17.12.2015
The Cemaat ve Ak Parti, din/İslam üzerinden-zemininden siyaset yapan iki kesim, örgüt ve çevredir. Birincisi illegal, korsan, yapı, çete şeklinde; diğeri legal, demokrasi içinde. On yıl boyunca ittifak halinde-dostça yürüttükleri ilişki, siyasi strateji ayrışması yüzünden teolojik-siyasi kavgaya dönüştü. Dua edelim, İslam’ın erken dönemlerinde olduğu gibi kanlı-bıçaklı olmasınlar. Ancak, teolojik perspektiflerinin “Sünniliğin” altında, birincinin “mistik/tasavvufi” epistemeye dayanırken; ikincinin geleneksel fıkhi-kelami epistemeye(İmam-Hatip) dayandığı ortada. Ak Parti’nin İslami/Sünni politik ajandası, ülkede yaşayan Alevileri de tedirgin etmektedir. Tedirgin olan bir diğer gurup ise sekülerleşmiş Türklerdir(CHP): “Endişeli modernler.” Hasılı, dinsel kimlik üzerinden siyaset yapmak, mevcut hali ile Türkiye toplumunun bir kısmında münaferet yaratmış durumdadır. Dini söylem kullanmadan “dindarca” yani daha estetik-ahlaki bir siyasetin mümkün olduğunu yadsımak elbette ki mümkün değildir. Adalete dayalı, yolsuzlukların kökünü kazıyan sosyopolitik bir düzen kurmak, her Müslümanın görevidir(emr-i bil’l-maruf ve nehyi ani’l-munker).
Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen Türkleştirme siyaseti, Kürtlerin ancak yarısını asimile edebilmiş; diğer yarısı, seksenlerden sonra tekrar başkaldırmıştır(PKK). Türkleştirmeyi savunan radikal milliyetçi kesim %10-15 arasındaki MHP ve %25-30 arsındaki ulusalcı CHP, cumhuriyetin kuruluş felsefesini(ulus-devlet/milliyetçilik) savunmaya devam ediyor. %40 muhafazakâr kesim(Ak Parti tabanı) ise, soruna “İslam kardeşliği” çerçevesinde bir çözüm bulunmasından yana.
Bu etnik ve dini siyaset alışkanlığı, refleksi, ideolojisi devam ettiği müddetçe Türkiye’nin toplumsal birliği-dirliği, düzeni ve barışı sağlanamayacaktır. Benim önerim, bu yollardan çıkıp ortak menfaat ve maslahata dayanan “Vatan” ve ortak hukuk ve ahlaka dayanan “Vatandaşlık” siyasetine geçmektir. İslami metafizik açısından bu, siyasal aktörü Müslüman, raconu ahlak/adalet olan “Evrensel Siyasal Ümmetçilik”tir. Bu çözüm, hem sekülerleri hem de dindarları, hem Türkleri hem de Kürtleri tatmin edecek bir çözümdür. Demokrasi, Laiklik, Hukuk Devleti ve İnsan Hakları, bu çözümün siyasal çerçevesini/formunu herkese veriyor. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Batı, etnik, sınıf ve dini çatışmalar ile uzun süre boğuştuktan sonra, birlikte yaşamanın yukardaki aparatlarını geliştirdi. Bu aparatlar, dindar insanlar tarafından da –daha sahici olarak- kullanılabilir; bunlar, politik-hukuki süreçlerdir. İnsan Hakları hariç, içeriği kültürlere göre yapılandırılabilir. İnsan Haklarının bir-iki maddesi(cinsler arası ilişkiler) hariç, dindar bir Müslümanın itiraz edebileceği bir şey yoktur: “Makasidu’ş-Şeria(mal, can, onur/ırz, din aklın korunması) olarak her Müslüman kalıbını basar. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü, “Hukuk Devleti”nin müslümanca ifadesidir. Şura, demokrasi olarak yorumlanabilir. “Dinde zorlama yoktur”, Laikliğin müslümancasıdır. Laiklik, din söz konusu olduğunda “dogmatik” olmamaktır. Allah’ın ve Peygamberinin buyruk ve tavsiyelerini gücün yetiyorsa, adam gibi (Hz. Ömer gibi) anlayarak, onların otoritesine vicdanında başvurarak, fakat onların “adına” sığınmadan gerekçeli olarak yani vicdana, sağduyuya, argümana, delile, akla yaslanarak savunabilmektir. Ulemadan da oluşsa, “Kilise/Dogma” yaratmadan gerekçeli yorum piyasasından konsensüsler(icma) yaratarak, “tekfir” yaftasına başvurmadan, cesaretle hakikat süreçlerini götürmek. “Adalet”, devletin dini olarak, müslim-gayri müslim, herkesin baş tacıdır. “Deve, bir akçe; götür oğlum. Deve, bin akçe; getir oğlum.” sözü, “piyasa” sisteminin Müslümanlar tarafından kabulünü ifade eder. İçgüdü ile birlikte vicdanı piyasanın nihai otoritesi(Tanrı) yapmak. Temel sorunumuz, bütün kesimler için ahlak sorunudur. Kapasitesizlikte bir kesimin diğerinden farkı yok.
Batılılar, Milliyetçilik ve Ulus-devlet ile azınlıklarını asimile etmeyi başardılar. Biz, geç kalmış olmaktan veya Müslüman olmaktan dolayı başaramadık. İyi ki de başaramadık. Kendinden olmayan dini veya etnik gurupları ezmek, yok etmek zulüm değil mi? Günah değil mi? “Onlara bu hakkı verirsek, diğerleri de ister” mazereti geçersizdir. Diğer halklar %90 asimile olmuşlardır. Dilini, kültürünü, adını, etnik-dini kimliğini korumak isteyen herkes, bunu yapsın. “Ben, Türkiyeli Çerkezim, Kürdüm, Lazım, Gürcüyüm…” desin yeter. “Türk” ismi, kökeninde etimolojik olarak bir etnisite/ırk ismi olmayabilir. Ancak, sosyal-psikolojik olarak bugün Türkçe üzerinden “Türk”lerin adı olmuştur. Gürcü, Arnavut… birisi, Türkiye vatandaşı olduğu halde, diğer insanlarla hiç bir sorunu olmadığı halde, kendini “Türk” hissetmiyorsa normaldir. Anormal olan ötekisidir. Kürtlerin durumu biraz farklı; onlara devlet acı çektirdi. Onurlarının korunmasına, travmalarının, patolojik halet-i ruhiyelerinin rehabilitesine ihtiyaç vardır. İnsaf sahibi herkes, bunu görmelidir.
Türkiye vatan, yurt, ülke, ev olarak hepimizin ortak paydası, namusudur. Vatanseverlik, ailesini, kabilesini, milletini sevmek kadar yüce bir ahlaki haslettir: “Hubbu’l-vatan, mine’l-iman.” “Vatandaşlığı” da eşit onura ve hukuka sahip ortak payda yaptığımızda her şey çözülür. Politik arenada sekülerlerimiz, seküler ideolojiyi zorla kimseye dayatmasın; dindarlarımız, kendi dini itikad ve pratiklerini kimseye dayatmasın; Sünnilerimiz, Sünniliği doğru din yorumu olarak(ortodoxi) Alevilere dayatmasın; Türkler, Türklüğü Kürtlere dayatmasın; Kürtler, bölünmeyi düşünmesin. Kürtler, resmi dil olarak çoğunluğun dili olan Türkçeyi konuşmaktan yüksünmesin; Türkler, Kürtlerden ana dilleri ile eğitim yapmak isteyenlerden korkmasın. Anadil, ana sütü gibi doğal ve insani bir haktır. Kürtler ile Türklerin kültürel kodları ve psikolojileri % 80 aynıdır. İsimleri bile ses ve harf olarak(morfolojik) neredeyse aynıdır.
Hiçbir tekebbür veya aşağılama kastı taşımadan şu gerçeğin ifade edilmesi gerekiyor: Bin sene boyunca imparatorluk idare etmiş bir kavmin(Türkler), elinde kalan son topraklar üzerinde(Türkiye) daha önce hiç devleti olmamış bir kavmin(Kürtler) “vatan” kurma teşebbüsüne -kaybetme sendromundan dolayı- müsaade etmesi psikolojik olarak asla mümkün değildir. Vatanseverlik tutkusunun, vatan kurma tutkusundan zerre geri kalır bir yanı yoktur. Milliyetçilik, “aile/akrabalık bağı” anlamında masum bir duygu olabilir; ancak tekebbür/istiğna/bencillik(ırkçılık) olarak ahlaksızlıktır.
Hakkaniyete uygun olan, yirminci yüz yılın başında -modaya uygun olarak- Kürtlere de bir vatan toprağı verilmesi idi; Ortadoğu’yu paylaşan çakallar, o dönem bunu yapmadı. Şimdilerde Irak ve Suriye’nin süper güçler tarafından parçalanarak Kürt bölgelerinin özerkleştirilmesi ile yetinmek zorundalar. İmparatorluk mirasçısı İran ve Türkiye’deki parçaları koparmak, Araplardaki parçaları koparmak kadar kolay olmayacak. Buraların çözümü, farklı olabilir. Diğer türlü, bu macera, kıyamete kadar sürer. Bundan dolayı, bu evde/yerde/yurtta/vatanda her iki halkın eşit onura sahip “yurttaşlar” olarak yaşamaktan başka ahlaki-akli bir yolu yoktur.
Böyle bir yapıda “Milli Eğitim” nasıl olacak? diye sorulacak olursa; öğretmenler çocuklara yurt, insan, doğa, hayvan sevgisini-saygısını aşılasın; din, dil öğretsin; sonra da meslek eğitimi versin. İş olarak bu onlara yeter.
Muhafazakâr çoğunluk ile Seküler Milliyetçi-kurucu muktedirlerin geçen yüz yıldan kalan ideolojilerini (İslamcılık ve Seküler Milliyetçilik) gözden geçirmeleri gerekiyor. Biraz ahlaka ve estetiğe ihtiyaçları var. Mütekebbir, çok ve kesin bilmiş(dogmatik-ideolojik) tutumları, insanlara acı ve ızdırap veriyor. Davalarını sivil, gönüllü ve iknaya dayalı kültürel faaliyet olarak sürdürsünler.