Yol, bir yerden bir başka yere gitmek için üzerinden, içinden yürünen yer demektir. Yola eklenen “doğru” sıfatı, iki yer arasındaki mesafeyi en kısa yerden, en kısa zamanda ve zahmetsizce gitmeyi temin etme anlamına gelir. Dinin “doğru yol” olmasına gelince, doğum ile ölüm arasında dünyada yaşayan reşid insanların yaşamın nihai anlamının neliği (tevhid-mead) ve nasıl yaşayacağına (adalet, salih amel, ahlâk) ilişkin sorularına verilmiş değişmez, doğru cevaplar olmasından dolayıdır. ed-Din’in veya ‘Dinullah’ın “Allah’ın Yolu” olarak ifade edilmesi ise, bu yolun Allah tarafından insanlara peygamberleri aracılığı ile defaatle gösterilmesi ve Onun tarafındankorunmuş olması ve değiştirilmeden devam ettirilmesinden dolayıdır.
Türkçe’deki “yol” kavramının taşıdığı mecazi anlamlar “din” için de geçerlidir. Türkçe sözlükte bazı anlamlar şöyledir: Gidiş çabukluğu, araç, çare, düzen, gereken durum,nizam, oluş, yapılış, gidiş, minval, uyulan sistem, usul, erek, uğur, maksat. Yol ile ilgili deyim ve atasözleri de aynı olumlu içeriğe sahiptir. Örneğin: “Yol bilen kervana katılmaz.” “Yolcu yolunda gerek.” “Yoldan giden yorulmaz.” Yola gelmek, çıkış yolu bulmak, yol göstermek, yol tutmak gerekir.
Binaenaleyh, dinsizlik “yolsuzluk”tur; dinden çıkmak “yoldan çıkmak”tır, yoldan sapmaktır, yolunu kaybetmektir. Dine inanmak, doğru yolu bulmaktır (hidayet); küfür ise yolunu kaybetmektir (dalâlet). Bu bağlamda sekülerizm bir yoldan çıkma, yoldan sapma, yolunu kaybetmedir. Modernitenin kültürel ve metafizik boyutu olarak sekülerizm, bir Alman atasözünde ifade edildiği gibi, çocuğunu yıkadığı leğendeki kirli suyu atarken çocuğu da suyla birlikte atmaktır. Gaflettir, inattır ve nihayet “haddini” bilmemektir ve haddi aşmaktır. “Hududullah” Fazlur Rahman’ın gösterdiği gibi, Allah’ın yolunun imanî ve ahlaki sınırlarıdır. Yoksa fıkıhta indirgendiği gibi şekli belli cezalar(hadler) değildir.
Aklı başında her reşid insan doğru yolu bulmak, orada kalmak ve ondan çıkmamakla mükelleftir. Tanrının her vahyi (kitabı) yani sözü yolunun tarihsel- toplumsal bir restorasyonudur. Bir toplumun yola çağrılışı ve yolda yürümesinin eğitimi ve öğretimidir. Şeriat (Vahiy-Kur’ân-söz) bir toplumun yola getirilişidir. Şeriat, ana yola giden tali (tarihi) yoldur (suya giden yol). Ana yol geniştir ve çiğnenmiştir: “Nuh’a öğütlediğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya öğütlediğimiz yolu Allah size din kıldı. Bu şudur: Dini yerleştirin ve onda ayrılığa düşmeyin”(42/Şura-13). Hz. Muhammed’in yolu, kaybolmuş ana/doğru yolun onun özel yürüyüşü ile bulunmasıdır: “Sonra seni de din hususunda (özel) bir şeriat sahibi kıldık” (45/Casiye-18). Sözün muhataplarının “sözden çıkma” hakları yoktur. Çünkü söz devam ediyor. Söz söyleme (vahiy) devam ederken sözü değiştirme yetkisi Tanrıya aittir: “Biz bir ayeti (sözü) neshedersek veya onu unutturursak daha iyisini veya benzerini getiririz” (2/Bakara-106). Mu’tezilî usulcülerin dediği gibi, sözün muhatapları sözle mükelleftirler, söze muhatap olmayanlar ise akıl ile mükelleftirler.
Yoldan çıkmak dinden çıkmaktır. İmandan çıkmaktır. Ahlâktan çıkmaktır. İbadeti terk etmektir. Sözden çıkmak ise, Tanrının ilk muhataplarına söylediği o topluma has siyaset, hukuk, ekonomi, adab-ı muaşaret vs. ile ilgili pozitif (somut) çözümlerden halin gereği olarak –Hz. Ömer’in yaptığı gibi– gerektiğinde çıkmaktır.
Kutsal sözden çıkma cesaretini gösteremeyen Sünnilik, peygamberin sözlerinden de çıkamadı (hadis). Peygamberin yaşayan sünnetini takip etme yerine, sözünden çıkamayınca Sahabenin sözünden de çıkamadı (icma). Son olarak da alimlerin sözünden (kıyas) çıkamadı. İçtihad kapısının kapanması (3.asır), bu otoriteler altında Müslüman bireyin boğazının sıkılması, azıcık çıkan sesinin kısılması ve söz söylemesinin yasaklanmasıdır. Tanrının sözünün bir kere ve bütün zamanlar için olduğu inancı giderek Tanrının her hakikati söylediği inancını doğurdu.
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra gerek Arap, gerekse diğer ırklardan İslâm’ı seçmiş olan müminlere düşen evrensel ve nihai sorumluluk, insanlara yeniden gösterilen bu ana yoldan çıkmamaktır. Yoksa “sözden çıkmamak” değil. Çünkü “sözden çıkmamak” reşid olmayan çocukların yapması gerekendir. Zira, çocuk sözün “niçin”ini bilemez. Hz. Ömer reşid ve râşid olduğu için söz bittikten sonra yoldan çıkmamak için içtihatlarında sözden çıktı. İçtihad(yorum) Tanrının yol göstermesinden (Kur’ân-söz) ilham almış reşid müminlerin Tanrı konuşmazken yolu doğru bir şekilde kendilerinin yürüme faaliyetidir. Oysa Sünni ortodoksinin kurduğu içtihad usulü (yorum metodolojisi) –ki bunun hiyerarşik sıralaması Kitap-Sünnet, İcma-Kıyas şeklindedir- Tanrının sözünden çıkmamayı dogmatik teolojik bir kural haline getirdi (Mevrid-i nasda ictihâda mesâğ yokdur). Ebu Hanife’nin “sözden çıkma” teşebbüsü (istihsan) Şâfi’î tarafından “telezzûz” ve “şarilik taslama” olarak yaftalandı ve boğuldu. Şafii sözden çıkmayı yoldan çıkma olarak lanse ederek yolu yürüme yerine yerinde saymayı ve sözü “tutmayı” yerleştirdi. Biz tarih boyunca hep söz “tuttuk” (Kale’llh… Kâle Resûlullâh….. Kâle….) dolayısıyla kendimiz gerektiği zaman sözümüzü gerektiği gibi söyleyemedik. Allah’ın sözü ve Hz. Muhammed’in sözü insanlara balık tutmayı öğretmeyi amaçlamıştı ve Hz. Ömer iyi balık tutuyordu. İmam Malik ve Ebu Hanife, Hz. Ömer kadar olmasa da balık tutmayı öğrenmişlerdir. Şafii gelerek balık tutmayı yasakladı ve Allah’ın ve Resulünün insanlara balık tutmayı öğretmek için attığı ilk ağlarda (Kur’an ve Sünnet) kalmış balıkları aramalarını (kıyas, istinbat, istihraç, istismaru’l-elfaz) öğütledi. Şafii şöyle demişti: Hakikat Allah’ın ve Resulünün dediğidir. Bundan geriye kalanlar Şeytanın vesveseleridir. Hz. Ömer ve Ebu Hanife ‘Müslüman’ idiler. Şafii ve Eş’ari ise “İslâmcı” idiler. Bu iki kavramdan birincisi “Şuur”a vurgu yaparken; ikincisi, “söz”e vurgu yapar.
Böylece Sünni ortodoksi, yaygın bir eğilimle olayları “tevil” edeceği yerde (aslına irca etme); sürekli nassları “tefsir etti (tefsir, fıkıh). Sorunları kendi çözeceği yerde, Kur’ân’a, Sünnete, icmaya ve kıyasa (Kur’an ve sünnetin mevhum derinine) çözdürmeye çalışıldı. Bu, Cabiri’nin dediği gibi aslın, nassın, ve lafzın sultasıdır (manevi otoritesi değil). Sözden çıkmamadır (lafızcılık, literalizm). Böylece İslâm medeniyeti “kitap medeniyeti” oldu. “Olgu medeniyeti” değil. Vicdanda yerini bulma kitapta yerini bulma ile yer değiştirdi.
Sözden çıkılmayan yerde, yorumun yaratıcı ileri atılımı olmadığı yerde sözün külli kavramları (sabit imgeleri) bilinçte ve davranışta tekerrür eder (inanç, akide, ittiba, alışkanlık, örf, adet, gelenek). Oysa, orada (dışarıda) dinsel mekan ve sembollerin dışında dinsel bir “şey” yoktur. Dışarıda toplum ve tabiat vardır. Dinsel hakikat, her defasında insanın ahlâki-kognitif kabiliyetiyle, kalbi ve aklıyla yaratacağı hakikat idrakleri ve tecrübeleridir(iman ve amel). Bu, hafızadaki tümel değerlerin (iman, adalet)her tekil ilişkide tekil gerçekleştirimidir. Sözden çıkmak, toplumsal ve siyasal yeni sorunları görüp bunlara yeni çözümler üretmek iken; söz tutmak, dogmanın güvenli ortamını ve onun yarattığı düşünsel rehaveti tercih etmektir.
Önemli olan Hz. Ömer gibi sözden çıkmaya cesaret etmektir. Sözden çıkma, içgüdüler tarafından motive edilmiş bir “haddi aşma” (istiğna, istikbar) değildir; tam tersine, bir “yol bakımı”dır. Sözden çıkmayı yoldan çıkmanın bahanesi yapanlar, iç güdüleri kışkırtılmış ve Şeytana uymuş azgınlardır. Sözden çıkmaya cesaret edenler ancak sözlerin maksatlarını anlayanlardır. Ancak onlar aynı sözü söyler veya yeni söz söyleyebilirler. Gerektiğinde sözden çıkmaya ancak yerin ve dağların üstlenmekten çekindikleri ‘emaneti (sorumluluğu)’ (33/Ahzab-72) üstlenen kişiler kalkışabilir. Nitekim, Fırat’ın üzerindeki köprüden geçerken ayağı köprüye sıkışan keçi yavrusunun sorumluluğunu duyabilen Ömer cesaret edebildi sözden çıkmaya, sözden çıkma adam işidir. Çocuk ruhlular, akîl bâliğ olmayanlar “hile-i şeriyye” yoluyla sözden çıkmak zorunda kalanlardır. Sözü dinleyenler, söze kulak verenler sözü anlayanların sözden çıkma hak ve sorumlulukları vardır. Sözü ezberleyenler ve söze taklitle inananlar sözden çıkamazlar, öyle bir yetki ve sorumlulukları da yoktur.
İnsanların çoğunun yoldan çıktığı (sekülerizm) bir tarihsel kesitte Müslümanları sözden çıkmaya davet etmek riskli sayılabilir. Ancak ben sözün buharlaştığı böylesine çorak bir ortamda sözün hayat verici nefhasını yeniden “dinlemeye”, onu anlamaya ve kendi sözümüzü söylemeye çağırıyorum. Sözden çıkmamakla yolda kalamadık. Filistin direniş şairlerinden Mahmut Derviş’in dediği gibi: “İhtemme ebûke binnusus. Fe dehale’l-lusus: ”Baban naslara ihtimam gösterince (sarılınca) hırsız içeriye girdi” Hulasa, sözü dinlemek, maksadını anlamak ve bu maksadı gerçekleştirmek için gerektiğinde sözden çıkma cesareti göstermek gerekir. İlk sözün ruhuna uygun kendi sorunlarımız hakkında kendi sözümüzü söylemenin ön şartı sözden çıkma cesaretini göstermektir.