Kültür Yaratamamanın Faturası: Her şey ‘politika’

1- Batı’nın Poetika-Politika Hikâyesi 

Akademisyen, kültürel çalışmalar uzmanı Besim Dellaloğlu,  “Poetika ve Politik (İst. 2020)” adlı eserinde Avrupa’nın ve Batı’nın “Ancien Regime”den yani Kilise/Katoliklikten (Ortaçağ/Karanlık) çıkarak modern seküler paradigmanın oluşum hikâyesini anlatır. Bu sürecin, bir “Uzun Devrim” olduğunu; poetik/kültürel olanın politik olanı öncelediğini vurgular.

Bu sürecin, gelenekten kalkarak onun yenilenmesi, evrilmesi, tekâmül ettirilmesi süreci olduğunu ortaya koyar. Adına Rönesans, Reform, Aydınlanma, Hümanizm, Sekülerleşme dediğimiz süreçlerin tümünün bu karakteri taşıdığını belirtir.  Bu süreçleri Kültür, medeniyet, matbaa, klasik, kanon, üniversite, edebiyat, sanat, kamusal alan, roman, ulusal alegori, gelenek, yerlilik, kültür savaşları, kültürel hegemonya, sosyoloji… gibi odak kavramları üzerinden yapar.

Yani “Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” dediğimiz politik ve “Endüstri Devrimi” veya “Kapitalizm” gibi ekonomik kategorilerin “kültürel kamusallık” gibi bir geçmişi vardır. Batı’da meydana gelen toplumsal değişmeyi metodolojik açıdan ele alan bu tasvir, zorunlu olarak Batı’nın Prometheuscu-Seküler, ilerlemeci, organizmacı-mekanik, doğacı/materyalist, hümanist… paradigmasını benimsemek anlamına gelmiyor. 

Dellaloğlu, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası (İst-2012)” adlı eserinde ise, Tanpınar’ın, eserlerinde Avrupa’nın veya Batı’nın yaptığını “devam ederek değişme, değişerek devam etme” şeklinde benimsediğini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, bu yaklaşımı, Tanpınar’a benzer şekilde “İmtidad”  kavramı ile eserlerinde ortaya koymuştur.

Dellaoğlu, Batıda oluşan kültürel kamusallığın Kanon-Klasik, Sanat-Edebiyat bölümünü Türkçede “Müfredat” oluşturma; Üniversite-Eğitim (Bildung) bölümünü ise “Maarif” olarak karşılamaktadır. Dellaloğluna göre, “Türk Devrimi”, Yahya Kemal ve Tanpınar’ın modernleşme yaklaşımlarını göz ardı ederek, kültürel ve politik olarak radikal bir “Kısa Devrim” yapmıştır.

Buna biz “Kısa-devre” de diyebiliriz. Dellaloğlu, Modern Türkiye’de seküler modernistlerin, genellikle her şeyi yenilemek/devirmek peşinde iken; muhafazakârların, genellikle her şeyi değiştirmeden/yenilemeden devam ettirmek (yerlilik-millilik) peşinde olduklarını söyler. Ana tezini özetlediğim bu konuyu Türkiye bağlamında biraz detaylandırmaya ve örneklendirmeye çalışacağım.

2 – Tarihsel Hikâyemiz 

16. yüzyılda Batı’da (1517) Luther, Wittenberg’deki Katolik kilisesinin kapısına meşhur 95 maddelik itirazlarını astığında “Teolojik Rönesans (Yenilenme-Tecdit)” ı başlatmış oluyordu. Bizde (Derviş Devlet Osmanlı) ise, medrese, skolastik bir tekrar ve taklit içinde iken; halkın dini muhayyilesi, canlı Tarikatların kontrolünde idi.

17. Yüzyılda (1651) Kadızâdeliler ile Sivasîler arasındaki kanlı çatışma, bunun bir kanıtıdır. Kâtip Çelebi’nin “Mizanu’l-Hak (çev: S. Uludağ. İst 2008)” adlı eserinde anlattığına göre, Ayasofya imamı Kadızade Mehmed Efendi ve Sultanahmet cami imamı Abdulmecid Sivasî’nin atışma yolu ile taraftarlarını birbirlerine karşı düşmanlaştırdıkları ve bir Cuma günü kanlı çatışmalara sebep olan ihtilaf konuları şunlardı:

Kabir azabı var mı yok mu, kabir ziyareti caiz mi değil mi, şefaat var mı yok mu, Hızır yaşıyor mu ölmüş mü, Kandil kutlamak ve mevlit okumak caiz mi değil mi, tütün ve kahve içmek haram mı değil mi, sema ve devran caiz mi değil mi, matamatik ve felsefe yapmak caiz mi, yasak mı? …. 

Hâsılı, Osmanlı, Teolojik tecdidini yapamadığı için, Batı’nın meydan okumalarına mukabelede bulunamadı. 18 ve 19. Yüzyılda başlayan “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” yani kültürel ve politik yenileşme çabaları, kültürel ve politik bedenin çökmesini durduramadı. “Üç Tarz-ı Siyaset (İslamcılık-Batıcılık ve Türkçülük)” tartışmaları, Jön Türklerin-İttihat ve Terakki Partisinin politik devrimi ve imparatorluğun tasfiyesi ile sonuçlandı. 

3 – Türkiye Cumhuriyetinde  Kültür ve Politika 

Cumhuriyet devrimi kültürel ve politik bir “Kısa Devrim” dir. Şeriat-Tarikat-Medrese (kültür) ve Hilafet-Saltanat (politika) ilga edilmiş; alfabe değiştirilmiştir. Sekülerlik ve Pozitivist bilim (üniversite), toplumun yeni Dünya görüşü ve kültürel kimliği olarak (müfredat ve maarif) benimsenmiştir. Bunların tümü, Batı’da olduğu gibi geleneğin organik-yaratıcı yenilenmesi (Kanon, Klasik, Rönesans, reform, Aydınlanma) yani “kültürel kamusallık” veya “Uzun Devrim” veya “Tecdit” yaratarak değil; politik bir “ Kısa Devrim (kısa-devre)” ile olmuştur. 

Bu sonuç, yani kültürel bir kamusallık yaratamamak Türkiye’de ideolojik-politik olarak seküler/laik- muhafazakâr/dindar; mezhebi olarak Sünni-Alevi; etnik olarak Türk-Kürt “pür-politik” kimlik fay hatlarını yarattı. Son elli yılda ise, “”takiyye” stratejisi ile “The Cemaat/Hizmet Hareketi” diye kültürel-politik bir “Paralel Yapı” oluşarak bir yönü ile politik “Vesayet Rejimi”ne; diğer yönü ile de politik ”İslamcı/Muhafazakâr” iktidara karşı “pür-politik-terörist” bir atraksiyona kalkıştı (15 Temmuz).  

Adetâ çelik çemberli (katı dogmatik) bu politik “Biz”ler, “Ufukların Kaynaşması” ve “Dalgaların Girişimi” şeklinde kültürel kamusallık veya islamî deyimle bir “tecdit” yaratamadığımız için; üzerinde uzlaşacağımız kültürel Kanonlar, Klasikler, Şiirler, Teolojik metinler, Sanat-Edebiyat ürünleri yaratamadığımız için; pür-politik söylem ve eylem, içerleyerek-uçuklayarak düşmanlık, hınç, kin ve nefretle PKK, DHKP-C ve FETÖ olarak “terör”e bile dönüşebilmektedir. Terör örgütlerinin hainliği veya onların dış güçler tarafından desteklenmesi, oluştukları ortamın kültürel-politik sorunlarını görmezlikten gelmeye itmemeli.  

Kendini çağdaş, Batılı, muasır-medeni, seküler-laik olarak görenler; karşıtlarını mürteci, cahil, yobaz-bağnaz, şeriatçı-hilafetçi… olarak nitelerken; kendilerini dindar/muhafazakâr, yerli, milli ve mukaddesatçı olarak görenler, karşıtlarını köksüz, yabancılaşmış, gavur kayırıcıları… olarak görmektedir. Her bir kimlik politikası, -kültürel kamusallık yaratılamadığı için- politikada “kişi kültü” yaratarak onun eteklerine tutunmaktadır. “İstiklal Marşı” ve “Yemen Türküsü” dışında ortak olarak toplumun/milyonların okuyabileceği manzumlarımız maalesef yoktur.

Batı, İncil’i herkesin okuyup anladığı “Kanon” yani değeri tescil edilmiş, kabul görmüş, gelenekselleşmiş kurallar, eserler haline getirebildiği halde; Bizde Kur’an, toplumun bir kesiminin ezberden okuyabildiği “kutsal” dır. Aynı şekilde, örneğin Safahat’ı, Mesnevi’yi, Nutuk’u kanon ve klasik haline getiremedik.  Fransızlar Rousseau’yu; Almanlar Goethe’yi; İngilizler Shakespeare’i, Ruslar Dostoyevski’yi, İranlılar Hafız’ı, Araplar Hadis’i… klasik veya kanon haline getirebilmişlerdir. Üniversite, toplumun tümü için –Dellaloğlu’nun kavramsallaştırması ile- milli “müfredat” ve “maarif/eğitim (Bildung)” oluşturmanın ocağı olarak düşünülmek yerine; ideolojik ve politik hegemonya kurmanın aparatları olarak algılanmaktadır. Hâsılı “Kültürel Hegemonya” (Gramsci) oluşturma yerine; hep “Politik Hâkimiyet” peşinde koşuyoruz. 

4 – Sonuç 

Bir ulus devlet sınırları içinde yaşayanların veya aynı gemide yolculuk yapmak zorunda kalanların yapması gereken, birincil insani/medeni faaliyet, merkezleri örtüşmese de ufukları birbiri ile kaynaşabilen veya dalgaları birbirine girişebilen farklılıkları barındıran kültürel kamusallıklar, “Bizler” yaratabilmektir. A. İzzet Begoviç’in dediği gibi: “Tevhit, aynı inancı paylaşan insanların birlikte yaşaması değil; farklı inançta olan insanların birlikte yaşayabilmeleridir.” Herkesi eşit haklara sahip “Vatandaş” lar olarak görebilmektir. Politik faaliyet ise, Carl Schmitt’in kavramsallaştırması ile “Dost-Düşman” kategorileri yaratmak değil; Badiou’nun dediği gibi nefreti denetim altına alabilmektir.

(A. Badiou, Aşka Övgü, çev: O. Türkay. İst. 2021. s 52). Şayet dost-düşman ayrımı yapacak isek de, bunu antropolojik kültür unsurları (din, mezhep, dil, etnik köken) üzerinden vatandaşlar için değil; adalet-zulüm üzerinden –gerektiğinde dış politikada- yapmaktır. Badiou, siyaset konusunda şöyle devam ediyor: “Nefret, kaçınılmaz olarak düşman sorunun tetiklediği bir tutkudur. Düşmanların var olduğu siyasette, ne şekilde olursa olsun örgütlenmenin rollerinden biri her türlü nefret etkisini denetim altına almak, hatta geçersiz kılmaktır. Siyasal düşman konusunda olabilecek en açık ve en sınırlı tanımı verebilmektir. Bu da, son derece entelektüel (ve de ahlaki. İG) bir sorundur.

Yoksa neredeyse bir önceki yüzyılın tümünde olduğu gibi, olabilecek en belirsiz ve en geniş tanımı vermek değildir.” (Badiou, a.g.e. S. 52). Bu konuda Kur’an şöyle der: “Allah, sizin ile ”düşman” olduğunuz insanlar arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).  Dolayısıyla, -kültür yaratma kapasitesizliğimizden geçtik- politik faaliyeti, sudan bahaneler ile insanlar arasında ebedi düşmanlıklar yaratmanın bir aparatına dönüştürmek, matah bir şey değildir.

Nietzsche’nin “Köle Ahlakı” dediği ve tarihsel olarak Yahudilerde teşhis ettiği şeyin itici gücü “hınç” ve düşmanlaştırma, “Günah Keçisi” yaratmadır. Yani maruz kalınan adaletsizliğin ve köleleştirilmenin, adalet arzusu değil de; “intikam” ahlakına yol açmasıdır. Filistinlilere yaptıklarında olduğu gibi. Kur’an, şöyle der: “Birilerine karşı içinizde beslediğiniz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin; İyilik ve takva üzerine yardımlaşın; günah işlemek ve düşmanlık üzerine değil. “ (5/2). Bana öyle geliyor ki M. Akif ve “Safahat”, bir kanon-klasik olma niteliğine haiz iken; N. Fazıl’ın “Büyük Doğu”su ve “Çile”, adlı eseri, muhafazakârların maruz kaldığı “Kısa Devrim”in yarattığı “öz vatanında parya”lığa karşı bir “hınç” ahlakını dile getirmiştir. Muhafazakârların “kültürel hegemonya” yaratamamalarını biraz buralarda aramak gerekir.