Sünniliğin Tarihi – Güncel, Teolojik ve Politik Krizi Üzerine

                                                                                                                                  28.4.2018

“Söylemekten doğan zarar, söylememekten doğan zarardan daha azdır.”

İslam toplumunun ilk yüz yılda yaşamış olduğu iç savaştan sonra Hâricîlik-Şiîlik ve Sünnîlik olmak üzere üç Teolojik-Politik “mezhebe” bölündüğü bilinmektedir. Bunlardan Hâricîlik, zamanla marjinalize olmuş; Şiîlik, Yemen mitolojisi ve İran antropolojisi ile karışık olarak oluşmuş, uzun süre muhalefette kalarak varlığını sürdürmüş; Sünnîlik ise, Arap seciyesi-kültürü kökenli olarak İslam toplumlarının ana gövdesini oluşturmuştur.

Konumuz, Ortadoğu’da “Selefilik (Suud ve El-Kaide – Daiş), Pakistan-Afganistan’da “Taliban” ve Türkiye’de 15-Temmuz Darbe Girişimi (FETÖ) ve şimdilerde Deizm’in genç kuşaklar arasında yayılması semptolarını veren Sünnîlik olacak.

Sünnîliğin “Selefî” damarı, günümüzde Suud-i Arabistan ve DAİŞ olarak performans gösteriyor. Selefî olmayan Sünnîliğin performanslarından biri “İhvan-ı Müslimîn”; diğeri ise, “Türk İslamcılığı”dır. İhvan’ın Mısır kanadı, “Arap Baharı” ile birlikte kısa bir iktidar deneyiminden sonra
askeri ihtilal ile iktidardan düşürüldü. Şimdilerde –geçmişte olduğu gibi- “illegal” olarak varlığını sürdürüyor. Suriye’deki kolunun başlatmış olduğu ayaklanma, trajik olarak sonlandı. Filistin’deki “HAMAS” kanadı ise, İsrail’e karşı daha önce Marksistler tarafından kontrol edilen direnişi örgütleyip sürdürüyor. Sünnîliğin Pakistan-Afganistan damarı, “Selefiliğe” öykünen “Taliban” olarak kristalleşirken; Uzakdoğu (Malezya-Endonezya) kanadı, modernleşmeyle bir sentez başarmış görünüyor.

Biz, bu yazıda son günlerde yapılan” Deizm” tartışmaları münasebetiyle, sorunun kaynağı olan Sünnîliğin teolojik bünyesi ve bu bünyenin modern versiyonları olan “Selefî” ve “Türk İslamcılığı’nın taşımış olduğu bazı problemleri üzerinde duracağız. “Selefilik”, -teolojik içeriğinden/ajandasından bağımsız olarak-, aslında kendinden önceki dinsel geleneği dondurma, mutlaklaştırma ve kutsama ve taklide dayalı olarak cahiliyye döneminde, İslam’dan sonra bazı Arap Müslümanlarda ve günümüzdeTürkiye’de tarikat-cemaat ve siyasette devam eden zihinsel-psikolojik (dogmatik) bir tutumdur.

1-Teorik/Teolojik – Tarihi Problemler

Her iki kanadıyla “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, Arapların cahiliye döneminden (Antropoloji) gelen şiddete teşne olma (Erken dönem iç-savaş, Daru’l-İslam- Daru’l-Harp- Fütuhat), Kabilecilik, Katı-Gelenekçilik (Sünnîlik-Selefîlik) ve Kadercilik kodlarını İslam döneminde de sürdürmüştür. Dışardan ithal ettiği politik kod ise Saltanattır. İslam toplumlarında politik ideoloji, daima dinsel olduğu için, yöneticileri, daima Tanrı’nın “rölüne” soyunmaya motive etmiştir. Politik aktın kendini “Çoban-Sürü” ilişkisi, Halifenin sıfatı olarak “Zıllullah” ve “Ennas, ala din-i mulukihim= İnsanlar, meliklerinin dini üzeredir.” özdeyişi, bu gerçeği ifade eder.

Toplum, sorumluluk almaktan (Şura) ve biyolojik “Hücre” misali/modeli “örgütlenmekten/ortak akıldan” istifa etmiş demektir. Ortak akıl/konsensüs/icma kabiliyeti olmayan kitleler, tekli iradeyi tercih ederler. Çokluk ile “başı-bozukluk”, “kaos”, “her kafadan bir ses”, “istikrarsızlık” (‘Çatal kazık, zor çakılır’, ‘Horozu çok olan köyün, sabahı geç olur’…) arasında doğrudan bir koşutluk kurulur. Metafizik-ahlaki hakikatın tekliği(sırat-ımüstakim/sebilullah/hidayet…), bunu son kez ve bütün zamanlar için kutsal kitapta(Kur’an’da) bütün insanlığa verildiği ve bunun “heva”lı/zayıf” insan teki tarafından kesinlikle, taklit ile temellükedilebileceği inancı, İslam toplumlarında Hakikat=İslam=Hilafet/saltanat=dayatma-şiddetdoğurmuştur. Evet, Hristiyanlıktaki gibi, kurumsal bir “Kilise” olmamıştır; ancak, siyasal erk, bu işleviepeyce icra/temsil etmiştir.

Selefî olmayan damarın ithal ettiği kültür kodlarından biri “Felsefe”; diğeri de, Tasavvuftur. Felsefe, dar bir çevrede, kısa süreliğine yaşayabilmiştir; daha sonrada sönümlenip kaybolmuştur. Tasavvuf kodu, daha ziyade Türk Müslümanlığı’nda (Selçuklu-Osmanlı) mündemiç olmuştur. Selefî ve Selefî olmayan damarda “Gelenekçilik”, Hadis-Sünnet-Eser veya “Edille-i Şeriyye (Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas)” kavramları ile “Fıkıh Usulü”nde sürerken; Kelamda “Kelam-ı Kadîm” teorisi ile sürdürülmüştür. Oysa Mu’tezile, Kelam’ın/Kur’an’ın “mahluk” olduğunu savunmuştu. Mahluk Kur’an imgesi dinamik iken; diğeri donuk/mutlaktır.

Cahiliye döneminin Kaderciliği (Dehr), -Mu’tezile’nin özgür irade ve sorumluluk vurgusuna rağmen-; İslam döneminde (Sünnilikte) “Kader/Cebr” doktrini ile devam etmiştir. Hz. Ömer’in dinamik Vahy algısına rağmen, Kur’an ve Sünnet/Hadis, zaman ve mekândan bağımsız olarak mutlaklaştırılmıştır. “Şeriat”ın (yedinci yüzyıl tecdid’inin), sabit olan “Ed-Din’in (Dinu’l- Kayyime- Kütübün Kayyime)” tarihsel bir örneği(usve) olarak alınması gerktiği halde, “ölçü (mizan)” olarak konması, müslümanların realite-hayat ile ilişkisini sağlayan aklını ve vicdanını dumura uğratmıştır. Sıradan insanlar, vicdanlarını kullanmaya müsaade edilmediği için, “Müfti”lerin “Fetva”larına mahkûm edilmiştir. En basit ahlaki sorunların cevabı vicdanda değil; daima “kitaptaki yeri”nde aranmıştır. Kur’andaki gibi, akla ve vicdana başvuran “Rey Ehli (Mu’tezile-Hanefîlik- Mâtürîdîlik ve Mâlikîlik) zamanla sönümlenmiş veya Gelenekçi (Hadis Ehli/Ehl-i Sünnet) ekolün kontrolüne girmiştir.

Eş’arîlik tarafından teorize edilen “Kader” teorisi/teolojisi ise, müslüman bireylerin iradesini felç etmiştir: “Her şeyde bir hayır vardır” ve “Hayır da şer de Allah’tandır”, “La faile illelah-La halike İllellah = Allah’tan başka fail-yaratıcı yoktur.”… akide ilkeleri, bu gerçeği ifade eder. Kur’an’ın “Şura” ve “Ehliyet”e dayanan politik tavsiyesi göz ardı edilerek, benimsenen Saltanat rejimleri, halkları sürüleştirirken (Reaya); Hz. Ömer’den sonra benimsenen “Devlet Mülkiyeti” uygulaması ve sistemi (Has-Tımar- Zeamet-Arpalık…) özel mülkiyeti zayıflatarak, özgürlüğün maddi/ekonomik temelini İslam toplumlarında zayıflatmıştır. Araplar arasında “dahi” sözcüğü, siyasette kurnazlık ve hilebazlık anlamına gelirdi. “Duhatu’l-Arap=Arabın dâhileri” diye bilinen Ebu Sufyan, Oğlu Muaviye, Amr İbnu’l- As ve Muğire b. Şube böyle şahıslardı.

Üçüncü yüz yıldan itibaren gelişen Tasavvuf ise, Müslüman bireyin dünya hayatı ve içgüdüleri (nefis) ile olan bağını gevşetmiş/zayıflatmış (Züht-Çile), mü’minlerin yönünü -yukarını/Allah’ınn gözetiminde- dünyadan/yeryüzünden (yatay) Allah’a ve Ahiret’e (dikey) döndürmüş; epistemolojik bağlamda ise, akıl/mantık ve gramerden kopararak, “Bâtın” denen “İrrasyonelizme” kitlemiş; ve “Tarikat” denen örgütlenme tarzı ile de onları, Şeyhlerin(ğassal) emrinde/elinde cenazeye çevirmiştir.

Abbasiler döneminde Yunandan, Hint’ten, İran’dan yapılan çeviriler (Ulum-i Dahile) ile gelişen Felsefî ve Bilimsel düşünme (Nedensellik-Merak), -Arapların, Türklerin ve İranlıların genetiğinde bulunmadığı için-, daha sonra giderek kaybolmuştur. Nedenselliğin yerine benimsenen atomcu “sürekli yaratma” ontolojisi, doğası gereği nedenselliğe dayanan bilimsel düşünmeyi imkânsız hale getiriyordu: “Her an her şey olabilir; bugün bana, yarın sana.” Sihir, tılsım, keramet, simya, ebced/cifr hesabı, müneccimlik ile meşgul olmak yaygınlaşmıştır. Bunun bir göstergesi olarak, Balkan savaşlarında Bulgar askerlerinin gece kullandıkları el fenerlerini, Yeniçeriler, “cin” sanmaları manidardır.

Bütün bu olanlar, Düşünce-Duygu ve Davranıştan oluşan Kur’an’daki dini aktın, Kelamda “kuru akılcılık”; Hadisçilerde/Selefiyyede “kör taklitçilik/nakilcilik”; Fıkıhta ahlaktan kopan (Hile-i şeriyye, Kitabına uydurma) ve kılı kırk yaran “şekilcilik” ve Tasavvufta duygularda boğulmaya (aşk, fena, ittisal, hulul, vüsul, istiğrak-sekr/sarhoşluk, bükâ/ağlamak, kabz/daralma-bast/genişleme….) dönüşmesi ile gerçekleşmiştir. Diğer bir ifade ile bütün bu olanlar, dinin bütüncül temeli olan ve Kur’an’da baştan sona kadar işleyen insan ruhunun bütüncül işlevleri (duyu-duygu- düşünce/mantık ve sezgi) birlikte dikkate alınmaması ile hasıl olmuştur.

İman-amel ilişkisinde (kimlik) sorunun, “parça (Mürcie/Sünnîlik)-bütün (Hâricîlik-Mu’tezile)” veya “bilgi/tasdik (Mürcie)-duygu- amel (Hâricîlik) şeklinde ele alınması, imanın düşünce kadar duygusal değerlilik yaşantıları içermesini (artması-eksilmesi) ve amel/ahlak ile olan zorunlu “ilişkisi”ni gözden kaçırmıştır. Ahlakın/amelin imandan “kopuk/ayrı” olduğu ve itikadın (La ilahe illallah) nihai kurtuluş (Müslüman kimlik) için yeterli olduğu teorisi (Mürcie/Sünnilik) ve “tövbe”nin, günahtan kesin (nasuh) dönüş olması gerektiği yerine; “sözlü telaffuzu” olduğu ile yetinilmesi, Kur’an’da mevcut olan iman-amel “birlikteliği” ve dindarlığı (takva-istihkak) hayli zayıflatmıştır. Hâsılı, Sünnîlik, teolojik düzeyde İslam’ın özünden ciddi düzeyde bir inhiraftır. Bazılarının iddia ettiği gibi, İslamiyet’i, onun tarihi-teolojik bir yorumu (mezhep) ile eşitlemek/özdeşleştirmek, büyük bir yanılsamadır.

2- Şimdiki Durum

Selefîliğin günümüzdeki performansı berbattır. Bir tarafta petro-dolara/katran’a (ABD) bulanmış Suud ve Körfez Krallıkları; diğer tarafta, gırtlağına kadar şiddete bulanmış El-Kaide ve DAİŞ.

Türkiye Sünniliğine/İslamcılığına gelecek olursak, bunun da “Tarikat-Cemaat” ve siyasi “Milli Görüş-AKP” olmak üzere iki kanadı mevcuttur. Öncelikle, genel olarak, Türkiye İslam’ının hoşgörü, merhamet-yardımlaşma, aile değerleri, vatanperverlik ve misafirperverliğini vurgulamak gerekir. Diğer taraftan, merhum Mehmet Akif, “Safahat” adlı eserinde geçen yüzyılın başlangıcında Osmanlı çöktüğünde İslam’ın hal-i pür melâlini tasvir eder. Cumhuriyet, bu çöküşe bir aksülamel olarak, dini toplumsal hayattan halının altına sürerek/süpürerek seküler bir toplum kurmaya çalıştı. 1950’den itibaren yavaş yavaş; 2000’lerden itibaren de hızlı bir şekilde din, olduğu yerden Tarikat-Cemaat ve Siyaset olarak tekrar dışarı çıktı; geri geldi.

Tarikatler ve cemaatler, dini hafıza ve duyguyu toplumda bu süreç içinde taşımanın araçlarıolmuşlardır. Bu yapılar, yukarıda saymış olduğum teolojik olumsuzlukların tümünün kristalleştiğiyapılardır. Kendi içlerindeki dayanışma ruhu, bireylerin ahlâkî/vicdânî kapasitesini çürüterekdışardakilere karşı merhametsiz/ikiyüzlü bir kişiliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Aklın-iradenin-vicdanın yok edildiği; kişi kültünün egemen olduğu, görece ekonomik olarak zayıf kitlelerin içlerinde barındığı ve siyasal yapı ile “simbiyoz” birer ilişkinin hüküm sürdüğü benlik/kendilik çürüten (mürit) yapılardır. Bu yapılarda bireyler, “kendi” olmaktan çıkarak grubun içinde “hiç kimse”, anonim, adsız, erimiş bir “bütün”e dönüşmektedirler. Bunlardan bir tanesi, zombileştirdiği elemanları ile 15Temmuz’da Türkiye’yi az kalsın batırıyordu. Diğerlerinin ne yapacağı henüz belli değil. Arkaik-tekfirci dilleri, siyasete meftun niyetleri, holdingleşmiş ticaretleri, şeffaf olmayan (karanlık) yapıları ile ortalıkta kol geziyorlar. 1960’lardan başlayan göç olgusu, cemaat ve tarikatları, şehirlerde karşılayan ekonomik-sosyal “Ensar” makamına çıkarmıştır. Biyolojik “Hücre” sistemine göre örgütlenen modern-metropol toplumlarda “Cemaat/Tarikat” yapıları ve totaliterlik eğilimleri, Erich Fromm’un teşhisi ile birer ”Hürriyetten Kaçış“ semptomudur. İdeolojik mahrumiyet ve sosyal ağ eksikliğinin bir tezahürüdür.

Türkiye’de son zamanlarda genç kuşak arasında “Deizm”in sempati ile karşılanması -özellikle dinsel müfredat alan İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinde-, Sünnîliğin arkaik ajandasının/dilinin yeni kuşaklarda fazla mantıki bulunmadığı anlamına gelir. “Dindar nesil yetiştirme”
programınım geri tepmesidir. Olup-biten şey, düşünsel/teolojik bir arayış değil; tepkisel bir dinden çıkmadır. Cumhuriyet tarihinde baskılanan Sünniliğin “İslamcılık” olarak aktualleşen performansına (siyaset-cemaat- tarikat) karşı vicdani bir tepkinin ifadesidir. Hristiyanlıkta Kilise (ve
dedikleri-yaptıkları), Deizm’i doğurmuştu. Bizde ise ortodox sünniliğin “Şeriat” imgesi ve onun pratik yansıması olan “Tarikat-Cemaat- Siyaset” in söyledikleri ve yaptıkları, bu sonucu doğurmaktadır.

Ak Partiye gelecek olursak, doğal olarak Sünniliğin negatif teolojik – politik tarihi bagajını taşıyarak 1970 lerde kristalleşen “Milli Görüş”ün devamı siyasi bir hareket olarak, ortak/örgütlü akla (Şura), ehliyete/liyakate, kurumsal demokrasiye görece uzaktır. Bin dört yüz yıllık politik geleneğin doğal uzantısı olarak kişi kültüne bağlı; demokrasiyi, Halife/Sultan “seçimi/sandık” olarak algılayan bir oluşumdur. Egemenliğin/otoritenin/sorumluluğun kitle tarafından “temsil” yolu ile parlemento yerine bir kişiye devredilmesidir.

Sayın cumhurbaşkanımızın ve tabanının, 1400 yıllık bu geleneği benimsediği aşikârdır. Ancak, onun hakkında yaratılmak istenen “diktatörlük” imgesi, Büyük Şeytan ABD’nin iç ve dış şürekâsı ile ona karşı giriştiği kumpaslar ve onun bu kumpaslara karşı “ölümü öldürerek” giriştiği cesur direnişten kaynaklanmaktdır. Erken dönem jakoben/toplum mühendisliği projesi olan cumhuriyeti (“Eski Türkiye”) siyasi düzlemde “düzeltme” motivasyonu, siyaseti ahlaki bir “dava” olmanı yanında, daimi iktidarda kalma “strateji”sine (İttihat ve Terakki’de olduğu gibi) kaydırırken; demokrasilerin temel ilkesi olup, bizde zayıf kalan “Kuvvetler Ayrılığı” veya “Hukukun Üstünlüğü/Tarafsızlığı/Bağımsızlığı” ilkelerini ve kurumsal yapıları zayıflatmaktadır. Osmanlı döneminde dahi kamusal alan bağlamında “Hukuk” kuramamış; daimi olarak “siyaset” makamında olan/kalan bir toplumuz. Rahmetli T. Özal ve T. Erdoğan önderliğindeki Ak Partisi, seksen yıllık “vesayet rejimi”ni ortadan kaldırarak gerçek “siyaset”i hakim kılmışlardır. T. Özal, demokrat iken; T. Erdoğan, ona nispetle daha otokrat bir tabiattadır. Hukukun zayıflığı, günümüzde sokaklarda karşılaştığımız kişisel intikamlar (üçüncü sayfa haberleri), kan davaları, tabela kirliliği, kaldırımların işgali, trafik karmaşası, Çiftlik Bank olayı, mafyöz ilişkiler, futbolda şikeler, işyeri-saha basmalar… vb. ile sokaklara yansımaktadır.

Kültür devriminin yaratmış olduğu muhafazakâr kesimlerdeki içerleme – aşağılanma ve Türkiye ekonomisinin zayıflığı, bu partide siyaset yapanları “Halka-Hakka Hizmet” davası yanında, bazılarını kişisel “itibar” davasına koşarken; partiyi de taban nezdinde “iş bulma” kurumuna çevirmiştir. Partinin bir kısım siyasi-bürokratik şefler kadrosu, “ihale-emlak rantı”ndan zengin olmaya çalışmışken; tabanın bir bölümü de devletten “sosyal yardımlar” ile nemalanmaktadır. Muhafazakârların tarihsel mağduriyeti/mağlubiyeti/maduniyeti ve dinsel inançtan gelen hedefin ulviliği (hakikat/sırat-ı müstakim) inancı, kendi üyelerinin yaptıkları yolsuzlukları-kötülükleri, “kol kırılır yen içinde” düsturu ile kendilerine kolayca meşrulaştırılabilmektedir. Ayrıca, bozkır Anadolu’nun yoksul ahalisi de geleneksel olarak “Devletlu” olmaya ilişkin bu genetiği zaten: “Bal tutan, parmağını yalar” ve “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.” sözleriyle onaylamıştır. Partinin tümü böyledir demiyorum. “Harp Hiledir” hadis-i şerifi, sünni muhafazakâr kesimde “siyaset yapma” bağlamında genellikle hile-kumpas, halkı ve muhalefeti kandırma ve düzenbazlık olarak yorumlanmıştır.

Türkiye’ nin 1980 sonrası Batıya/Kapitalizme eklemlenme politikaları, şehirlere göç edenleri, tüketime teşvik ederken; zaten zayıf olan üretim motivasyonu, iyice zayıflamıştır. Son bir-iki yılda hükümet “üretim”in zorunluluğunu anlamışa benziyor. Kültür-kimlik alanında ise, geleneği estetize ve tekrar etmenin ötesinde, sahici bir yenilenme yaratılamamıştır. Partinin, hükümet olarak son dönemlerde Türkiye’yi NATO’nun sadık bir “bekçisi” olmaktan çıkarıp, İslam dünyasının görece “hamisi” rolüne sokması, -ülkenin gücünü dikkate almak kaydı/koşuluyla- doğru bir politikadır. Ak Parti’nin İslamcılık kapasitesini/performansını bu politik-ekonomik-kültürel zeminde değerlendirmek gerekir.

Sonuç olarak Sünnilik, tarihsel/teolojik (yorumsal) bir kategori olarak, İslam Dünyasını 1400 yıl taşımış olmasına rağmen; sonunda bu “taşıma” kapasitesi çökmüştür. Teolojik gövdesi, ciddi sorunları barındırmaktadır. Bunlardan bazıları, ta baştan beri süren “teolojik” yanlışlıklar; diğer bazıları ise, miadını doldurmuş kavramsal-kurumsal eskimeler, çürümeler ve yıpranmış yapılardır. Ciddi bir “Tecdit” e ihtiyacı olduğu ortadadır. Ancak, Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri, bu teolojik yapımın/yapının sorunlarını anlayacak/görecek ve yenileyebilecek kapasitede görünmüyor. İslam’da kurumsal otoritenin yerine, mutlak olmayan (yorumsal/içtihadî), sivil-ilmi otoritenin olduğu (Ulema) malumdur. Oysa Türkiye’de dini otorite ve olmaması gereken “temsil”, bugün tarikatlarda, cemaatlerde ve siyasal liderlerin eline bulunuyor. Başımız, din ile bela(denenme)da. Epeyce işimiz var demektir.