27.4.2016
I
Kapitalist Sistemin yeryüzünde yarattığı sınırsız eşitsizlik ile birlikte, Aydınlanmanın yaratmış olduğu insan hakları, hukuk, eşitlik, çoğulculuk gibi değerler, iki dünya savaşında yerle bir edildiği gibi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Galiplerin hegemonyasına(Daimi üyelerin veto hakkı) dayanan ve sözde dünyanın “vicdanı” olduğu iddia edilen “Birleşmiş Milletler” teşkilatının işlevsiz hale gelmesi ile, bir kere daha, dünyamızın Batılı haydutların/sarışın canavarların(Nietzsche) ve Doğunun ayısı(Rusya) ve akrebi/yılanı(Çin)nın elinde “sahipsiz” olduğu anlaşıldı. “Akşam/karanlık ülkesi” Avrupa’nın yarattığı değerlerin, insanlığın sorunlarını çözeceği yerde, başını belaya soktuğu ortaya çıkıyor: sömürü, yoksulluk, ırkçılık/milliyetçilik, mültecilik… Vicdansız bir dünyada, bilinmeyen bir geleceğin eşiğinde yaşıyoruz.
1400 yaşında, uygarlığı çökmüş, 19. yüzyılda tekrar küllerinden doğan İslam dünyası, küresel hegemonyanın altında kendi iç(mezhep-etnik) sorunları ile boğuşuyor. Yıkılan Osmanlı’nın küllerinden doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, yaklaşık yüz sene boyunca Avrupa’yı taklit ettikten sonra iki binli yıllardan itibaren içinden çıkarmış olduğu “İslami” tandanslı bir hareketle dünyanın vicdanı olmaya başladı. Bu hareketin lideri olan Sayın T. Erdoğan’ın, İsrail’e karşı “Mavi Marmara” girişimi ve “One Minute” çıkışı, yine bu kişinin Birleşmiş Milletler’deki galiplerin hegemonyasına karşı “Dünya beşten büyüktür” demesi, bunu ifade eder. Ayrıca, Türkiye’nin, anılan tarihten itibaren, dünyanın dört bir yanındaki Müslüman ve gayri müslim mazlum/mağdur ve madunlara yapmış olduğu fiili yardımlar, bunun bir göstergesidir.
Egemenlerin yaratmış olduğu küresel eşitsizliğe/zulme ve vicdansızlığa karşı Katolik Latin Amerika’dan çıkan rahmetli Hugo Chavez, vicdani ve ahlaki bir başkaldırı gerçekleştirmişti. Yine Latin Amerikalı Çakal Carlos, tek başına böyle bir başkaldırı örneği idi. Yakalandı, hapse tıkıldı.
İslam Dünyasında Filistin’in işgali ile başlayan; Afganistan’ın, Çeçenistan’ın, Irak’ın…. İşgalleri ile ortaya çıkan bir düzine -egemenlerin nitelemesi ile- “Terör” örgütü, onların ve içerdeki işbirlikçilerinin(diktatörlerin) yaratmış olduğu sömürü, aşağılama ve baskılara karşı “vicdanın” asimetrik savaş olarak kendini patlatmasıdır. İslam, kurumları ve teolojisi ile eskimiş olmasına rağmen; “ruhu/imanı” ile ölmediğini göstermiştir. Bu direniş örgütlerinde zaman zaman görülen “barbarlık(sivillerin öldürülmesi)”, sıkışmış, bastırılmış öfkenin/kinin cehalet ve genetik(şiddete teşne olma) ile birleşmesindendir. Bu barbarlığın yarı sorumluluğu küresel egemen “Barbarlara” aittir.
II
İslam’ın Türkiye’deki politik kristalleşmesinin olumlu taraflarına rağmen, taşımış olduğu ahlaki zaafa ve politik otoriteryenliğe gelecek olursak; ahlaki zaafın sebebi, Toplumdaki İslami telosun/ruhun, zaman içinde “Muhafazakârlaşarak”, şuur/kasıt/bilinçten(iman-ahlak) ziyade; adet/alışkanlık ve geleneğe(inanca-ibadete) dayanıyor olması ve son yaklaşık yüz yıllık Batılılaşma sürecinde ciddi bir bakımının yapılmamış olmasıdır. Türkiye toplumunun merkez/eksen/ana gündemi din olmadığı gibi; ekonomi de değildir. Haksız kazanç/av bulma-av olmama, tüketim toplumunda ana gündem maddesidir. Toplumsal bir haslet olarak “rüşvet” ve “torpil”i onaylayışımızın derin ekonomik sebebi budur. Herkes birbirine “araçsal akılcılık” anlamında “akıllı olma”yı tavsiye etmektedir. Doksanlardan itibaren hızlanan Kapitalist Batı tüketim kalıplarına entegre edilmesi ile birlikte buna mümasil ekonomik bir üretim yaratılamaması, bu ahlaki erozyonu iyice hızlandırmıştır. Siyasi iktidarın bürokratik ve ekonomik kadroları başta olmak üzere, toplumun tabanında da görülen, ortaya konan haksızlıkların sebebi budur. Yüzde elliyi temsil eden bu kesimin, cumhuriyet tarihi boyunca merkezden göreli olarak uzak tutulması, merkeze yerleşince “sonradan görme”liklerin yaşanması, normaldir. Post-modern bir durumda “ruh”un pürüzleri ortadan kalkıp/zayıflayıp kayganlaşınca, arzu-içgüdülerin(heva) şelale haline gelmesi, normaldir. İki bin öncesi siyasal kadrolar ile bu yeni kadroları karşılaştıran halkımızın, yeni kadrolar hakkındaki ahlaki kanaati, bunlar ”çalıyorlar; ama, çalışıyorlar”dır.
Liderin otoriterleşmesine gelince, Sünniliğin tarihi süreç içinde Kur’an’ın işaret etmiş olduğu toplumsal sözleşme(ahit/akit) ve siyasal sorumluluğun toplumun tüm üyeleri tarafından eşit olarak üstlenilmesi ve eşit olarak politik süreçlere kurumlar/kurullar ve kurallar aracılığı ile katılması anlamına gelen “şura” ilkesi(“Onların siyasi işeri(emruhum) aralarında şura iledir”42/38) ıskalanıp, Kureyş’in kabileciliğine/karizmasına geri dönülmesi ile, adına “Hilafet” veya “Saltanat” denen otoriter yapılara dönülmesi ile ta baştan yanlış başlandı ve Saltanat ile birlikte “Çoban-Sürü ilişkisi” siyasetin temeli oldu. “Doğu Despotizmi”nin dışına çıkılamamasının nedeni budur. Hz. Osman’ın öldürülmesinden en son Saddam ve Kaddafi’nin öldürülmesine kadar, İslam’ın siyasi hedefleri ve ilkeleri siyasette kurumsal bir yapıya kavuşturulamamıştır.
Etnik ve dinsel/mezhebî açıdan türdeş, ekonomik açıdan gelir dağılımını nispeten adil olarak denkleştirmiş toplumlarda otoriterlik fazla sorun çıkarmayabilir. Ancak, çağımızda toplumlar müşarun ileyh açılardan sınıflı ve çoğul hale gelmişlerdir. Türkiye, bu açılardan “çoğul/bahçe/mozaik” ve gelir dağılımı bozuk bir toplumsal yapıya sahiptir. Böylesi toplumlarda kültürel kod aynılığı(muhafazakâr) ve ekonomik çıkar saiki ile kenetlenmiş % 51 ile “otoriter” yapılar kurmak, iç çatışmayı/savaşı ve istikrarsızlığı, yönetilemezliği, zorbalığı göze almak demektir. “Zorbalık, kendi düzeni(raconu) dışında evrensel tahakküm arzusudur. Zorbalık, kişinin (üzerinde daha önce uzlaşılmış)belli bir yolla alabileceğini, başka(keyfi)bir yolla almak istemesidir. Söz gelimi, ekonomik iktidar veya siyasal iktidar bilim, edebiyat(daha iyi bir örnek olarak hukuk. İG) alanlarına kendi hiyerarşilerini dayatmak ve alanların kendilerine has hiyerarşileri baskılamak amacıyla doğrudan veya akademinin, basının, komisyonların veya siyasi, entelektüel, hukuki ve bilimsel alanlar başta olmak üzere farklı alanlar üzerindeki kontrolünü artıran müdahaleler ettiğinde, orada zorbalık vardır.”(P. Bourdieu, Akademik Aklın Eleştirisi. Çev: Burcu Yalım. İst. 2010. 126)
İradesi zayıf, sorumluluk üstlenmeyen İslam coğrafyasında “lider” olmanın iki raconu vardır. 1- Kurnazlık(takiyye). 2- Çatal yürekli olup, ölümü göze almak; “Karizma” cebinizde demektir; dinsel ve iradesi zayıf toplumlarda “Allah’ın lütfu” olarak görülmeye hazırsınız demektir. Bağlıları, artık onun “ne” dediğine dikkatle bakmaz; “o” dediği için, her söylediği doğrudur. Böylece ülkenin “Paralellistan” “TOKİstan”, “Mültecistan/Dilencistan”, “Şehidistan” , “Betonistan”a; bir imza ile 352 daire sahibi olunabilen emlak rantı cennetine çevrilmesi “hoş” görülür.
Dinsel otoriteryanlık motivi, seküler otoriteryanlıkten daha güçlüdür. Çünkü seküler otoriteryan sadece kendi egosunun şişkinliğine bağlı iken; dinsel otoriteryan egosunu aynı zamanda -kendini kandırarak-Tanrının rızasına bağlar; onun iradesine hizmet ettiğine inanır; onun gözüne girmeye çalışır. Ayrıca liderin uzun süre iktidarda kalmasının doğurduğu güç kullanma bağımlılığı bir yana, iktidardan düşmenin doğuracağı korku da totaliter eğilimi ciddi düzeyde besler. Akşam sabah, Cumhurbaşkanımızın ve Başbakanımızın en az bir saat süren nutuklarını, konuşma şehvetlerini nasıl izah edeceğiz?
Benzer bir yapının, aynı muhafazakâr tabandan çıkmış, daha “milliyetçi” politik bir yapıda da aynı ile devam ettiği-tekrar ettiği gözlerden kaçmamaktadır(Türkeş-Bahçeli).
Dünyanın vicdanı haline gelen kişilerin, politik-ekonomik kavga ortamında yakınlarına karşı sertleşmeleri oranında vicdanlarını kaybetmeleri normaldir. Misyon ve alınan risk büyüdükçe, görmezlikten gelinecek, es geçilecek, gözden çıkarılacakların oranı ve listesi artar. Vaktiyle Marx, Engels ve Lenin’in özel hayatlarındaki ilişkilerini anlatan bir yazı okumuştum: “İnsanlığın Kalpsiz Aşıkları”. İnsanlığı kurtarmaya çalıştıkları halde, yakınlarına ne kadar “hoyrat” olabildiklerini gözler önüne seriyordu. Milli “kurtarıcılarımız” olan T. Erdoğan ve A. Davutoğlu’nun, İslam dünyasına karşı merhametlerine rağmen; Türkiye’nin içinde %50’ye/muhalefete karşı gösterdikleri genel tutumu nasıl izah etsek acaba? Fethullah Gülen’in “insanlığa” karşı gösterdiği merhamete-hoşgörüye ve diyalog çağrılarına rağmen, kardeşlerine(T. Erdoğan’a ve Ak Parti’ye)ve Türkiye’ye karşı gösterdiği “hoyratlığı” nasıl izah edeceğiz?
Sayın Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanımıza Mümin Sarıkaya’nın 40 milyondan fazla tıklanan “Ben Yoruldum Hayat” adlı hit parçasını muhalefetin -ve kendi tabanlarının(ben de onlardan biriyim) da- sesi olarak dinlemelerini öneririm. Onurlu, ağırbaşlı, incinmiş, içerlemiş, olgun ve yaralı bir çığlık:
Ben yoruldum hayat, gelme üstüme;
Diz çöktüm dünyanın namert yüzüne.
Gözümden gönlümden düşen düşene;
Bu öksüz başıma gözdağı verme.
Ben yanıldım hayat, vurma yüzüme;
Yol verdim sevdanın en delisine.
O yüzden ömrümden giden gidene;
Şu yalnız başımı eğdirme benim.
Ben pişmanım hayat, sorguya çekme;
Dilersen infaz et, kâr etmez dilime.
Sözlerim ağırdır, dokunur kalbe;
Şu suskun ağzımı açtırma benim.