30.3.2017
Reis, Padişah, Sultan, Kral, Kayzer, Başbuğ, Hakan/Kağan, Führer, Çoban, Halife… siyasal bağlamda tek adam yöneticileridir. İnsanlık uzun bir süre bu modda kalmıştır. İlk defa Batı’da Aydınlanma-Rönesans, Reform ve Fransız Devrimi’nden sonra bu yönetim şekline son verilip Cumhuriyet, Demokrasi ve Meclis/Parlamento kurularak yönetim işi ortak akıl, çoğunluğun kararı, kurumsal akıl ile deruhte edilmeye başlandı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da seçimle gelen Krallar dönemi(Tek Parti Diktatörlükleri) yaşandı. Bunun da kötü sonuçları ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa(Burjuva) demokrasilerinde “Kuvvetler Ayrılığı ilkesi” iyice gelişti ve yerleşti. Bunun da arkasında temelde iki saik-gerekçe vardır: 1-Meşruiyet sorunu: Yani insanlığın bilinci yükseldikçe kendisi hakkında başkalarının(özellikle de bir kişinin) karar vermesinin onuruna ağır gelmesi; mümkün olan oranda kendisi ve ülkesi ile ilgili kararlara müdahil olmak istemesi. Ergin olmamama durumundan çıkma. 2-Tek adamın iki dudağı arasından çıkacak kararların riskini azaltmak. Hayatın, toplumların ve ilişkilerin sofistike hale gelmesi ile karar verme süreçlerini uzmanlaştırma ve çoğaltma. Ehliyet ve liyakate göre, kurumları-kurulları çoğaltma ve özgürlükleri (İnsan Haklarını/Temel Hakları) garanti altına alma.
Arap Dünyasında yakında yaşanan “Arap Baharı”, demokratik olmayan seçimlerle devlet aygıtını elinde tutan diktatörlerin halk ayaklanmaları ile devrilmesini ifade ediyordu. Sonuçları kaos veya askeri darbe ile kapandı. Devrimin başladığı Tunus’ta Demokrasiye geçilebildi. Bunda da Gannuşi’nin baş rolü oynadığı bilinmektedir. Türkiye, 1950’den beri Askeri Vesayetin kontrolünde Demokrasiye geçmişti. Parlamenter sistem ile idare ediliyordu. 1980 Askeri Darbesi ile Cumhurbaşkanının yetkileri sisteme aykırı olarak arttırıldı. İki binlerin başında Muhafazkârların Cumhurbaşkanı seçme girişimine ordu ve seküler siyasetçiler müdahale etmeye kalkıştı; başarılı olamadılar, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. Muhafazakârlar da bu duruma misilleme olarak Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini referanduma götürdüler ve kazandılar. Sistem kendiliğinden “İki Başlı” hale geldi. Bu “Ucube” durumu çözmek için de, tekrar başa/parlamenter sisteme dönmek yerine, Cumhurbaşkanını yetkilerini iyice artıran “Başkanlık” sistemine geçmek için referanduma gidiyoruz. Yani Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşından sonra girdiği “Seçimle Gelen Krallık” dönemine biz yeni gidiyoruz. Muhafazakârlar, çoğunluklarına güvenerek hoşlarına giden kendilerinden birini yeni “Padişah/Sultan/Halife” seçmek istiyorlar. Böylece muhalefeti oluşturan (%40) seküler Kürtler(HDP/PKK), Muhafazakâr FETÖ, Seküler Türkler (CHP ve yarı-MHP) ve Aleviler yönetimden -ve de Devlet rantlarından- uzaklaştırılmış olacaklar. Bu, bana göre “riskli” bir yoldur. Yönetemeyen demokrasiye gidiyoruz. “Polis Devleti” olma niteliğimiz artacak: “Yakaladığınızda zorbaca yakalıyorsunuz” (Kur’an- 26/130)
Demokrasi teorisi, son hali ile Avrupa’da “Yönetişim”e evrilmiş durumda. Yani “sandık fetişizmi” Avrupa’da çoktan aşıldı. Bunun da sebebi, yukarda değindiğim gibi, insanların “onur duygusu”nun gelişmiş olmasıdır. Yani “çoğunluk” yönetiminden “çoğulcu” yönetime geçiş. İnsanlar, çoğunluğun (bizdeki adı ile “Milli İrade” miti)kararlarının baskısına veya mahkumiyetine katlanmak istemiyorlar. Kuvvetler Ayrılığı, Denge ve Fren sistemi, Sivil Toplumun yönetime katılması, yerinden yönetim, yerel demokrasi ve radikal demokrasi gibi bir sürü yönetim aparatı geliştirilmiş durumda. Kimlik, artık Avrupa’da devlet eliyle ideolojik-siyasi ajitasyon(propaganda-eğitim) ile değil; internet, kütüphane, çoğul medya, eğitim ve iletişim ile çoğul olarak oluşuyor.
Türkiye’de ise, “İslamcı” total (mutlak hakikat) bir ideolojiden/geçmişten gelerek kendini “Muhafazakâr Demokrat” olarak kodlayıp, buna uygun olarak da on sene iktidarda kalan Ak Partisi, bu yoldan 2010’lardan itibaren çıkarak “Tek adam”lığa doğru iyice yelken açmaya başladı. Partide liderden başka özgül ağırlığı olan ikinci bir şahıs yoktur, kalmadı; müsaade edilmiyor. Liderin Karizması, içeride ve dışarıda derin yarıklar yaratmaya başladı. Omurgalı duruş, dik duruş, kitlenin mücessem tini(Geist) olarak Reis, gururumuzu okşuyor belki; eyvallah. Ancak ben şahsen, -cesaretinden dolayı- tek kişinin aklına mahkûm olmak yerine, Avrupa’nın bin bir badireden geçerek geliştirdiği ve İslam’a da uygun olan(Şura) ortak akılla karar almayı, toplumun tümünü yönetime bir biçimde katmayı tercih ederim: “ ‘Geç geldi’ desinler; ‘geçmiş olsun’ demesinler.” “Acele işe Şeytan karışır.” Olaylara “vakıf” olmak ve “vukufiyet” kesbetmek(durmak-düşünmek), daima iyidir. Bir ülkenin kaderinin, bir kişinin kaderine bağlanması hiç bir halde istenir bir durum olamaz. Shakespeare’in “Hamlet” adlı Tiyatro eserinde bu bağlılık durumu şöyle tasvir edilir: “Bir kral ölürken tek başına ölmez; bu ölüm, bir girdap gibi çeker götürür ne varsa çevresinde. Koca bir çarktır o; en yüksek dağın tepesinde dönen. Binlerce eklenti-takıntı vardır bu çarkın büyük kollarında. Bu çark bir devrildi mi, o büyük ayrıntılar, o zavallı varlıklar da gürültüye gider. Kral “Ah!” çekti mi, bütün bir halk da çeker.” (W. Shakespeare. Hamlet. Çev: S. Eyüpoğlu. İst. 2016. 94). PKK ve FETÖ tarafından birer kez aldatılma, Suriye, İsrail ve Rusya politikalarında çekilen “Ah!”ları, biz de (80 milyon) beraber çekmedik mi?