“Zalimler, nasıl bir çöküşe uğrayacaklarını yakında görecekler” (Kur’an 26/227).
İnsanlığın siyasal örgütlenmesi, erken dönemlerde kabileler halinde, daha sonraları da Şehir devletleri, Derebeylikler, İmparatorluklar ve son olarak da Ulus devletler şeklinde olmuştur. Siyaseti belirleyen ana unsur ise; ırk, dil, din, kültür, coğrafya ve çıkar birlikteliğine dayanan toplulukların yaptığı dost-düşman ayrımıdır. İbrahimi Monoteist dinin son halkası olan İslam’da (Kur’an’da) siyasetin temel belirleyeni olan dost-düşman ayrımı ahlak (adalet- zulüm) temeline dayandırılmıştır: “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde değil.”(5/2) “ Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”(2/193) İman-kardeşliğine dayanan müminler topluluğu, gerektiğinde gayrimüslimlerle birlikte aynı siyasal örgütlenme içinde, adalet ve hakkaniyetle birlikte yaşayabilirler: “Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya kalkışmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı adaletli davranmaktan men etmez.”(60/8) Hz. Muhammed’in Medine Ovası’nda (Cevf) Müslüman ve Yahudi kabilelerle birlikte oluşturduğu ilk siyasal toplum (Ümmet), kendilerine yapılabilecek saldırıya (düşmanlık) birlikte karşı koyacaklardır. Bu uygulama, bahsettiğimiz teorinin ilk pratiğidir..Yahudilerin anlaşmanın kurallarını ihlal etmesiyle bu toplum sözleşmesi daha sonra bozulmuştur. M. Hamidullah’ın dediği gibi: “Bu ümmet, diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir. (Medine vesikası, madde 2) Ve bilhassa bir harp hali ortaya çıktığında kendisini meydana getiren bütün insan kümeleri (kabileler) haklarda eşitlik esasına bağlıdırlar.(madde 15/18/19)” (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. S. Tuğ. İstanbul 1980 cilt:1 s.207) Bu espiri, daha sonra bütün İslam imparatorluklarında nisbi olarak korunmuştur. İslam, her türlü insanlık durumunda hangi ilkelerle hareket edileceğinin bir toplamı ise; iktidar durumundaki ilke, adaletin ikame edilmesi; işgal, tecavüz ve saldırı durumunda ise, zulme karşı direniştir. İşte Kuran’da var olan “Cihad” ve “Kital” olayı, Mekkeli Müşriklerin Medine’deki Müslümanlara karşı yarattıkları “düşmanlık” ve “savaş hali”ne karşı Müslümanların direnişini ifade eder. Yoksa, normal durumlarda esas olan barıştır: “..karşılıklı anlaşma(sulh, barış) en iyi yoldur”(4/128)
Barış, adalet ve hakkaniyet, yaşamın esaslı değerleri olarak tavsiye edilmiş olmasına rağmen, Kur’an, son derece gerçekçi davranarak, insan-özellikle-oğlunun içgüdülerinin kontrolünde hemcinsine karşı saldırganlığa, hakkını tecavüz etmeye, gasp’a ve haddi aşmaya müheyya olduğunu da defaetle çeşitli şekillerde vurgulamaktadır. “İnsanların çoğu…” diye başlayan ifadeler, bütünüyle olumsuz (ahlaksız) sıfatlarla neticelenmektedir. Bu bağlamda, Kuran’da sık sık geçen “Sabır” kavramı, Kur’an lügatı yazarı R. İsfahani’nin tanımladığı gibi, genel olarak kişinin kendini aklın ve dinin sınırları içinde tutması ile birlikte; savaş durumunda cesaret (şecaat) anlamına gelir. (İsfahani, Müfredat. İstanbul 1986. 404) Dolayısıyla sabır, zorluk (meşakkat), zorlama, tehdit, baskı, tecavüz, aşağılama, hakaret durumlarında boyun eğme, katlanma, tahammül etme değil; tersine, başkaldırma, karşı koyma ve direniştir. Sabır, ancak aksiyon halindeki bir insanın erdemi olabilir; oturan, duran, ihmalkâr, korkak, çekingen insanın maruz kaldığı acıyı yudumlaması sabır değildir. Kur’an, tarihte vuku bulan zalimler ile mazlumlar arasındaki mücadelede peygamberlerin safının mazlumlardan yana olduğunu Tanrının, Hz. Musa’yı Firavun tarafından ezilen İbranileri kurtarması için görevlendirmesinde ortaya koyar: “Biz istiyorduk ki, ülkede zayıf ve güçsüz bırakılanlara destek çıkalım ve onları öncüler yapalım ve kendilerini ülkeye varis kılalım.”(28/5) Hz. Muhammed’in misyonuna ilişkin bir örneklik ise şöyledir: “Size ne oldu ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi egemenleri zalim olan şu yerden (örneğin, Bosna, Grozni, Gazze ve zulme uğrayan her yer) kurtar; bize bir koruyucu veya yardımcı gönder.” diyen güçsüz erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”(4/75)
Ancak, bütün dinlere tarih boyu musallat olan kötü bir kader vardır. Daha doğrusu bu kader, dinin kabahati değil; insanın trajedisidir. Bu talihsizlik, Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din” adlı kitabında gösterdiği gibi, iktidarların dini “afyon” olarak kullanıp iktidarlarını sürdürmeleridir. “Metafizik inançlar aracılığı ile, Tanrı ve tanrılara inanç, ahiret hayatına inanç, mukaddesata inanç, gaybi güçlere inanç aracılığı ile statükoyu meşru göstermek ve ona gerekçe hazırlamak bu şirk dinin amacıdır. Bu din, gerçek din adına şunu yapar: Halk olup bitenin, toplumsal durumun zorunlu olduğuna, bunun ilahi irade gereği olduğuna inanmalıdır. Bu yazgıdır, takdirdir.” (Şeriati, Dine Karşı Din, çev: H. Hatemi. İstanbul.1987. 34) Dolayısıyla dini “kimin” anladığı ve “ne için” yorumladığı, dinin “ne” olduğundan daha önemlidir. Kur’an’ın kendisi, dini bir Tevhid davası olduğu kadar, aynı zamanda ahlaki ve siyasal bir “adalet davası”nın doğuş sürecine eşlik ettiği gibi, bir “Direniş Teolojisi” de işgal durumlarında direniş eylemi sürecinden doğmalı. F. İshak’ın dediği gibi: “Dogma praxisi önceleyebilir; fakat özgürlük/kurtuluş sürecinde oluşan teolojiyi önceleyemez. Baskı altındaki toplumlar için teoloji, özgürlük praxisini takip eden refleksiyondan doğar. “Bizim yolumuzda mücadele edenlere (doğru)yollarımızı gösteririz.” (29/69) ayeti, bize teoloji “yapma”nın doğru yolunu gösterir. İslamdaki teolojik düşüncenin bütün formlarının tarihi ve başka teolojilerin tarihi de F. Hegel’in “Felsefe” hakkında söylediği şu sözü doğrulamaktadır: “O (felsefe), sadece gün batımında yükselir.” (F. Esack, Qur’an, Liberation and Pluralizm. Wsoy. 1997.85) Yani iş işten geçtikten sonra. Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen iktidarlara yamanmış dogmatik teolojilerin(tuzu kuruların) ve dinsel kurumların ve söylemlerin arasındaki “Diyalog” değil; G.Afrika ve İsrail ırkçı rejimlerine, karşı ezilen Müslümanların ve Hıristiyanların, Güney Afrika ve Lübnanda ortaya koyduğu örnekliklerdeki gibi, Dünya Sosyal Konseyi örgütlenmelerinde olduğu gibi, dinler arası ve halklar arası “Dayanışma” ve “Direniş”tir. Diyalog çağrılarını, egemen sistemin bekçileri mevcut tahakkümlerini devam ettirmek için yapmaktadırlar. Bugün ihtiyacımız olan şey, sadece text’e (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; aynı zamanda kontekse dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmektir. Kimin “mümin” kimin “kâfir” olduğunu, dolaysıyla kimin uhrevi-ebedi kurtuluşa erişeceği, kimin kaybedeceğini tayin etmek ve bilmek-Hırıstiyanlığın iddiasının aksine- bizim işimiz ve haddimiz değildir; bunu, Kur’an’ın yüzler kere tekrarladıği gibi: “…en iyi Allah bilir.” Kur’an’ın dinler üstü evrensel dini çağrısı şöyledir: “Herkesin yöneldiği(dini, teolojik, mezhebi) bir yön vardır; (o halde)siz, birbirinizle hayırlarda yarışın(dayanışın).”(2/148) Dünya halklarının bugün acilen ihtiyacını duyduğu şey, Küresel Kapitalizme, sömürüye karşı mazlumların ve mağdurların küresel bir dinler ve hatta dürüst dinsizler ile dayanışmasıdır. Çünkü mazlumun dini sorulmaz ve dünya küfürle devam eder; fakat, zulümle devam edemez; etmemeli.
Latin Amerika’da bazı Katolik Kiliselerinin Marksizm ile eklemlenerek yarattıkları “Kurtuluş Teolojisi”ni hariç tutarsak, günümüzde Hrıstiyanlığın gerçeklikten kopuk, işlevsiz, kitlelerin zihin açıklığını kapatmakta kullanılan, insanların batıl itikad ihtiyacını karşılayan, ahlaki duyarlılıklarını iğdiş eden bir tür iyi duygular özeti olduğu ortadadır. İslam ise, bir taraftan Ortadoğu’da Arap-otoriter yönetimleri tarafından iktidarlarını korumak için bir enstürman(afyon) olarak kullanılmaya çalışılırken; diğer taraftan da, ABD’nin İslam dünyası üzerine tasallutundan, sarkıntılığından sonra, Müslüman halklarda yeniden kimlik kurucu bir dinamiğe ve direnişi tutuşturan bir ateşe dönüştü. ABD ve Avrupa bu direnişi Siyasal İslam, Fundamentalizm ve Terörizm olarak yaftalamaktadır. Bu hareketin terörle ilişkisi ve teolojisi bazı yönlerden –bana göre-problemli olmasına rağmen, totalinde emperyalizme ve Siyonizme karşı bir direniş ve başkaldırıdır. Iraktaki haliyle dinsel bağnazlık ve fanatizmden kaynaklanan terörü hariç tutarak, ABD ve İsrail’in iptidaen şiddete başvurmasını ‘savaş’ veya ‘operasyon’ kavramlarıyla atlayarak, buna tepki olarak ortaya çıkan intihar saldırılarını “terör” olarak nitelemek ne kadar tutarlıdır?
Türkiye’ye gelecek olursak, Uzun bir süreden beri Amerika ve İsrail Siyonizmi ile “stratejik” işbirliğine boğazına kadar gömülmüş olması, Göthe’nin ünlü tiyatro oyununda olduğu gibi, özü (halkı) itibariyle dürüst olan birinin (Doktor Faust) içgüdülerine uyarak, çıkar saiki ile Mefisto ile koalisyonunu andırıyor. Arap rejimlerinin petrolü ABD şirketlerine peşkeş çekerek ayakta kalmalarına benzer şekilde, Türkiye de, topraklarını ABD ve İsrail’in askeri amaçlarına kiralayarak para kazanıyor. Altarnatifi, ekonomik anlamda kayıp olsa bile, bu yolla para kazanmanın (sofistike bir dille ‘Politika yürütmenin’), karın doyurmanın ahlakiliğini sizin vicdanınıza bırakıyorum. Ne var ki, Politika, çağımızda Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur.” anlayışına dayandığı için, ahlaktan, hakkaniyetten ve adaletten bahsetmek artık naiflik, zayıflık ve hayalcilik olarak algılanıyor. Bu arada “Kalplerinde hastalık bulunduğundan dolayı “Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz.” diyerek zalimlerin yanına koşuştuğunu gördüğümüz” (5/52) bir sürü işbirlikçi aydın, din adamı, siyasetci ve diplomatın, Kur’an’ın adalet ve direniş davasından iktibaslar yapmayı veya örneklikler göstermeyi “mehcur (terk edilmiş)” bırakarak(25/30), Ortaçağ’da Anadolu’nun iç barış ihtiyacından doğmuş olan hoşgörü guruları olan Mevlana ve Yunus Emre’nin şiirlerinden ABD’nin politik hedeflerine hizmet edecek bir “Ilımlı İslam” veya “Hoşgörü Dini” icat etmeye çalışıyorlar.
Uzaklık ve mesafe pathos’unun yok olduğu bu insanlar, dağ ile vadi, kurt ile kuzu, adalet ile zulüm, onur ile onursuzluk arasındaki uçurumu gözlerimizin içine bakarak yok etmeye çalışıyorlar. Kimi, ne zaman ve hangi gerekçeyle “hoş” görmemiz gerektiğini atlayarak. Oysa İslam dünyasının epeyce bir bölümünün işgal altında olduğu, her türlü işkence, zulüm, tecavüz ve baskıya maruz kaldığı bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken değer “hoşgörü” değil; tersine hor-görü, öfke, gad(z)ap …vs dir. Tabii ki hedefini, zamanını, muhattabını doğru koyarak: “Kahrolsun insanları çukurlara doldurup katledenler.” (85/4), “Kahrolsun Ebu Leheb..”(111/1), “(Fiili düşmanlarınız olan) Müşrikler pisliktir (necis); bu yıldan sora Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (9/28), “Allah’ın lanet ettiği, kızdığı, kendilerini maymun ve domuz yerine koyduğu, tağuta (güce) tapınanlardan daha kötü kim olabilir…”(5/60) örneklerinde olduğu gibi…