Nereye gidiyoruz ve Niçin?

13.5.2016

Ak Parti’nin son on beş yıl içerisinde giderek “ortak akıl” olmaktan çıkarak bir Lider’in “gövdesine” dönüşmesi ve son beş yıldır da bu lideri ölünceye kadar “ebedi şef” yapmak için “Başkanlık” sisteminin Türkiye için “elzem” olduğunu söyleyerek aklımızla alay eden tartışmalar neyi ifade ediyor? Ahmet Davutoğlu’nun “azledilmesi” ve “gık”ının çıkmaması neyi ifade ediyor? “Ak trol”lerin bir biri ile olan cenklerini birileri bize “Allah Rızası” kavgası olarak sunma gafletine bulunmaz her halde. Bütün yakın kardeşlerini(Bülent Arınç, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan…) tek tek acımasızca harcayan karizmatik liderimiz, toplumumuzun birliğini; Müslümanların kardeşliğini nasıl sağlayacak? “Dünya beşten büyüktür” diyen bu adam, nasıl oluyor da “Ben, bu halkın %50 sinin iradesiyim” diyebiliyor? Bu %50, buna nasıl inandı?(Nietzsche’nin kaçık adamının “Tanrının öldürülmesinin” yorumunda yaptığı itirafları gibi: “Denizi nasıl içtik? Sünger ile ufku nasıl sildik? Dünyayı güneşinden nasıl kopardık?...”) Türkiye Demokrasisinin buraya evrilmesini anlamak için olaya önce tarihsel perspektiften ve Batı kültürünün küresel hegemonyası ve onun gelişimi açısından bakmak gerekir. Çünkü, son 150 senedir toplum olarak bu kültürün yörüngesindeyiz. Demokrasinin Batı’daki tarihi, biraz geç de olsa aldığımız ve bizim kör-topal yürütmeye çalıştığımız demokrasimiz hakkında da bilgi verir. Son olarak da kendi kültürel kodlarımız açısından kısa bir analiz de gerekiyor.

Heidegger’in dediği gibi son üç yüz yılı “ruh”tan “zekâ”ya geçişi ifade eden “Kahraman” Batı kültürünün son çiçeklenmesinin orta aşamasında Demokrasi sorumlu, soylu ve salt zekânın bir ürünü olarak, Batı toplumlarına tüm “Haklar” belgelerini ve kanun önünde eşitliği getirmişti. Oysa, O. Spengler’in analizi ile olay başladığı gibi gelişmedi. “Şehrin yükselişiyle; zekâ, para ve burjuvazi önderlik rolünü devralır. Toplumsal tabakanın (zümrenin) yerine parti boy gösterir. Başlıca parti de para ve zihnin partisidir; liberal, megalopolis partisi. Tamamlanmış Kültürde aristokrasi ile budala, kozmopolit Uygarlıkta demokrasinin her ikisi de Sezarizm ile batıncaya değin birbirlerine karşıt dururlar. Yönetici azınlığın içine girdiği biçimler, toplumsal tabaka aşamasından, parti üzerinden, diktatör bireyin (Kaesar’ın) izleyiciliğine doğru düzenli olarak gelişir. Tabakanın güdüleri, partinin programı fakat izleyicilerin (kültenin) efendisi vardır.

Demokrasinin Sezarizme -kendi iç benliğinde iyiden iyiye biçimden yoksunluğa, diktatörce keyfiliğe bir dönüşü temsil eden- geçişini şu adımlar işaretler: Demokrasinin başlangıcında, meydan yalnızca sorumlu, soylu ve salt zekânındır. Haklar belgelerini ve yasa önünde eşitliği getiren odur. Bununla birlikte, çok geçmeden ancak bir kimsenin parası olursa anayasal haklarını kullanabileceği anlaşılır. Önderlik ülkücü(idealist) zekâdan, kurnaz para-babasına/burjuvaya geçer. Siyasal mekanizma aracılığıyla oyu ve seçmenleri denetlemeye başlar. Basın, güçlü bir propaganda silahı olarak bu mekanizmanın en etkili ve sinsi parçalarından biri haline gelir. Demokrasi, gazetesi ve kütle dergisiyle halkın zihin hayatından kitabı sürer atar. Basın, “kütle eğitimi” ve kütle propagandası yoluyla halka kendi kendilerine git gide daha az düşünmeyi ve basının (ve radyo ile televizyonun) sunduğunu git gide daha çok kabul etmeyi öğretir. Kitap dünyası, bireysel düşünceyi seçmeye ve eleştirmeye zorlayan görüşlerin karışıklığıyla şimdi bir azınlığın elindedir. İnsanlar, zihni sabahtan akşama kadar büyü gibi bağlayan, ciddi kitapları unutulmuşluğun gölgesine iten, istediği kitapları yükselten, onaylamadığı kitapları da öldüren bir gazeteyi, “kendi” gazetelerini okurlar.

(Demokraside) gerçek nedir? Basının irade ettiği şeydir. Basının buyrukları istediği gerçekleri ortaya koyar, dönüştürür ve geliştirir. Üç haftalık bir basın çalışması yapılmaya görsün! Herkes “gerçeği” kabul eder. Kütle eğitimi, kütleleri gazetenin erk alanına sürme eğilimindedir. Tabiatıyla demokraside söz özgürlüğü vardır, fakat basın da “yurttaş”ın söylediğinden neyi dikkate alıp neyi almayacağında özgürdür. Herhangi bir “gerçeği” sessiz geçiştirerek, onu dünyaya bildirmeyerek ölüme mahkûm edebilir. Diri diri yakmanın ve çalı çırpıyla ateşe vermenin yerini şimdi büyük sessizlik almıştır.

Böyle bir basın ve böyle bir kütle eğitimi, Kaesar’lara yol hazırlamaktadır. Parti önderlerinin diktatörlüğü, basının diktatörlüğüne dayanır. Önderler, ruhlarını, fiziki bir kamçı ya da askerlik hizmetinden daha etkili olan makaleler, telgraflar ve resimlerle kamçılayarak kendilerini izleyenlerin büyük çoğunluğunu eğitmektedir. Sonunda, kütleler yaygarayla silahı istemekte ve önderlerini, gerçekte onların itinayla hazırladığı gelecek bir diktatörlüğe, görünüşte zorlamaktadır. “Demokrasinin sonu budur. Doğruluk dünyasında her şeyi belirleyen kanıt ise olgular dünyasında başarı’dır. Başarı bir varlığın ötekiler üzerindeki zaferi demektir.” Basın ve başka araçlar yoluyla, kütlelerin zihinleri ve eylemleri partilerin demir disiplinleri altında tutulur; bu partilerin kendileri ise birkaç patronun tayfalarıdır. Parlamentolar, kongreler ve seçimler, halkın kendi kaderini tayin hakkı adına sahneye konmuş bir çeşit danışıklı oyundur, farstır.

“Para zekâyı yıktıktan sonra, yine para yoluyla demokrasi kendi kendisinin yıkıcısı olur.” Demokrasinin başlangıcındaki soylu fikir ve ahlak önderlerinin yerini şimdi gözünü budaktan esirgemeyen ve aydın olmayan politikacılar alırlar. Bir patronu bir başkası devirir. Kavgalar, huzursuzluklar ve güvensizlik müzminleşir. Sonuç olarak insanlar para değerlerinden, bütün bu çekişmelerden usanır ve iğrenirler, bir başka yerden ya da ötekinden, eski değerlerin canlandırılmasından, özgecilikten, şereften, iç soyluluktan, yeni bir Kurtarıcının erip yetişmesinden kurtuluş ummaya başlarlar.(Parayı(rant) en çok bizimkiler sevdiğinden dolayı, bu aşamada olduğumuz söylenemez. İG)

Böylelikle Sezarizm soysuzlaşan demokrasi toprağında büyür ve er geç onu yener. Para ekonomisini ve salt bir siyasal düzen-iradesini yerleştirir. Bu suretle Sezarizm, toplumsal, ekonomik ve siyasal örgütlenme alanında Uygarlığın son perdesi olmaktadır. Yavaş yavaş barbarlaşma iner ve Kültürün toplumsal biçimi artık hiç durmamacasına çözülür. Bu sürecin sonu, “ikinci dincilik”le onun –ve kilisenin- Kültürün yaşam-devresinin kalıntıları üstüne zorladığı biçimlerdir. Toplumsal tarihi artık sona ermiştir.”(1)

On beş senedir iktidarda olan “Muhafazakâr” partimizin “kültür” adına hiçbir şeyi anıştırmazken; “İnşaat” ve “dincilik” adına her şeyi anıştırması yukardaki tahlilleri doğrulamıyor mu? Filozof-sosyolog düşünür Pierre Bourdieu, kitlelerin siyasal iktidarla ilişkisini “Simgesel şiddet”, “simgesel iktidar” ve “simgesel metalar ekonomisi” kavramları ile derin bir şekilde analiz etmiştir. Ülkemizde %50 Muhafazakâr oy tabanı ile bu “lider” arasındaki “aşk”ın habitus’unu(bedene kodlanmış ve biyoloji ile birlikte tarihten ve toplumdan gelen ve içinde bilincin de olduğu etki) nasıl anlamalı?

Bourdieu şöyle diyor: “İnsanın en büyük alçaklığı, övgü arayışıdır; ama, üstünlüğünün alameti de budur. Zira, dünyada hangi mülke sahip olursa olsun, ne kadar sıhhat ve refah içinde olursa olsun, insanların saygısına mazhar değilse tatmin olmaz. Simgesel sermaye, tahakküm kurmasını sağladığı kişilere bağımlılık anlamına gelen tahakküm biçimlerini mümkün kılar: Ancak saygı, kabul, inanç, itibar ve başkalarının güveni dâhilinde ve bunlar suretiyle var olur ve ancak varlığına inandırmayı başardığı sürece baki olabilir”(2) “İlksel siyasal inanç, tahakküm edenlerin özel bakış açısıdır ve kendini evrensel bakış açısı olarak sunup dayatır. Devlete dolaylı veya dolaysız hükmeden ve devlet aracılığı ile rakip görüşlere açtıkları savaşların sonunda kendi bakış açılarını evrensel bakış açısı olarak tesis edenlerin bakış açısıdır. Bugün kendini aşikâr, kazanılmış, sonsuza dek yerleşmiş, tartışılmaz gibi sunan şey, ezelden beri böyle olmamıştır ve ancak yavaş yavaş kendini dayatarak bu hale gelmiştir.”(3) “Toplumsal dünya, yalnızca onları bu şekilde algılamaya hazır bireyler sayesinde işleyen düzene davetler ile doludur. Bunlar, kırmızı ışığın frene basmayı tetiklemesi gibi, derinlerde yatan bilinçsiz ve hesapsız bedensel eğilimleri tetikler. Yerleşik düzene boyun eğiş, kolektif tarihin(soyoluş) ve bireysel tarihin(birey oluş) bedenlere ve uygulandıkları dünyanın nesnel yapılarına kaydettikleri bilişsel yapılar arasındaki uyumun sonucudur: Devlet buyruklarının aşikârlığının kendini bu kadar güçlü dayatması, nasıl algılanacağını belirleyen bilişsel yapıları da dayatmış olmasından ileri gelir”(4) “Bir kriz durumu dışında, bütün tarih boyunca tahakküm edenlerin tahakkümlerini sonuçta çok hayret verici bir rahatlıkla dayatabilmiş olmalarının sebebi, aygıtların planlı propagandasının etkinliği veya meşruiyetin yurttaşların özgür iradesiyle tanınması değil; nesnel yapılar ile (biyolojik-psikolojik)bünyeye (önceden)dâhil edilmiş yapılar arasındaki düşünüm öncesi bu uyumdur(muhafazakâr kod). İnsan ilişkilerine felsefi bir gözle bakanlar için hiç bir şey çoğunluğun azınlık tarafından bu kadar kolay yönetilmesinden(bizim örneğimizde bir kişi tarafından. İG) ve insanların yöneticilerininkiler uğruna kendi hisleri ve tutkularından vazgeçtikleri gizli boyun eğmeden daha şaşırtıcı değildir. Bu hayret verici durumun nasıl gerçekleştiğini sorduğumuzda, kuvvet daima yönetilenlerin tarafında olduğuna göre, yönetenlerin tek dayanağının “kanaat” olduğunu görürüz. O halde yönetimin temel kaynağı kanaattir ve bu düstur en despot ve en askeri yönetimlerden en özgür ve halkçı yönetimlere kadar hepsi için geçerlidir.”(5)

Kur’an, müminlerin yeryüzünde adaleti/hukuku kurumsallaştıran kişiler olmasını isterken(“kavvamine lilkıst.” 4/135); hukukun yeryüzünde Allah’ın gölgesi(zıllullahi filard) olması gerekirken; Halife, Sultan, Padişah(yani siyaset) yeryüzünde Allah’ın gölgesi oldu. Ortak akıl(şura), ve uzlaşma(icma) toplumsal-siyasal sorun çözmenin meşru kaynağı iken; riskin ve istikrarsızlığın kaynağı olan “tek adam”lık İslam toplumlarının geleneği oldu. Türkiye’nin 140 yıllık meclis ve parlementer rejim geçmişimize rağmen; tek adamlığı(Atatürk)/milli şefliği(İsmet İnönü) aştığımızı sandığımıza rağmen; sayın Recep Tayyip Erdoğan, “Saltanatı” kastederek: “Başkanlık bizim geleneğimizde var, geleneğimizde var” diyerek kendi geleneğimizin kavramları ile padişah/sultan/halife; çağdaş politika biliminin deyimleri ile “otokrat”,” totaliter” veya “diktatör” olmak istiyor. % 50’lik vatandaş kitlemiz de bunu onaylıyor. Diktatörlükler, halk rızası olmadan zorla kurulabileceği gibi; halk oyu ile de kurulabilir; tarih, bunun şahididir(İtalya, Almanya). Ne diyelim, Halkımızın yüzde ellisi, iradesini bir kişiye teslim etmiş durumda; diğer ortak aklın(kurum, kurul ve kural) faziletine inanmış yüzde elliye düşen sorumluluk, demokratik olarak direnmek. Reşid olmak kolay değil.

Dipnotlar:

1) Sorokin, P.Alexandroviç. Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeler. Çev: M.Tuncay. İst. 1972. 101-102

2) Bourdieu, Pierre. Akademik Aklın Eleştirisi. çev: P.Burcu Yalım.İst.2016.198

3) Bourdieu, a.g.e,207.

4) Bourdieu, a.g.e,209

5) Bourdieu, a.g.e,211.