İslam, Habil’in kendisini öldürme niyetinde olan kardeşi Kabil’e karşı pasifliği(barışı) seçmesi çizgisini Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler aracılığı ile en fazla adalet(misilleme) çizgisine kayarak sürdürmüş İlahi dinin adıdır: “Eğer cezalandıracak iseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın.”(16/126). Allah’a iman(güven) ve Ahiret’in gerçekleşeceğine(Vakı’a,56/1-2) iman(güven), bu dinin temelidir. “Fani” şeylerden ve kötülüklerden “Allah’a sığınmak”(4/146,50/51) ve “O’nun ipine sarılmak”(3/103) insanın nihai kurtuluşudur. Halk arasında kullanılan: “Duvara yaslanma, yıkılır; insana yaslanma, devrilir; Allah’a yaslan.” sözü, bu hakikati ifade eder. Ancak yine bir işin ve ilişkinin sağlam ve güvenilir olmaktan çıkmasının “Allahlık”, “İşimiz Allah’a kaldı” veya “İnşallah” deyimleri ile ifade edilmesi de son derece manidardır. Oysa Kur’an’da “İnşallah” ve “Tevekkül” kavramları Allah’a karşı sağlam bir güveni ifade ederler. Tevekkülün de zaman içinde Allah’a karşı nasıl “yersiz” bir güvene(Kadercilik) dönüştüğü bilinmektedir.
İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önce “Muhammedu’l-Emin” lakabı ile tanınması, onun “peygamber” olduğuna güveni ve imanı kolaylaştırmıştır. Güven, güvenilen zatın/kişinin dürüstlüğünden kaynaklanır. Yani kandırmamasından. Allah ve peygamberleri kimseyi kandırmamışlardır. Maide Suresi’nin ilk ayetinin ilk cümlesi: “Akitlerinizi/sözleşmelerinizi(anlaşma-söz verme) yerine getirin”dir. Müslümanlar da, “muttaki” oluşları oranında insanlıkta bir güven yaratmışlardır. Allah, Mekke döneminde toplumsal barışı koruyarak İslam’ın yayılmasını istemiştir. Müşrikler, önce Müslümanlar ile “düşmanlık” durumu yarattılar; Medine’ye iltica etmek zorunda kalan müminler ile daha sonra “savaş” durumu ortaya çıktı. Allah da, müminlerin kendilerini korumak maksadı ile savaşmalarına izin verdi. Ancak “Barış”, temel gaye olarak sürekli korundu, savunuldu ve teşvik edildi. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arapların kültürel genetiklerinde var olan kabilecilik ve çapul yapma tutumu, müminler arasında tekrar nüksederek uzun süren “iç savaş” yaşamalarına sebebiyet verdi.
İslam toplumlarının yaklaşık 1200 senesi, dinsel bağlamda ibadet, adalet ve fütuhat ile geçti. 16. yüzyılda Batı’da Rönesans/Aydınlanma ve Reform ile gerçekleştirilen Endüstri/Bilim/Teknoloji devrimi ile bütün yeryüzünün ve insanlığın kaderi değişti: 1-Yaşamın uzatılması ile nüfus arttı.2-Ekonomi, tarım ve ticaretten -teknoloji sayesinde- sanayi üretimine geçti. 3-Sınırsız üretim ve sınırsız tüketim(Kapitalizm) yeryüzüne egemen oldu. 4-Şehirler büyüdü. 5-Mimari farklılaştı. 6-Ulaşım ve iletişim arttı. 7-Hazlar çoğaldı ve insanlar hızlandı(aculiyet arttı; sabır azaldı). 8-Kültürel patoloji olarak depresyon, şizofreni ve narsizm arttı(kibir, duyarsızlık, umutsuzluk, bağımlılık ve yabancılaşma ve nihilizm). Müslümanlar da “insan” olmaları hasebi ile, bu gelişmelerden nasibini aldı.
Batı, kendi içinde yaşadığı din(kilise), ırk, sınıf ve ekonomik paylaşım savaşlarından sonra(örneğin: I. ve II. Dünya savaşları), menfaatin altın kuralı olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” ilkesini keşfederek “İnsan Hakları”nı geliştirerek kendi evinde(ABD ve AB) demokrasi, laiklik ve kuvvetler ayrımı aparatları ile “Hukuk Devleti”ni kurdu. Avrupa ve Amerika kendi içinde “Hukuk” sayesinde “Barış ve Güven Yurdu” haline geldi. Batı, kendi dışındaki dünyaya karşı “Gavurluğunu(zulüm)” yapmaya dış politikada yer yer devam ediyor. Bunun sebebi, genetik olarak seküler metafiziğin/ontolojinin(“Huzur Metafiziği”-Derrida) varlığı daima dikotomik/ikili olarak kurmasıdır(siyah-beyaz, doğru-yanlış, cevher/öz-araz, pozitif-negatif, barbar-medeni…). Ötekini tanımada bu bakış açısı özürlüdür. İbrahimi monoteist öğreti, gerçekliği hakikatin peçesi olarak görüp “Hareketli Özcülük” ile bu “körlüğü” aşar: Allah, Ahiret, Ahlak.
Modernleşme sürecinde İslam dünyası da dahil, dünyanın büyük bir bölümü önce sömürgeleştirildi. İslam dünyası, seküler ideolojilerle(sosyalizm-kapitalizm) bağımsızlıklarını kazandı. Bu süreçte dindarlara baskı yapıldı ve “İslamcılık”, İslam ülkelerindeki seküler diktatörlüklere karşı bir direniş hareketi olarak gelişti. Batı’nın İslam dünyası üzerindeki askeri-ekonomik ve siyasal baskısı ve yerli diktatörlerin yaratmış oldukları baskılara karşı İslamcı hareketler, Kur’an okuyarak kendi durumları ile “Medine koşulları” arasında bir benzerlik görüp, Allah adına(fisebilillah) ve cennet uğruna(şehitlik) “Kutsal Savaş(Cihat)” adı altında şiddete –hatta teröre- kaydılar(Taliban, El-Kaide, Daiş, Boko-Haram, Eş-Şebab….) Bu yeni koşullarda Medine’deki durum üzerine nazil olmuş şiddet ve savaş içeren ayetlerin okunması ve içselleştirilmesi, ciddi yorum sorunları taşımaktadır. Ayrıca “terör” eylemi yapanların %90’ının “Arap” ve “Kuzey Afrika(zenci)” kökenli olmaları dikkate alınmalı ve bunu itiraf etmek, “ırkçılık” ile yaftalanmamalı. İslam dinine müntesip başka bir sürü etnisite/ırk/dil gurubu mevcut. Ancak bu durum, Müslüman gençlerin şiddete kaymasında Batı ve İslam dünyasındaki bazı yönetimlerin yarattığı baskıyı-ezmeyi ve üzerlerindeki sömürgeci tutumu görmezlikten gelmeyi gerektirmez.
Böylece İslam’a olan “güven” dünyada kaybolmaya başladı; sarsıldı(İslamofobi). Bu güvensizlik ve korkunun oluşturulmasında Batı medyasının “art-niyetli” çabalarının rolünün de olduğunu biliyoruz. Batı toplumlarında giderek yükselen ırkçı ve öteki düşmanlığının, az önce hatırlattığımız “genetik” ile ilişkisi açıktır. Bu güven kaybının, Müslümanlardan gelen dini-teolojik nedeni, -Kitap Ehlinin başına geldiği gibi- aradan uzun zaman geçince Müslümanların Allah’a ve Ahiret’e olan güven(iman)lerinin zayıflaması(57/16) ve inançlarında(teolojik yorumlarında) meydana gelen tarihsel/teolojik kaymalardır(Allah, Kur’an, Sünnet, Kader, Siyaset teorilerinde/teolojilerinde…).
Türkiye’de kendini “yüzyılın iyilik hareketi” olarak tanıtmış, barış-hoşgörü ve “Ilımlı İslam” olarak yorumlayan bir mistik kökenli hareketin(The Cemaat), sonunda “Darbe” yapmaya karar vermesi ve bunu gerçekleştirmeye kalkması, sadece Batı’ya atılabilecek bir suç/günah değildir. “Takiyye” yani “kandırma”yı teolojik olarak meşrulaştırmış müminlerin(Şia-Sünni) “güven” den bahsetmeleri ne kadar anlamlıdır? Bu gerçek, İslam düşüncesinin ve müslümanların kendilerine karşı kendi içlerinde bile “güvenilmez” hale geldiklerinin bir ifadesidir. İslam dünyasındaki mezhep kavgalarını Batı’ya izafe etmeye hiç kimse kalkışamaz her halde. Müslümanların kendilerine karşı dahi güvenleri kalmadığına göre, ilk yapılması gereken iş, Hz. Muhammed’in Medine’de yaptığı veya Batı’da olduğu gibi, güven ortamını din dışı bir saik, direkt “güvenlik” saiki ile bir “Hukuk Devleti” kurmaktır. İman’a dayalı güvenin geri gelip gelmeyeceği –Allah’a değil- kendilerine bağlıdır. İmanlarını önce doğrultup sonra da tazelerler iseler, neden gelmesin?