Tarihselciliğin Savunusu ve Namusu

Uzun süreden beri Türkiye’nin teolojik entelektüel ortamı muhafazakâr tarikat ve cemaatlerin hegemonyasına geçmiş olmasından dolayı, medyada ve akademyada bu alanla ilgili özgür tartışmalar yapılamıyor. Dogmatik olmayan ilahiyatçılar ve farklı düşünen kişiler, medyadan ve bilumum konferans, sempozyum, panellerden kovulmuş- sürülmüş durumdalar. Meydanı epey bir süredir boş bulmuş gelenekçi bazı ilahiyatçılar ve kimi sosyolog-sosyal bilimciler, elde ettikleri köşelerde ve mahfillerde Türkiye ilahiyatında entelektüel bir iz açmış olan “Tarihselciler” hakkında hilaf-ı hakikat şeyler ve ağızlarına geleni söylüyorlar. Aşağıda, yapılan bu ithamlara karşı kısa bir savunma yapacağım.

1-Teorik Çerçeve

Mutedil Tarihselcilik, üç ilke üzerine bina edilmiştir: 1- 610-632 arasında vuku bulan ilahi Kur’an hitabı (vahiy),yaşayan canlı Araplara yöneltilmiştir. Yani Kur’an hitabının “Kızım (Araplar), sana söylüyorum; gelinim (Arap olmayanlar), sen işit” tarzında bir hitap olmadığı; direkt kıza/Araplara hitap edildiği; dolayısıyla Arap olmayan kavimlerin, kendi kendilerine –sanki kendilerine de “canlı/bizzat” hitap ediliyormuş/muhatap alınıyorlarmış gibi- “gelin-güveyi olmamaları” gerektiği;
ancak, “kızlık/insanlık” ortak paydasında ona (Araplara) söylenenlerin bir kısmının, kendilerini de bağlayabileceği gerçeği (6/92, 19/97, 36/6, 42/7, 41/44, 12/42, 43/3, 46/12).

2- “Tarihsellik”  tezi, -Hegel’e-Marx’a veya Hermenötiğe daha gelmeden-, geleneksel Kur’an ilimlerinden: “Nasih-Mensuh”, “Esbab-ı Nüzul” ve “Mekki-Medeni” ve Hz. Ömer’in içtihatları üzerine rahatça bina edilebilir. Çünkü mevzunun özü, Tanrı’nın hüküm koymasının ve kaldırmasının, toplumsal yapının değişmesine ve insanların ahlaki vüsatına bağlı olması gerçeğidir (2/106, 16/101). Bu yetkinin, sadece Tanrı’ya has olduğu, insanlara verilmediği iddiası, tarihen/olgusal olarak doğru olmadığı gibi; sanki toplumsal ve bireysel tekâmülün, son vahiy ile sona erdiği vehmine dayandığı için de geçersizdir.

3-Hitabın tarihselliği, mesajın geriye doğru (Kıssalar) ve ileriye doğru (Kâffeten linnas-34/28, ve Rahmeten lilalemin-21/107) evrenselliğini ve bu ileriye doğru taşıma umut-niyet ve beklentisinin, Hz. Muhammed ve Araplar aracılığı ile gerçekleştirilmesi gerektiğini (227/8, 6/19, 62/3) engellemez. Dolayısıyla “Evrensellik”, İlahi hitabın (Ya Eyyühellezine Âmenu, Ya Eyyühennas…) insan veya inanmış herkese yönelmiş olduğu vehminden değil; mesajın metanetinden, haber verilmiş (taşınmış/ihbar edilmiş) olmasından ve ulaşan kişilerin âkil-bâliğ olmasından doğar. Bu yaklaşım, İlahi hitabın mevzularının bir bölümünün salt Arapları/kızları ilgilendirdiği; gelinleri/diğer kavimleri ilgilendirmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu teorik çerçeveye 1- Hasbi olmak, 2- Muhasibi (eleştirel-gerekçeci) olmak ilkeleri ışığında, mutedil Tarihselcilere yapılan ithamlara aşağıda cevap vermeye çalışacağım. Tarihselciliğin özü “Kıssa”ların anlattığı sabit/evrensel din (iman-ibadet-ahlak) ve “Nesh”in anlattığı dinamik şeriattır(5/48).

2- İthamlar ve İzahlar

1- Tarihselcilerin, -hâşâ- Allah’ın zihnini okuduğu veya Allah’a psikanaliz yaptıkları ithamı yapılmaktadır. Mutedil tarihselcilerin üstadı sayılan Fazlurrahman, “yorum” konusunda şöyle diyor: “Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tekbaşına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın” olana (Allah’a) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim olsa da; yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir. Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-Makaleler-I. çev: A. Çiftçi. Ank. 1997. S. 14.) Yorum hakkında bu sözlerden sonra, yukardakiithamlar “iftira” olmaktan başka nedir?

2- Allah’ın, Rahmeti ve Hikmeti gereği yedinci yüz yıldaki Mekke-Medine- Taif ve çölün (sokağın) psikolojisini, antropolojisini, karakterini, seciyesini,
coğrafyasını, iktisadını… hesaba katarak konuşmasını, O’nun ezeli ilmi ve mutlaklığı ile –dogmatik olarak- zıtlığa düşürerek inkâr etmek, haysiyetli bir “kulluk” göstergesi midir?

3- Mübin, fasih, beliğ, açık, tek anlamlı ve sokağın anlaması için özel bir itina gösterilerek basitleştirildiği ve kolaylaştırıldığı dört kez tekrar ve itiraf edilen (45/17,22,32, 40) bir söylemi, gaybi konuları (Allah-Ahiret-Melek) insan zihnine yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için başvurulan “Teşbih” ve mecazı vesile yaparak müphem, kapalı, gizemli, sırlı, zipli, dumanlı hale getirmek hangi “dindarlığa” ve dürüstlüğe sığan bir şeydir? Aristo’nun dediği gibi: “Bir cümle, birden çok anlama geliyorsa; hiçbir anlama gelmiyordur.”

4- Söylemin-söylevin (hitabın-hutbelerin), canlı/yaşayan muhataplarına “ne dediği”ni dilsel ve tarihsel/olgusal delillere/gerekçelere dayanarak anlama dürüstlüğü, cesareti ve çabasını, “Tanrı’nın zihnini okuma” veya “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” olarak yaftalayıp; müphemliğe, papaz kurnazlığına, göze girmeye, çok anlamlılığa, metaforlara, tevile başvurmak ne kadar sahiciliktir?

5- Bazı olguların ve hükümlerin tarihselliğini kabul etmeyip, insanlığın (Arapların da) zamanla ahlaken bazı alanlarda tekâmül edebileceğini inkâr ederek, vicdanını bastırmak için ibarelere sentaksın, gramerin kaldıramayacağı akla-hayale gelmedik taklalar attırmak ne kadar dürüstlüktür? Veya dindarlıktır?

6- “Ahkemu’l-hâkimin=Hâkimlerin en iyisi” (95/8) olan Allah,- Musa Carullah’ın dediği gibi- Hz. Muhammed ve arkadaşlarının bazı içtihatları ile belirledikleri hükümleri ayetlerin/farzların mesnedi yaparken; hatta Hz. Ömer ‘in içtihatlarını dahi “ayet”- leştirirken (muvafakât-ı Ömer); yani hüküm koymada bunların kendine“şerik” olmasından gocunmazken; mümin insanın kapasitesizliğinden,hüküm koyamayışından, zayıflığından, çocukluğundan kıvanç duyan mü’minlik/müslümanlık nasıl bir şeydir?

7- “Onlara karşı gücünüzün yettiği oranda kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (8/60) ifadesindeki “savaş atları” ibaresini anlarken rahatça/otomatikman “tarihselci” olup hemen: “tabii ki bugün bu tank, top, füze, uçak, denizaltı… demektir” diyenler; sıra toplumsal, ahlaki, politik, hukuki, iktisadi bir mevzuya gelince nasıl oluyor
da birden 1400 sene öncesi Arap toplumunun o günkü toplumsal psikolojisi, seciyesi, seviyesine göre ileri doğru atılmış bazı adımları, her alanda bütün tarihlerin ve insanlığın nihai ölçüsü, mihengi, kriteri, mizanı yapabiliyorlar?

8- Allah’ın meramını, maksadını, muradını, derdini, davasını Arap dilinin kelime dağarcığı, gramer kuralları ve belagat üslubu ile muhataplarına doğrudan anlatma ve kabul ettirme imkânı varken; -“müteşabih” ifadeler de aleni olarak bunun bir unsuru iken (3/7)-; şairlerin yaptığı gibi sözünü alengirli, kapalı, çok anlamlı, katlı, derin,sırlı, zipli ifade edip muhatapların kafasını karıştırıp anarşi yaratarak sonra da, buna “zenginlik” demek, hangi hikmete uyar? Bu konuda vahyi ilahi bir “pedagoji” olarak gören Abraham Lessing, şöyle diyor: “Her (ilahi) ilk okuma kitabı belli bir çağ içindir. Onu geride bırakmış olan bir çocuk (çağ/ nesil) için tasarlandığından daha uzun bir süre kullanmayı sürdürmek zararlıdır. Çünkü bunu herhalde yararlı bir şekilde sürdürmek için kitaba onda olandan daha fazlasını yüklemek ve kitaptan içerebildiğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. Mecaz ve kinayelere (müteşabihlere) çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, çocuğa  (yeni kuşağa) dar, çarpık, kılı kırkyaran/safsatacı (sofist) bir anlayış verir. Çocuğu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve onun zihnini açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseme ile doldurur.”(G. Ephraim Lessing. İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2011. S. 110). Müslümanların büyük bir bölümü, bugün bu halde değiller mi?

9- Hitap evrensel ise (Ya eyyühennas),16/80-81. ayetlerde sayılan “deridenevl”, ”sıcaktan koruyan elbise”,“mağaradan/dağdan-taştan evl”… nimetlerinden
hangileri bugünün bütün insanlığına verilmiştir?

10- Levinas’ın vurguladığı gibi, “söylenmiş söze (vahye)” ittiba/itaat etmenin yanında onun fehvasınca yeni “söz söyleme” yani sorumluluk üstlenme (içtihat/tecdit) yerine, söylenmiş sözü köpürtmek ve sömürmek ne kadar ahlakidir? Dogmanın yaşlı-yaygın ve sert zırhına bürünerek anı, durumu, hali, gerçekliği namusluca “yorumlayanları (racon kesenleri-hüküm koyanları)” tekfir etmek, mertlik ve dürüstlüğe, dine-imana sığar mı? Teslimiyeti, itaati ve imanı vazeden Kur’an söylem/söylevi, bunun on katı ve beş ayrı düşünme formu (tafakkuh, taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür) ile düşünmeyi emretmiyor mu? Hüküm vermeyecek isek; düşünmenin ahlaki nesnesi ne ola ki?

11- İnanç sahibi olmak ve samimiyet bir metni doğru anlamayı garanti etmediği gibi; onu köpürtmeyi ve onda olmayan şeyleri ona söyletmeyi de engellemez. Metnin bütünlüğüne olan vukufiyetin artması, tarihsel bağlam hakkındaki bilginin artması, sentaks (kullanım) ve gramer-edebiyat bilgisi, sözün kastına bizi daha fazla yaklaştırır.

12- Bir de “tarihselci” yaftası yememek için onların söylediklerini“durumsallık”, “tedricilik”, “te’vil”, “yorum”, “makasıt” kavramları ile ifade edenler var. Bunları anlamak mümkün.

13- Kur’an, yedinci yüzyılın Mekke, Medine, Taif ve çölün (Bedevi) ufku ile Allah’ın ufkunun kaynaşmasıdır. Şeriatların veya -cumhur ulemanın kabul ettiği gibi- ayetlerin birbirini “Nesh” etmesi, bu ufuk kaynaşması sürecinin canlı-dinamik, değişken olduğunu gösterir (2/106, 8/65-66, 16/101…). Kur’an’ın inzalinden sonra,
bin dört yüz sene boyunca Arapların veya insanlığın ufkunda herhangi bir değişme olmamış mıdır? En azından Kur’an’da kesin olarak sonlandırılmış olmayan kölelik ve cariyelik hakkında –kıvırmadan- ne diyeceğiz? Saraylardaki padişahlar ve İŞİD gibi, uygulamaya devam mı diyeceğiz? 14- 610-632 arasında aynı zamanda
toplumsal-politik bir hareketin yürüyüşüne eşlik eden bir ideoloji-kritik söylemin/söylevlerin toplamı olarak dosya (Mushaf) haline getirilen Kur’an’ın, “Kutsal Kitap”a dönüştürülüp dondurularak dogmatik olarak sürekli salt “ezberden” okunması, tarihin, ileri doğru değil; geriye doğru (gerici) bir çekilme çabasıdır.

15- Tarihselcilik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap (Emevi-Abbasi) tarihine musallat olan kabilecilik, şiddet-iç savaş ve Kur’an’ın “Cihat” veya “Fütühat” kavramlarını ülke işgal etmek, gasp-yağma ve çapulculuklarının maskesi yapmanın, İslam’ın evrensel mesajı ve onun “barışçıl tebliğ edilmesi talebi (16/125)”
ile ilişkisi olmadığını anlamaya fırsat verir.

16- Tarihselcilik, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden birinin(Prof.Dr. Cafer Karadaş), bu günlerde itiraf ettiği gibi, Türkiye’de Kur’an’ı Türkçe Meal’inden okuyan gençlerin epey bir bölümünün Ateist ve Deist olmalarınınbir nedeni, eğer zihinlerinin modern eğitim tarafından şekillenmesi ise; diğer nedeninin de, “Bu kitap, size doğrudan hitap ediyor” dogmatik yalanının çocuklarda doğurduğu hayal kırıklığı olduğunu anlamamıza imkân verir. Ben on sene önce bu gerçeği söylediğimden dolayı, sosyal medyada yemediğim küfür kalmamıştı.