurubun oluşması da gayet doğaldır.

Başarısızlıklar, zaman zaman kolayca dış (Üst Akıl) ve iç düşmana (FETÖ) izafe edilmektedir. Karizmatik lider, kendini Tanrının davasının “temsilcisi” olarak gördüğü veya bağlıları tarafından öyle göründüğü için (şeyh uçmaz; müritler uçurur) “yanlış/hata/günah” işlemesi düşünülemez. Her yaptığında bilinmeyen bir “hikmet” aranır.

Nisa Suresi’nin 94. ayeti şöyle der: “Ey müminler, Allah yolunda sefere çıktığınızda (ilişkiye girdiğiniz kişiler hakkında) gerekli araştırmaları titizlikle yapın. Size selam veren bir kimseye menfaat (ganimet) tutkusu ile: “Sen, mümin değilsin” demeyin (onu ötekileştirmeyin). Hâlbuki Allah katındaki menfaatler daha çoktur. Hatırlayın, daha önce de siz, güç bakımından zayıf durumdaydınız; Allah size lütufta bulundu. O nedenle, sizden olmayanlara karşı titiz davranın…” FETÖ’nün daha önce kendilerinden olmayanlara karşı nasıl hoyrat davrandığı bilinmektedir. Akıbetleri de, bu suçun cezası olsa gerek. Ak Parti, kendinden olmayanlara karşı tutumunu, FETÖ’yü göz önünde bulundurarak, bu ayetin önerileri doğrultusunda ayarlamalıdır. Sadakat ve Lidere bağlılık noktasında da, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin Hz. Muhammed ile ilişkisini örnek almalılar. Partiyi ve Devleti, Demokrasilerde olduğu gibi “çok başlı/çok akıllı” yani “Şura” ve “Şirk” esasına göre, yani “ortak akıl” (kuvvetler ayrılığı) ve kurumsal akıl ile yönetmeliler. Aksi tutum (kuvvetler birliği), “Bütün yumurtaların bir sepete konulması” saflığıdır. Kara sevda (liderin partiye, partinin lidere) ve aşk (“Bana her şey seni hatırlatıyor”), aşığı da maşuğu da yer bitirir; matah bir şey değildir. Esas olan sevgidir. Din ve imanın ön şartı, herkesin ve her kesimin -duygularını kontrol ederek- aklı başında ve sorumluluğunu müdrik olmasıdır. Siyasette bu, daha da böyledir. Kurtlarla (Türkiye düşmanları?) dansı (siyaset) bir kişinin kontrolüne vermek veya seksen milyonun taleplerinin karşılanmasını ve sorunlarının çözümünü bir kişiye havale etmek haksızlıktır. Bunu, bu kişi –velev ki samimiyet ile- isteme “gafletinde” ve “güç istencinde” bulunsa da (bu nitelikler kesindir; diğerleri zann olduğu için kullanmıyorum) onu sevenlerin, buna razı olma hakları yoktur. Birini gerçekten sevmek, onu, kendine (nefsine) karşı korumayı da içermelidir.