7.6.2014
Medeniyetin iki tür köklü insan davranışından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Birincisi medine/şehir kurma, ikincisi ise din oluşturma yani önce kozmos’da, sonra dünyada sonra da toplum içinde kendine anlamlı yer bulma, diğer deyimle adab-ı muaşeret oluşturma (iman ve salih amel). İnsan yaratıcı düşünme faaliyeti ile yaşadığı yeri imar ederken; vicdanı ile de insani ilişkileri ıslah eder. Peygamberler, insanlığın ahlaki ıslahı ile uğraşmışlardır. Adem’in Şeytan’a uyması ve oğlu Kabil’in Habil’i öldürmesi, insanın ahlaki bağlamda çift kutuplu (hayır-şerr) değişmeyen doğasını ortaya koyar.
Tevrat’ın “On Emir”inden ilkinin “öldürmeyeceksin” olması, büyük günahların başında gelmesinden olsa gerek. Bu emrin, Tevrat’ın yorumu olan Mişna’daki değişik ifadesine Kur’an’da şöyle atıf yapılır: “İsrailoğullarına şunu yazdık: “Kim bir insanı bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarma karşılığı olmaksızın öldürürse, o, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Her kim de birinin hayatını kurtarırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır…” (5/32).
Tevrat ve Kur’an “kısas”ı getirerek, dünyada taammüden insan öldürmeyi hukuki olarak engellemeye çalışmışlardır. Kur’an, bir adım daha ileri atarak öldürülenin yakınlarına “diyet: kan bedeli” ödeme karşılığı öldüreni affetme yetkisi getirmişken (2/178); Hz. İsa, İncil’de kısası kaldırarak kategorik “aff” yolunu açmıştır. Ancak, Kilise bu buyruğa 6. yüzyıla kadar uyabilmiş; ondan sonra savaşı ve ölümü meşrulaştırmıştır. Dinlerdeki “mistik” akımlar ve 19. yüzyılda Gandhi de kategorik olarak öldürmemeyi, affı tercih etmişlerdir. Yirminci yüzyılda ise “ölüm cezası” ceza hukukundan çıkarılmaya başlanmıştır. Ülkelerin çoğu da bunu benimsemiştir.
İnsanın hemcinsini öldürmesinin biri Tanrı adına “dinsel”, diğeri de kendi hınç, içgüdü, ihtiras, tuğyan…ından kaynaklanan iki sebebi vardır. Ortaçağlarda, dinlerin egemenlik çağlarında “din savaşları – mezhep savaşları” vardı. Modern endüstri – ekonomi çağına girdikten sonra da ikinci saikten kaynaklanan savaşlar (I. Ve II.Dünya savaşları) yaşandı. İkinci Dünya savaşından sonra Batı’da ‘insan hakları’, ‘hukuk devleti’, ‘demokrasi’ ve ‘laiklik’ ile Batı kendi içinde “barış”ı temin etti. Kendi dışında olup bitene de seyirci olmaktadır.
Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Türkiye yaklaşık yüz yıldır kurumları ve kimlik politikaları ile Batı’yı taklit etmeye çalışmaktadır. Bilim ve teknoloji yaratamayan ve doğal kaynakları da fazla olmayan Türkiye ekonomisi zayıf ve kırılgan bir yapıya sahip. Egemen kapitalist sisteme entegre olmasına rağmen vatandaşlarına Avrupa devletleri kadar refah sağlayamamaktadır. Halk reklamlarla tüketime kışkırtıldığı halde, büyük bir bölümü arzu nesnelerine, tüketim ürünlerine ulaşamamaktadır. Geleneksel dini kültürün sabır, kanaat, ahiret.. vs. değerleri de hayli zayıflamış durumdadır. 1950’lere kadar devrimci, seküler, modernler tarafında yürütülen zoraki modernleşme faaliyeti, bu tarihlerden itibaren “muhafazakâr – sağcı”lar eli ile yürütülmeye başlanmıştır.
Hasılı, bugüne geldiğimizde, her gün TV haberlerinde ve gazetelerde “akıl almaz” cinayet haberlerine bolca rastlamaktayız. Mevcut hukuk sistemimiz ve dini-ahlaki hazır bulunuşumuz bu cinayetleri engelleyememektedir. Seri veya kitlesel cinayetlerde, çocuk, kadın ve ebeveyn-yakın akraba cinayetlerinde dikkat çekici bir artış gözlenmektedir. Vicdanın dumura uğraması ve hukukun-güvenliğin Batı standartlarında sağlam olmaması, cinayetlerin devamını sağlamaktadır. Kötülüğün pornografik özelliği ileri sürülerek olayı abarttığım ileri sürülebilir. Ancak, Avrupa ülkeleri ile ülkemizdeki yıllık cinayet istatistikleri arasındaki fark, kadın, çocuk ve akraba cinayetleri arasındaki fark, ahlaken belki “gavur”lardan farkımız olmasa da, hukuken cinayetleri engellemede onların hayli ilerde oldukları ortadadır.
Kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri ve anne-baba başta olmak üzere yakın akraba cinayetlerindeki hissedilir artış, insanlığımızı kaybettiğimizin göstergesi olarak alınabilir. Çünkü, “insanlık”, bu kas gücü zayıf kişilerin korunması ve onlara ihtimam/himmet, merhamet, adalet gösterilmesidir. Bu kişilerdeki masumiyeti, kırılganlığı veya saygınlığı görememek ve bunun umurunda olmamak gaddarlığı, caniliği, vahşiliği, insanımızın ne hale geldiğini gösterir.
Muhafazakâr hükumetimiz sağ olsun, imar faaliyetlerine “İnşaat ya resulullah” diyerek dört elle sarılmış durumda. Her gün cam kulelerimiz yükseliyor, tünellerimiz açılıyor, hızlı tren yollarımız artıyor, ekonomimiz büyüyor….modernleşiyoruz, kapitalist sisteme geri dönülmez bir şekilde eklemleniyoruz. Ancak, aynı zamanda ruhumuzu, vicdanımızı, dinimizi, ahlakımızı, insanlığımızı, çocuklarımızı (Gizem’i, Mert’i, Umut’u, Dilruba’yı, Ahmet’i…) kadınlarımızı (Fazileti, Saimeyi, Burcuyu, Kadriyeyi, Berivanı…) anne ve babalarımızı… en vahşi cinayetlere kurban veriyoruz. Cahiliyye döneminin çocukları diri diri gömen canavarlığına (81/9) geri döndük. İşkenceyle, boğaz kesme ile, kezzapla, domuz bağı ile… öldürüyoruz. Geçmiş yıllarda olduğu gibi, “Bilge” köyünde sekiz kişi “icma” ederek 44 kişiyi katliama tabi tuttu. Bugün de Baba-oğul birlikte kız-kardeşin başını ve kollarını keserek bir valize koyup sokağa atıyor, metresi uğruna bir profesör aynı bölümdeki bir doçentin boğazını keserek katlediyor…. Nereye gidiyoruz?
Kapitalist sistem yerleşik bir ahlaki kural içermediğinden sanat, bilgi, kültür, inanç, din ve tüm kodlama sistemleri paranın, üretimin, tüketimin akışına katıldıkları oranda var olabilirler. Bu nedenle kapitalizm üretim ve tüketimin önünde gördüğü aile, sınıf, din, kültür..vb engelleri kod çözümü sürecine tabi tutarak bertaraf etmeye çalışır.
İslam dünyası kapitalist sistemin ve küresel güç odakları olan ABD ve AB’nin ekonomik, politik ve kültürel-psikolojik sıkıştırması sonucu din üzerinden şiddet sarmalına kapılmış durumda. Öldürme cinneti en vahşi halleri ile “Allahu Ekber” nidaları ile yapılıyor. Avrupa’nın ortaçağını yaşıyoruz.
Dindarlık bağlamında: “Ne münasebet? Namaz kılanımız, Hacc – Umre ziyaretçilerimiz, oruç tutanlarımız artıyor” diyebilirsiniz. Eyvallah, alışkanlıkla da olsa mevcut “muhafazakârlığımız”ın insanımızı bazı kötülüklerden alıkoyduğunu söyleyebiliriz. Ancak, merhametimize, adaletimize ve iman halevetimize baktığımızda. S.O.S veriyoruz, S.O.S. “din ocağı”mız sönmüş durumda. Külleri ile oyalanıyoruz. Yani Kur’an’ın uyarısı ile kitap ehli gibi aradan uzun zaman geçince kalplerimiz katılaşmış, körelmiş, taşlaşmış, paslanmış, hastalanmış durumda(57/16). Ocağın sönmesinin birinci nedeni yakıtın (imanın) yok olması ve taklide dayanan “inancın” iman sanılmasıdır. İkinci nedeni ise, oksijenin bitmesi, havanın karbondioksitleşmesi, kirlenmesidir. Yani bizi çepeçevre kuşatmış birer makine haline gelmiş “tekno-city” (şehir)lerimiz. Bu şehirlerde artık Allah’ın hiçbir “ayeti” ile karşılaşmıyoruz. Kendi ellerimizin yarattığı/yaptığı (teknoloji) ile rehin alınmış durumdayız (74/38). Buralarda birer arzu makinası haline getirilen, solucanlaştırılan, tek tipleştirilen insanlarımız, üretim ve tüketim sarmalında eşya ve haz – hız bağımlısı mahluklara dönüştürülüyor. Nietzsche, bir asır öncesinden dinsizleşmenin/sekülerleşmenin psikolojisinin, duygu kimyasının yaygınlaşmakta olduğu noktasında uyarmıştı: “Çöl büyüyor; vay haline onu görmezden gelenlerin.” Katillerin otobiyografilerine bakın, çoğunun bu bağımlılığının kesintiye uğraması sonucu deliye dönüştüklerini göreceksiniz.
Sonuç olarak, Diyanet’in ve muhafazakâr hükumetimizin ahlaki ve dini kimliğimizin tabiatı üzerine soğukkanlı bir şekilde vicdanını kandırmadan gitmesi gerekiyor.