Karar Gazetesi Röportaj: Hasan Hanefi’nin Ardından (2. Bölüm)

Hanefi, bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı

İslam dünyasındaki yönetimlerde bugün şahit olduğumuz adaletsizliklere ve acziyete dair görüşleri neydi peki?

Bu onun projesinin üçüncü ayağı. Vaka, yani gerçeklik karşısındaki konumumuz için 8 ciltlik ‘Mısır’da Din ve Devrim’ adlı bir çalışması var. Onunla anılan ‘İslami sol’ düşüncesi işte bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bugünkü İslam dünyasının içinde bulunduğu gerçekliği göz önünde tutuyor. Mısır’da biliyorsunuz fakirlik çok fazla, gelir dağlımı çok dengesiz, tabii bu tablo genel olarak bütün İslam dünyasında mevcut. İslam dünyasındaki yönetimler büyük ölçüde ya tek parti ya aile ya da askeri diktatörlüklerinden oluşuyor. Hanefi ise demokrasiyi benimseyen biri ve İslami solun siyasi ayağını oluşturarak, ezilen, söz hakkı olmayan kitlelerin demokrasi yolu ile yönetime nasıl katılabileceklerinin yolunu arıyor.

BATILI FİLOZOFLARDAN ETKİLENMİŞ AMA KLASİK SÖYLEMİ TERKETMEMİŞTİR

Hanefi’yi araştırırken ilginç bir şey öğrendim. Malezya’daki takipçileri kendisini ‘karpuz’ lakabıyla anıyormuş. Neden?

Malezyalılar, Hanefi için ‘İslami dilini kullanıyor ama içeriğine modernitenin bütün kazanımlarını giydiriyor’ düşüncesiyle şüpheyle bakmış. Benim bu konudaki kanaatim şu, Hanefi’nin Batı’daki dört filozoftan Spinoza, Feuerbach, Husserl ve Lessing’den büyük ölçüde etkilenmiş bir isim. Bir panteist olan ve tanrı ile alemin bir olduğunu savunan Spinoza’nın kitabını Arapça’ya tercüme etmiş Hanefi. 1970’lerde yazdığı bir makalesi de var ayrıca, ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adında. Sait Yazıcıoğlu bunu Türkçeye aktardı ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nin dergisinde yayımlandı. Ben de Hanefi’yi bu makaleyle tanıdım. Makalede antropolijiyi esas alıyor, teolojiyi antropolojiye göre yorumluyor. Bunu yapan da esasında Feuerbach’tı, o teolojik dilin insanın kendine yabancılaşarak oluşturduğu bir dil olduğu tezini savunur. Hanefi onu izleyerek din dilini daha insani bir dile çevirmeye çalışıyor ama bunu geleneksel dili kullanarak yapıyor. Buna da imkan veren Husserl’dir, çünkü Hanefi bütün projesini Husserl’in fenomenolojik yöntemini benimseyerek oluşturuyor. Fenomelojinin özü ise şudur, kavramların veya sistemlerin bütün tarihini parantez içine alır, siz o içeriği yeniden kendi iradenizle doldurabilirsiniz. Dolayısıyla Hanefi bu yöntemleri benimsemekle birlikte, Allah, ahiret gibi bütün klasik söylemleri de kullanıyor ama dünyevi bir içerikte veriyor. ‘Allah aştır’ diyor mesela, ‘İhtiyacın neyse tanrı da odur’ demek istiyor. Bu dört ismin felsefesini benimsemiş olması Malezya’da Hanefi hakkında ‘Bu adam Allah, peygamber, din diyor ama bize Batı’nın felsefesini aktarmaya çalışıyor’ minvalinde bir şüphe doğurmuş.

Bizde Malezyalılar gibi bakmıyor muyuz böyle yenilikçi düşünürlere? Şundan soruyorum, ciltler dolusu çalışması var Hanefi’nin ancak bizde çok az çevirisi var. Yani bizim düşünce dünyamızda da böyle bir şüphe mi var Hanefi’ye karşı?

Tabii bizde de yenilik yoktur. Bizim entelektüeller arasında da Malezya’dakiler gibi bir şüphe var. Daha doğrusu aslında başta bende de vardı o şüphe. Hanefi bir cümlesinde ‘Sekülerler ne diyeceklerini biliyorlar fakat nasıl diyeceklerini bilmiyorlar. İslamcılar da nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlar’ diyor. Burada sekülerizme, modern dünyaya prim veriyor gibi görünüyor. Ben bunu daha sonra şöyle yorumladım. Kendisi Mısırlı, eski Orta Çağdaki İslam uygarlığının ihtişamını göz önünde tutuyor ancak bugünkü İslam dünyasının eğitim, sağlık, bilim alanlarındaki korkunç pasifliğini görüyor. Müslümanların Allah’a ve ayete yüklediği enerjiyi yeryüzüne boşaltmak, insana döndürmek istiyor, ahireti ise İslam toplumlarının geleceği olarak yorumluyor. Yani yeryüzünde cenneti nasıl kurarız sorusunun cevabını arıyor.

Bu arada vefatına kadar Kahire’de Felsefe bölümünde görev yapıyormuş, oradan emekli olmuş hatta. Bu bana ilginç geldi, El Ehzer’le tanıdığımız Mısır’ı geleneksel İslam düşüncesinin önemli merkezlerinden olarak biliriz. Hanefi bu ‘yenilikçi’ söylemlerine rağmen nasıl aforoz edilmemiş?

Çok doğru. Mesela Hanefi’nin öğrencisi olan Nasr Ebu Zeyd, yazdığı bir kitaptan dolayı Ezher uleması tarafından dinden çıktığına hükmedilip, hakkında fetva verildi. Zeyd de Hollanda’ya gitmek zorunda kaldı. Hanefi ise bu konuda, ‘Ebu Zeyd İsa gibiydi, açık söyledi ve çarmıha gerdiler. Ben Muhammed gibiyim, ben sözümü stratejiyle, siyaset yaparak konuşuyorum’ demişti. Hanefi eleştirisini yapıyordu ama yasalara veya mevcut egemen ‘sünni ortodoksi’ye ters şekilde söylemediği için ülkesinde kalabildi. O neyi, nasıl söyleyeceğini bilen biriydi yani.

Vefatının ardından Türkçede artık daha fazla Hanefi çevirisi görür müyüz sizce?

Şu anda Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel kapasitesi 2000’li yılların çok çok gerisinde. O yıllarda az çok İslam dünyasındaki Muhammed Arkon, Cabiri, Ebu Zeyd gibi isimler takip edilirdi. Çünkü muhafazakarlar o zaman muhalefetteydi, ve bu muhalefet hali ürettiriyordu. Ama 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş tedrici olarak İslami entelektüel düşünce kapasitesi dumura uğradı, yani iktidar her şeyi bozdu. Nietzsche ‘Tahakküm, güç tutkusu insanı aptallaştırır’ der, Türkiye’de de olan bu şu anda. Bu yüzden ben Hanefi’nin kitaplarının bu dönemde Türkçeye çevrileceğini düşünmüyorum.

TÜRKİYE’NİN LAİKLİK VE İSLAM SENTEZİNİ ÖNEMSİYORDU

Türkiye’de nasıl tanındı Hanefi? Şahsen tanıştığınız bir isim bildiğim kadarıyla, insan olarak nasıl biriydi?

Hanefi’yi Türkiye’ye tanıtan benim aslında. ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adlı bir makalesi bende büyük etki bırakmıştı. Gittim Mısır’da kendisini buldum, 1992’de Kahire’de derslerine devam ettim. Kendisiyle bir röportaj da yaptım ve 1992’de İslami Araştırmalar dergisinde yayımladım. Gelirken kitaplarını da yanımda getirdim ve Türkiye’de tanınmaya başladı. Sonra birkaç kez de davet ettik Türkiye’ye, İstanbul, Ankara’ya beş on kez geldi gitti. Mustafa Kemal’in devrimlerinden sonra sekülerizmle yani laiklikle İslam arasındaki sentezinden dolayı Türkiye’yi çok önemsiyordu. Erbakan’la görüşmek istedi mesela bir geldiğinde, ayarladık, iki saat kadar görüştüler. Görüşmeden döndüğünde “Dehşete düştüm. Erbakan bana bir saat İslamiyet’i anlattı” dedi. Laikler ne dediklerini biliyorlar, ne söyleyeceklerini bilmiyorlar, İslamcılar nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlara döndü iş. Türkiye’ye çok önem veriyordu, takip ediyordu. Eşi de burada yaşamayı seviyordu, geldiklerinde epey kalıyorlardı.

Şahsi düşünceniz nedir kendisi hakkında, insan olarak nasıl biriydi?

Hanefi’nin ömrü Mısır’da ihvan dilinin arkaik oluşu, sekülerlerin de totaliter oluşu üzerine geçti. O dilleri ıslah etme çabası üzerine yaşadı. Çok iyi, dürüst bir akademisyendi, Sorbonne’da eğitim almış, İngilizce, Fransızca biliyor, Batı ve İslam düşüncesine de hakim bir isim. Sadece lafızları yenileme değil muhtevayı da yenileme, İslam düşüncesine yepyeni bir çehre kazandırma çabasındaydı. Ben samimi olduğuna inanıyorum. Hanefi Hindistan’dan Mağrip’e bütün İslam dünyasının derdiyle dertlenen, üzülen, sevinen biriydi. Dini hamiyeti vardı ve bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı.