Türklerde Otoriteryenliğin ve İtaatkarlığın Dini-Kültürel Kökleri

Giriş

‘‘Tanrı’’, ‘‘kutsal’’, ‘‘din’’, ‘‘kilise’’, ‘‘şeriat’’, ‘‘devlet’’, ‘‘toplum’’, ‘‘kral’’, ‘‘baba’’ vs. gibi dinî veya din dışı otoriteler, tarih boyunca ve günümüzde insanlığın özgürlüğünü, onun lehine veya aleyhine kısıtlamışlardır. Orta Çağ da, Avrupa’da Hıristiyanlık (kilise) ve krallar, tanrı, din, kutsallık, devlet ve toplum adına insanların özgürlüğünü gasbetmişlerdi. 16. yüzyılda başlayan Aydınlanma Devrimi, Eski Yunan toplumunu kendine örnek alarak bu otoritelere karşı akıl (Rasyonalizm) ve insanlık (Humanizm) adına yapılan bir başkaldırıydı. Rönesans, Reform ve Fransız Devrimi ile uzun çalkantılardan (faşizm, komünizm, kolonyalizm, sınıf savaşları, iki dünya savaşı vs.) sonra ‘‘laiklik’’, ‘‘demokrasi’’, ‘‘insan hakları’’ ve ‘‘hukuk devleti’’ bu özgürlük mücadelesinin sonuç-değerleri olarak siyaset-hukuk ve günlük yaşama yerleşti. Batılı olmayan toplumlar da, bugün, bu değerleri alma ve içselleştirme mücadelesi veriyorlar. Türkiye de bunlardan biri.

Türk Devrimi neden kısa bir süre içinde “Kemalist” bir otoriteryenliğe dönüştü?. Onu yıpratmaya çalışan muhafazakâr dindarlık özgürlükçü mü? Yoksa çoğunluğu elde ettiklerinde öncekilere rahmet mi okutacaklar? Yirmi yıldır kızların başörtüsünü iki ucundan tutup zıt taraflara çekmenin, kadınların başlarını açmaya veya örtmeye çalışmanın özgürlük açısından sembolik anlamı nedir?

Yurdum (Anadolu) İnsanı Neden Kavruk: İtaatkârlığın Ekonomik Coğrafyası

Kürtlerin daha önceden yerleşik olduğu, Türklerin ise Orta Asya’dan göç ederek gelip yerleştikleri Anadolu coğrafyası, %70’i dağlık ve bozkır olan bir yerdir. Yerleşim şekli çok sayıda köyler ve orta boy kasabalar şeklindedir. Birçok kasaba, cumhuriyet döneminde ‘şehir’ haline dönüşmüştür. Köy ve kasabanın temel ekonomik yapısı, hayvancılık ve tarıma dayalıdır. Bu sosyal birimlerin yaşam tarzı alabildiğine içine kapalı, dar-durgun ve gelenekçiydi. Kendine yeten ekonomileriyle bu yerleşim birimleri tarih dışıydı. Bu yaşama biçimi; insanın düşünsel (bilim, felsefe, teoloji) duygusal (ahlak, estetik) olarak zenginleşip aktüelleşmesine izin vermez. Bu potansiyellerin açılması ve çiçeklenmesi, artı değer ile birlikte yoğun ve çok çe- şitli ilişki-iletişim ortamlarının olduğu ‘şehir’lerde ortaya çıkabilir: ticaret, zanaat, medrese, siyaset vs. Tabiat koşullarının zor olduğu (dağlık, bozkır, çöl vs.) coğrafyanın insanları, bileğini bükemediği, kontrol altına alamadığı tabiatın gücünü mistifike ederek ilâhîleştirir. (Kader, Felek, Dehr vs.). Gelenek, tarih, toplum ve tabiat bu insanın içinde yaşadığı ‘zindan’ın duvarlarıdır1. Dünya, köyün ve kasabanın ufuklarıdır.

Diğer yandan Orta Çağ boyunca Anadolu, İmparatorlu- ğun genişlemek için ihtiyaç duyduğu asker (çeri) ambarı/ kaynağıdır. Dışarı gidenler ‘‘gaza’’ya giderler ve çoğu zaman da dönmezler (Burası Muş’tur, yolu yokuştur, Giden gelmiyor, acep ne iştir). Paşaların, beylerin ve sultanların her daim emrinde “Er” olan Anadolu’nun yiğitleri ve civan mertleri ölürse ‘şehit’, kalırsa ‘gazi’ oluyorlardı. Beylikler, sürekli savaş halinde; imparatorluk ise her bahar ‘sefer’ halinde olduğu için mecburen her Türk asker doğuyordu: “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir”. Doğaldır ki şehitlik ve gazilik makamları ve çerilik hâli düşünceyi, özgürlüğü değil; otoriteyi-itaati gerektirir. Göçebe, fetihçikahraman Türk boyları, merkezî-hiyerarşik örgütçü (devlet) yapısıyla “Asker Millet” idiler. Doğal olarak siyasal ve toplumsal ilişkileri de otorite ve itaate dayanıyordu.

Cumhuriyet projesi, dağılan Osmanlı’dan artakalan Müslüman halkların sığındığı Anadolu coğrafyasında askerî- siyasî elitlerin giriştiği otoriter bir ‘‘Batılılaşma’’, ‘‘Modernleşme’’ ve ‘‘Hâkim, Türk etnisitesi’’ne dayanan bir “ulus devlet” projesidir. 1924’lerde nüfusun %70’i hâlâ köylerde yaşamaktaydı. Bu oran giderek 2000’li yıllarda %50’nin altına ancak düşebildi. Çökmüş olan şeriatın ve hilafetin yerine, dinin %10’unu oluşturan ibadetleri temsilen ‘Diyanet’ kurulmuştur. Çürümüş olan tarikat ise illegal olarak toplumda yaşamasını sürdürmüştür. Dinî düşünce alanında bir reform ve rönesans yaşanmadığı için Türk halkı katı muhafazakâr dinî yaşamını hâlâ sürdürüyor. Dinden kopanlar ise, ‘‘Batılılaşma’’yı birkaç günahın serbestçe işlenmesi anlamında aynı katı muhafazakârlık ruhu ile “taklitçilik” olarak yaşıyorlar. Her iki hâlde de özü gür ve gümrah bireyler yetişemiyor.

İtaatin ve Otoritenin Dinî Kökeni: Tasavvuf veya Türk Halk İslâmı

Orta Çağ’da üretilmiş olan “Saf Türk” ‘Ab(p) tal Türk’, ‘Etrak-ı bî İdrak’ gibi deyimlerin bir hakikat payı vardır. Şehirli azınlıklar, bu ithamlar ile çoğunluğu köylü olan Türklerin saflığını, uysallığını, pasifliğini ifade ediyordu. Hemşehriliğin ve vatandaşlığın olmadığı; halkın, padişahların ‘kulu’, tebaası, reayesi (sürü) olduğu Orta Çağ’da bu bilinci oluşturan ve besleyen temel unsurlardan biri de dinî duygudur.

Türklerin kahir ekseriyetinin tasavvuf yoluyla müslü- manlaştığı bilinen bir gerçektir. Dinin, düşünce (teoloji), davranış (hukuk/şeriat), boyutundan ziyade duygu boyutunu ifade eden tasavvuf, Türklerin seciyesine ve psikolojisine uygun düşmüştür. Maveraünnehr bölgesindeki Türklerin şehirler kurdukları gibi (Buhara, Semerkand, Taşkent vs.), buralarda dinî düşünceye (Teoloji, Fıkıh, Hadis) belli bir katkı sundukları da tarihî bir gerçektir (Maturidî, Buharî, Fârâbî vs.). Anadolu’ya gelen Türkler ise, kendilerinden önce üretilmiş ve kalıplaştırılmış dinî duyguyu ve düşünceyi (Şeriat, Tarikat) hazır bulmuş, halk, tasavvufu; devletler ise (Selçuklu, Osmanlı) kitabî olan Sünnîliği benimsemiştir. Halk, aldığını yaşamış; devlet ise bürokratik ihtiyacını karşılamıştır. Kitabî olanın tahlilini biraz erteleyerek, yaşanan halk (folk) İslâmı’nın tabiatına biraz yakından bakabiliriz.

Türk Halk İslâm’ı, Fuat Köprülü’nün ortaya koyduğu gibi2 , Yesevîlik, Haydarîlik, Kalenderîlik, Bektaşîlik, Halvetîlik, Bayramîlik, Nakşîlik, Kadirîlik, Mevlevîlik vs. gibi Sünnî veya gayri sünnî (Heteredoks) tarikatlar tarafından oluşturulmuştur. Türkler, kadîm Şamanizm inançlarıyla kolay uyuşan bu cezbedici dindarlık, teolog ve fakihlerin mezhepleri yerine Ahmed-i Yesevî, Ahmed Eflâkî, Şah-ı Nakşibendî, Abdulkadir Geylanî, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram Velî, Yunus Emre, Mevlânâ vs. gibi din ulularının (velîlerin) peşinden gitmiştir. Tekkelerde, zaviyelerde, dergâhlarda toplanıp dinsel coşkusunu ilahilerle, deyişlerle, nefeslerle… dile getirmişlerdir. Şeyhlerin, dervişlerin emrinde, onlara kesin itaat ederek dinî hayatlarını yaşamışlardır3 .Bundan dolayı Batılı bir tarihçi Osmanlı için “Derviş Devlet” nitelemesini kullanır. Tevhidin ve Tanrı’nın soyutluğunu, uzaklığını, zorluğunu “Evliya” kültüyle; Kâbe’yi ise bu velilerin “Türbe” leriyle ikame etmiştir. Peygamber’in uzaklığını da ‘Şeyh’ ve ‘Eren’lerle aşmaya çalışmıştır. Tarikat, şeriatın; gelenek, sünnetin; mevlid ise tilavetin yerini almıştır. Şeriattan ziyade tarikatın buyruklarına boyun eğilmiştir. Prof. Dr. Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi (17.12.2007 Türkiye Gazetesi), ‘‘Yunan’ın felsefesi, Arab’ın Kelâmı (aslında Şeriatı) varsa, Türk’ün de Tasavvufu ve Tarikatı olmuştur’’. Müridin, şeyhin karşısındaki pozisyonunun, ölünün, gassal elindeki pozisyonuyla aynı olması gerektiği fikri, Türk halkının pasif, apolitik yumuşakbaşlılığı- nı, itaatkârlığını, boyun eğmeye hazır hâleti ruhiyesini epeyce izah eder. Evet, ‘‘Tasavvuf’’ Türk halkını eğitmiştir, terbiye etmiştir, ona adap ve erkân öğretmiştir ve aynı zamanda onu siyasal iktidarlara teslim olacak, boyun eğecek uysal koyun sürüsü hâline de getirmiştir. Bu dinsellikte düşünce ve tartışma (teoloji, ilim, medrese, fıkıh, felsefe vs.) yoktur; duygu ve coşku vardır: ‘‘Şeyhim Abdulkadir Geylanî’dir hû’’. Şeriat, göçebe veya köylü- nün işi değildir, o şeriatla (meşakkatle) karşılaştığında, onun pratik boyutunu İslâm’ın “beş” şartına; teorisini (teolojisini) de imanın “altı” şartına (Amentü) indirgeyerek benimsemiştir. Böylece ‘‘yükte hafif, pahada ağır’’ ve kolay bir yol tutulmuştur: ‘‘Gelin işin kolayın tutalım, bu dünya kimseye kalmaz.’’ (Yunus Emre)

Otorite ve İtaatin Dinî Kaynağı: Kitabî İslâm (Şeriat)

Öncelikle şunu belirtelim ki Kitabî İslâm (Yüksek İslâm, şeriat) Osmanlı’da devletin merkezinde, yönetim erkinde, şehirlerde ve medreselerde etkin olmuştur. Sirayet ettiği oranda da (camiler, köy odaları, konaklar vs.) taş- rada, çevrede, köyde, halkta az çok etkileri görülmüştür. Muhammediye, Envâru’l-Âşıkîn, Müzakkinnüfus, Kara Davut, Ahmediyye, Tenbihu’l-Gafilîn, İmadu’l-İslâm, Mızraklı İlmihal, Delâilu’l-Hayrat ve Marifetnâme4 gibi kitaplar, fakihler ve kelâmcılar tarafından üretilen ilmî bilgiyi, ‘‘Tasavvufla’’ da meczederek Halk İslâm’ının “kitabî” versiyonunu yaratmıştır (Akaid, Dua, Siret, İbadet ve biraz da Ahlâk). Cumhuriyet döneminde, Hilafet ve Şeriat “Diyanet”e; harf devrimiyle de yukarıdaki Kitabiyat sadece“İlm-i Hal”e dönüşmüştür.

Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları 12. yüzyıla kadar oluşmuş ve kalıplaşmış Sünnî Ortodoksiyi, merkezî bü- rokrasilerini oluşturmada resmî ideoloji olarak benimsemişlerdir. Çünkü bu ideoloji iktidarda oluşturulmuştu. Bir yönüyle ortalama sağduyuyu, diğer yönüyle de iktidarın, statükonun meşruiyetini temin ve temsil ediyordu. Örneğin, Nizamiye Medreseleri, Batınî-Şiî muhalefete karşı devletin kurduğu ve Sünnîliğin hegemonyasını temin ve tekit etme amacını taşıyordu. Huccetu’l-İslâm Gazzâlî, kitaplarını Haçlı saldırıları sonrasında dağılmış olan İslâm toplumunu birleştirme ve merkezî bir otorite altında toplama genel amacını göz önünde tutarak kaleme almıştır. ‘el-İktisad fi’l-İ’tikad’ı sultana, ‘İhyâu’lUlûmi’d-Dîn’i halka yazmıştı. Osmanlı’nın miras aldı- ğı bu kalıplaşmış teorik-bürokratik (şeriat) yapı, otorite ve itaat açısından nasıl bir teolojik muhtevaya sahipti? Dinî-teolojik söylem ile iktidar-otorite arasındaki ideolojik bağ nasıl kurulmuştu?

a) Sünnîliğin teolojik boyutunu inşa eden Eş’ârîlik, oluş- turduğu Allah tasavvuru (Tevhid) ve onun insanla ilişkisi (Kader) açısından olabildiğince totaliterdi. Allah, mutlak irade ve mutlak kudret olarak tasarlanmıştı. Adaleti, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesi; objektif ve anla- şılır değildi. Hikmetinden sual olunmazdı. İsterse insanı it eder kuyruk takardı. İnsanın başına gelen her türlü hayır ve şer Onun takdirindendi. Ecelleri, rızıkları, insanın fiillerini, cüzi iradesini o yaratırdı. Böylesine sınırsız (mutlak) bir gücün kullarının bir “öz” güven, “öz”gürlük ve “ben”lik sahibi olmaları oldukça zordur. Teslimiyet, itaat, boyun eğme, tezellül aslî-pozitif değerlerdir.

b) Sünnî fıkıh usulünün kurmuş olduğu bilgi hiyerarşisi (Edille-i Şer’iyye: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) hakikatin keşfi için tecrübeyi ve aklı esas alma yerine ‘‘Vahyi’’, bunların alternatifi “İlâhî-Kutsal” bir kaynak; sünnet ve icmayı ise bunun açılımı olarak koyar. “Asırlar boyu aklın görevi bu verileri meşrulaştırmak, onların hikmetinin ve faydasının bütün insanlığın yararına olduğunu açıklamak olmuştur. Buna göre, nakil aklın esasıdır; nakil olmadan akıl çalışamaz. Akıl nesnesi olmayan bir öznedir.”5 Bin dört yüz senedir ‘içtihat’, aklın vakayla değil, nassla çalışması anlamına gelmektedir (İstihraç, istinbat, istismar… vs.).

Oysa akletmek, düşünmek insanın en temel özüdür. Vahiy bu özü gürleştirmek, geleneğin, otoritelerin ve tarihin baskısından kurtarmak; onu diriltmek, dikmek için gelmişti. Vahiy ve peygamber ‘‘İnsanların sırtlarına vurulmuş yükü indirip, boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözmek” için gelmişti. (7/157) Aklın üzerine binen dogmatik vahiy anlayışı (mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur), o yetmiyormuş gibi arkasından Hadis/Sünnet; o da yetmiyormuş gibi mezhep imamları ve bunların paraleli olan şeyhlerin ilhamlarına karşılık mutlak itaat anlayışında bir insandan, onun özünden ve özgürlü- ğünden nasıl bahsedilebilir? Hz. Muhammed, Kur’an’da müslümanlara canlı-dinamik bir örnek (Usve) olarak sunulurken (33/21, 60/6); sünnî metodoloji (usul) onun yapıp-etmelerini ve sözlerini müslümanlara değişmez ölçü (Sünnet) olarak vazetti. Böylece İslâm medeniyeti bir “Kitap” ve onun tefsiri, şerhi, haşiyesi ve zeyli medeniyetine dönüştü. Vakıa ve akıl bunlarla dolayımlandı, direkt yüz yüze gelemediler. Oysa vahyin çabası bunları direkt yüz yüze getirme gayretiydi. (‘‘Bakmıyor musunuz, görmüyor musunuz, düşünmüyor musunuz, duymuyor musunuz?’’… vs. ?)

c)İlâhî kaynaklı bilginin (Vahy, Sünnet, İcma) ana konusu insan ilişkileri olduğu için, burada önerilenler (HelalHaram, Vacip-Farz, Sünnet… vs.) ilâhi-kutsal değişmez yasaya (şeriat) dönüştürüldü. Ahlâk, bağımsız bilginin konusu (ilim, disiplin) hâline getirilemediği gibi; vicdan da Allah korkusu/cehennem korkusu ve cennet umudunun kontrolüne girdi. Ahlâkî iyi ve kötü kendinde, doğal ve vicdanî nosyonlar olarak konulamadı. İnsana Allah tarafından yaratılışta bir ahlâkî duyarlılık yeteneği verildiği (91/7-10) açık olsa da; insandan/nefisten hep şüphelenildi. Yasa ile vicdan arasında Kur’an’da kurulmaya çalı- şılan denge ıskalandı. Hep itaat vurgulandı (ittebi‘ vela tebtedi‘: itaat et, bidat çıkarma). Bütün bir ahlâkî doğru ve yanlışın bilgisinin insanın aklında ve vicdanında değil de ‘‘Kitap’’ta/nakilde/nassda olduğu iddia edildi. Kalbin fetvası yerine[ ‘‘İstefti kalbek=Kalbine sor’’,(Hadis)],fetva hep ‘‘Kara kaplı kitap’’ta arandı. Naklin yetmediği yerlerde ‘‘Hile-i şeriyyeye’’ başvuruldu. Elbette bunun tersini vurgulayan, dile getiren âlimler, ekoller oldu; fakat hâkim-sünnî paradigma genel olarak yukarıdaki gibiydi. Böylesi bir atmosferde nasıl insanın vicdanı hür olabilir, özü gürleşebilirdi?

d) Müslümanların siyasal tecrübesi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra dört halife döneminde ‘‘Kabile Karizması’’na (İmamlar Kureyş’tendir); Emeviler döneminde ‘‘Zor/Kader/Bahşiş’’e; Abbasiler döneminde ise ‘’Teokrasi’’ye dayanmaktaydı. İran’dan devralınan “itaat ahlâkı” bunu pekiştirdi. Sultan/Halife/Padişah hikmetinden sual olunamayan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi/ halifesi ve iradesini temsil ediyordu. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları siyasal otoritelerini bu yoğunlukta dinselleştirmediler. Ancak, belli bir dinsellik ve otoriterlik nosyonu onlarda da devam etti. Siyasal akit, ta başından beri hukukî bir kurumsallığa kavuşturulamadığı için, saltanat mutlak güç/otorite ve ona karşı mutlak itaate dayandı. Askerî ve siyasî erkin aynı otoritede birleşmesi, dinî otorite (şeyhulislâmlık)nin ise siyasî otoritenin emrinde oluşu, halk ile devlet arasındaki ilişkiyi çoban-sürü ilişkisine dönüştürmüştü. Avrupa’daki ‘‘Derebeylik’’ ve ‘‘Feodalite’’den farklı olarak, Doğu imparatorluklarında toprağın/mülkün mülkiyeti devlete ait olduğu için, bireylerin özgürlüğünden, “benim”lik duygusundan ve özgürce tasarruf/çoğaltma yetkisinden bahsedilemezdi. Devletle icar/vergi ilişkisi ancak “kiracı psikolojisi” doğurabilir: “Mal da yalan, mülk de yalan; var biraz da sen oyalan”, “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”

Hıristiyan imparatorluklardan farklı olarak, tebaası olan gayr-i müslimlerin mal, can, dil, din özgürlüklerini teslim eden müslüman imparatorluklar (zımmîlik), şeriat (hukuk) ile tebaasının düzenini sağlamıştır. Ancak, siyasal ilişki hukuka/özgürlüğe değil, güce/itaate dayandırılmıştır.

Sonuç:

İnsanın din oluşturma ve dindarlaşma süreci –eğer dinler tarihini göz önünde tutarsak- genellikle ipek böceğinin kendi etrafında koza oluşturması gibi, otoritelerden bir zindan oluşturma sürecine benzer. Bireyin bütün insanî kabiliyetleri, potansiyelleri bu zindanda boğulur, çarpıtılır, çarpılır, kavrulur ve sakatlanır. Peygamberler, tarih boyu bu kozayı/zindanı dağıtmaya ve insanı özgürleştirmeye çalışmışlardır. Örneğin, Hz. Musa, Yahudileri Firavunların zulmünden (kölelikten) kurtardı; Hz. İsa bir taraftan Yahudilerin oluşturduğu din adamları tahakkümüne başkaldırdı; diğer taraftan insanların ruhunu/ bilincini Roma’nın tanrı-kral dan bağımsızlaştırmaya çalıştı. Hz. Muhammed, Arapları, putların ve katı dinsel geleneklerin hâkimiyetinden kurtardı. Ancak, peygamberlerin ölümünden sonra bu süreç genellikle tersine çevrilmiştir. İlâhî vahyin son tecrübesi Hz. Muhammed/Kur’an örneğinde de durum pek değişmemiştir. Önce Kur’an’ın merhametle yoğrulmuş Rahîm/ Âdil/Hakîm ve insanla dost (Velî) Allah’ı, hikmetinden sual olunmayan ‘‘Mutlak Güce’’; insanların akıllarını çalıştırmaya gelmiş olan Kur’an (43/3), dogmatik ve el sürülmez kutsal bir otoriteye; Müslümanlar için canlı bir örnek (usve) olan Hz. Muhammed, mutlak bir taklit merciine (Sünnet); Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in hayatını yorumlayan âlimler, aşılmaz “mezhep” imamlarına; biat (sözleşme) ile bizim adımıza kamusal (siyasî) işleri deruhte edecek devlet ricali, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesine; tasavvuf uluları Allah’ın ‘‘Rububiyyet’’ sıfatını paylaşan “kutup”lara “gavs”lara, “veli”lere, ‘‘şeyh’’lere dönüşmüş ve bütün bu otoriteler altında insan ezilmiş, cılızlaşmış, kavrulmuş ve özü gürleşememiştir. Elbette ki İslâm tarihi bütünüyle böyle olmamıştır; ama olanlar uzun bir tarihî süreç içinde böyle olmuş ve zamanla İslâm toplumları genellikle otoriter/itaatkâr toplumlar hâline gelmiştir.

 

Kaynakça:

1 Şeriatî, Ali, İnsanın Dört Zindanı, çev. H. Hatemi, İstanbul 1984.

2 Köprülü, Fuat, Babinger, F., Anadolu’da İslâmiyet, İstanbul 1996, 41 vd.

3 Geniş bilgi için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İstanbul 2005, özellikle 74 vd.

4 Arpaguş, Dr.Hatice K., Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı, İstanbul 2006, 24-48.

5 Hanefî, Hasan, “İslâm Kültüründe Otoriteryenliğin Tarihî-Kültürel Kökleri”, İslâmiyat.cilt:2,sayı,2.s29

6 Köprülü, Fuat, Babinger, F., Anadolu’da İslâmiyet, İstanbul 1996, 41 vd.

7 Arpaguş, Dr.Hatice K., Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı, İstanbul 2006, 24-48.