Türkiye’de Dört Farklı Kimliğin Gönüllü Olarak “Biz” Diyebilmelerinin Ahlaki Raconu Üzerine

1.7.2015

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda aktualleşen ulus devlet ve milliyetçilik teloslarının, sekülerleşmenin, değişik coğrafyalarda çoğunluğu oluşturan ve güçlü(Burjuva) etnisitelerin diğerlerini ezmesi, temizlemesi ve asimilasyonu ile gerçekleştiğini biliyoruz. İslami açıdan baktığımızda ne dinden uzaklaşma anlamında sekülerizm, ne de bir etnisitenin diğerlerine yaptığı bu şeyler meşru değildir. Türkiye Cumhuriyeti de bu iki şeyi yaparak kuruldu. 1960’lara gelince dindarlar, sekülerleştirmeye itiraz etmeye; 1980’lere gelince de Kürtler, asimilasyona itiraz etmeye başladılar. Yani sekülerleştirme ve asimilasyon politikaları yarım kaldı. Sekülerleştirme politikaları, iki kimlik yarattı: 1-Çağdaşlaşmış, modernleşmiş, Batılılaşmış Sünni-Alevi %30 CHP Türk tabanı. 2- Buna çeşitli seviyelerde farklı tarzlarda itiraz eden Muhafazakâr/Sünni dindar-demokrat taban: DP, AP, DYP, ANAP, Milli Görüş, AKP. Diğer taraftan, asimilasyon politikaları da iki kimlik yarattı: 1-Radikal Türk Milliyetçileri(MHP), 2-Radikal Kürt milliyetçileri(PKK; HDP)

Türkiye sınırları, denizde giden bir gemi gibi, bu dört kimliğin de dışına çıkamayacağı; beraber bulunmak ve yaşamak zorunda olduğu/olacağı yer/yurt/vatan/memleket/ülke/ev/otel…dir. Şimdi soru, bu mekânı ve ülkenin ekonomik imkânlarını paylaşmanın adil/ahlaki raconunu nasıl oluşturacağız ve bu kimliklerin birbirini bundan sonra yok etmeye veya dönüştürmeye çalışmamaları ahlaki sorunudur. Birbirini sevmek zorunda olmasa da; en azından birbirinden “nefret etmeyen” ve hem-şehri gibi, bir yurttaş/vatandaş “biz” duygusunu yaratmaktır. Bunların bir kısmı “aynı dili” konuşma duygudaşlığına sahip iken; diğerleri,  “aynı dini” paylaşmaktan doğan bir ortak duygudaşlığa sahipler. İslami açıdan bir toplum oluşturulacaksa, “biz” diyebilmenin kriteri “iman/din kardeşliği” ise; birlikte yaşamanın kriteri ne çıkar, ne ırk/dil, ne de dindir. Bu, ahlak ve hukuktur(adalet-merhamet). Bunu Kur’an’ın her sayfasında ve Hz. Muhammed’in hayatında görmek mümkündür(Medine sözleşmesi).

Ak Parti’nin son on beş yıllık tek parti iktidarı, muhafazakâr/dindarların kimliklerine yapılan saldırıları geri püskürterek yaratılan travmayı tedavi etmiş durumdadır. Başörtüsü yasağının kaldırılması, imam hatip okullarının gelişmesi, liselere konan Siyer ve Kur’an dersleri, bunun ispatıdır. Bu arada The Cemaat ile Ak Parti’nin aynı teolojiyi paylaşmalarına rağmen; politik stratejilerinin farklılığının ve menfaat farklılığının onları adı konulmamış bir savaşa itmesi, trajik ve iç savaş çıkarma kabiliyeti açısından da manidardır.

CHP ve Atatürk’ün temel amacı olan cumhuriyet, demokrasi ve bilim-tekniğin elde edilmesi(modernleşme) de belli oranlarda gerçekleşmiştir. Artık irtica, şeriatçılık, hilafet-saltanat tehlikesi yoktur. Muhafazakarlar ile çağdaş sekülerler arasındaki sorun  hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine bağlı olarak ekonomik imkanlardan yararlanma sorunudur. Ne Ak Parti, devlet imkânlarını kullanarak toplumun tümünü kendi din yorumu doğrultusunda daha “dindarlaştırmak” politikaları uygulayabilir; ne de CHP, -28 Şubat’ta askeri bürokrasinin yeltendiği gibi-, toplumu kendi anladığı anlamda daha sekülerleştirme politikaları güdebilir. Her iki teşebbüs de gayri ahlaki/gayri medeni ve gayri meşrudur. Bu kimliklere sahip olan kişiler, ideallerini, sivil toplum kuruluşları yolu ile gönüllü olarak gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar.

MHP’de kristalleşen milliyetçiliğe gelince; on dokuz ve yirminci yüzyıllarda uygulanan asimilasyon politikalarının hem dini açıdan, hem de ahlaki açıdan meşru olmadığını idrak edip, Kürtlerin ana dillerini -isteyenler için eğitim dâhil- kullanma konusundaki taleplerini kabul etmek zorundadır. Halâ, % 13 oy almış HDP’yi kendisinden “ontolojik” olarak farklı görmek veya onları hiç “görmemek”, ahlaki-insani temeli olmayan asimilasyon politikalarına devam etmek demektir. Bu tutumun sonu da “ırkçılık” gerekçesi ile iç savaştır. Osmanlı’yı kaybetmenin travması, elinde kalan halkları ezme ve asimile etme hakkı vermez. Osmanlı’nın yıkılması ile Kafkaslar ve Balkanlardan Anadolu’ya göç edenlerin, cumhuriyet döneminde -din birlikteliğinden dolayı- asimile edilmiş olmaları, nüfus kesafeti yoğun olan Kürtlerin asimilasyonunu zorlamıştır. Bundan vazgeçmek gerekir. Kürtlerin, Türkler gibi “Sünni” olmaları hasebi ile doğum, ölüm ve evlilik merasimleri aynı olduğu gibi; ortak evliliklerden dolayı, hatırı sayılır bir melez yapı oluşmuş durumdadır. Ayrıca Kürtlerin çoğunluğu, Güney Doğu Anadolu’nun dışına göç etmiş ve Türkler ile neredeyse bin yıldır Anadolu’da, cumhuriyetten beri de Türkiye’nin her yerinde birlikte yaşamaktadır. Bu bağlamda Kürtlerin “eşitlik” talebi dışında geçen yüzyıldan/geç kalmış  “bayrak-devlet” fetişizmine kapılarak “bölünme” talepleri ahlaki/meşru değildir. Amerika, 19. yüzyılda “birleşmiş” iken; Avrupa, “birliği”ni yirminci yüzyılın ikinci yarısında kurmuş iken; Türkiye’nin -dini veya etnik saiklerle- iç savaşa ve parçalanmaya sürüklenmesi, ilkellik; müsebbipleri de, ahlaksızdır. Ancak onların da demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri doğrultusunda devletin ekonomik imkânlarını paylaşma hakkı mevcuttur. Vergilerini ve elektrik faturalarını, diğer vatandaşlar gibi ödemek zorundadırlar.

Bu ahlaki çerçevede kalınmayıp; kimlikler, din-mezhep veya etnisite üzerinden birbirlerinin özgürlük ve eşitliklerini kabul etmeden tahakküm/hegemonya kurma iddiasında/zorlamasında bulunurlarsa, el an İslam dünyasında olduğu gibi din/mezhep veya etnisite üzerinden iç savaşa girip parçalanması mukadderdir.