TOPRAK/EMLAK VE “EMSAL” RANT FIKHININ-HUKUKUNUN SEFALETİ ÜZERİNE

1-Sorunun Kaynağı:

 İslam’da özel mülkiyet esastır. Mülkiyet, yeteneklerimizin bir uzantısından başka bir şey değildir. Beden, özgür irade, vicdan (ahlak kapasitesi) ve mülkiyet, denenmenin esası ve “emanet” olarak ilahi bağışlardır. Şeriatın maksatları canı (beden), malı (mülkiyet), özgürlüğü (onur), aklı (düşünme) ve din tercihini (“Dinde zorlama yoktur” 2/256) korumaktır. Meşru-helal kazanç yolları emek, üretim/icat, iş/hizmet, ticaret (alış-veriş), hibe ve mirastır. Vergi (zekât), zorunlu; infak, -günümüzde istihdam yaratmak gibi- gönüllü ibadet-ahlaki sorumluluklardır. Helal kazancın esprisi, hakkaniyet ve ötekine zarar vermemektir. Gayri meşru-haram kazanç yolları, para babalarının yoksullara verdiği tüketim kredisine uyguladıkları temerrüt (kat kat) faizi (Riba) olarak tefecilik, şans oyunları (kumar), gasp, hırsızlık ve kara borsa (tekelcilik)dır. Haram kazancın esprisi ise, tembellik, tesadüf, gasp/zorbalık ve spekülasyondur. “Mallarınızı aranızda haksız yollardan yemeyin” (2/188) tavsiyesi, genel bir ilke olarak bunu ifade eder. Kur’an, dönemin genel bir kabulü olan  “haklı savaş”ta elde edilen ve genelde menkul mallar olarak “ganimet/enfal”ı helal saymışken (8/1,41…); yoksulların, zenginlerden almak zorunda kaldıkları tüketim kredisi anlamındaki Riba (tefecilik)’yı haram saymıştır (2/275,278, 4/161). Meşru yollardan özel mülk edinmenin herhangi bir sınırı yoktur. Örneğin Karun, mülkiyetinin miktarından dolayı değil-hazinelerinin anahtarlarını birkaç kişi ancak taşıyabiliyordu-; zorunlu vergisini (zekât) vermediği ve gönüllü infak etmediği için eleştirilmiştir (28/76-79). İslam, Mekke gibi bir ticaret şehrinde tüccarların; Medine’de ise,  üretime dayalı tarım ve hayvancılık yapan bireylerin önderliğinde kurulmuş bir dindir. Pazar ve piyasa serbesttir: (“Deve, bir akçe; götür oğlum. Deve, bin akçe; getir oğlum.”). Tekelcilik, karaborsa (istifçilik) ve faizcilik haramdır. Arapların başka bir özelliği olan “çapulculuk” yapmaları, ganimet peşinde koşma ve fütuhat yapmada tarih boyu kendini sürdürmüştür.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra fethedilen topraklar, “Ganimet/Enfal” sayılarak, -gazilere özel mülk olarak dağıtılma yerine- , Hz. Ömer tarafından “zenginlik, belli ellerde toplanan bir kartel/tekel oluşturmasın” (8/41) gerekçesi ile “Devlet Malı” statüsüne dönüştürülerek eski sahiplerine “kira”ya verildi (Haraç). Özel mülkiyete önem veren Kur’an’ın genel ilkeleri açısından bakacak olursak, buna gerek yoktu. Bu, yanlış bir içtihattır. Durduk yerde, yani Müslümanları topraklarından çıkarmak üzere veya din yüzünden (müslüman oldukları için) onlara savaş açmamış toplumlara (60/8-9) salt “kâfir-müşrik” olduklarından dolayı sürekli savaş açmak veya onları sürekli “düşman” belleyerek (Daru’l-Harp) ülke-toprak “fehetme”nin ahlaki meşruiyetine (?) girmeden;  fethedilen ülkede özel mülkiyete dokunmadan, devlet, özel mülk sahiplerinden vergisini alabilirdi. Oysa yeni durumda “Devlet Mülkiyeti” Tanrı, Sultan ve Herkesin “sahipliği (temellükü)” dolayımı ile tarih boyu korkunç bir gasp-yağma ve istismar kaynağı olmuştur. Oysa Allah, şöyle demişti: “İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek hükümdarlara vermeyin.” (2/188).

Özel mülkiyet, özgürlüğün ön şartıdır. Özel mülkiyeti olmayanın özgürlüğü olmaz. Kendi mülkiyeti üzerinde –meşru yollardan- tasarrufta bulunmak, özel mülkiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. İslam toplumlarında “Kamu Hukuku”nun gelişmemesinin sebebi, devlet mülkiyetini esas alarak özel mülkiyetin sınırlandırılmasıdır. Siyasi irade (İrade-i Şahane), yani Halife veya Sultan, devlet malı üzerinde keyfine göre/serbestçe tasarruflarda bulunmuştur. Hayır görünümlü “vakfetme” ve “peşkeş çekme”, bu keyfiliğin ürünüdür. Siyasi iradenin (halife-sultan) şahsi kararlarının, kamusal alanda “hukuk” sayıldığı bir yapıda; “Hukuk”un anlamının, “örgütlenmiş adalet” olmaktan çıkarak bozulmasının, insanlık tarihi boyunca temel iki saiki olmuştur: “Ahmakça bir açgözlülük ve sahte bir hayırseverlik” ( Frederic Bastiat, Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S 17).

2-Ahlaki Yozlaşmanın “Kılıfı” olarak Yasa/Kanun (Hukuk)

19. Yüzyılda yaşamış ünlü klasik iktisatçılardan Fransız Frederic Bastiat, devlet müdahaleciliğinin yaygın olduğu bir ekonomik düzende çıkar gruplarının “rant kollama “ eğiliminin artacağını ve sonuçta bir “yasal soygun” sisteminin toplumda sistemleşeceğini söylemiştir. Böyle bir sistemde maalesef hukuk, bireylerin meşru hakları olan beden, özgür irade ve mülkiyet haklarının kolektif organizasyonu (Hukuk) olmaktan çıkıp; temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır (s. 16). İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve yaşar. Bunu yaparken, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç, mülkiyetin meşru kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek de yaşaması mümkündür. İşte yağma (rant, ganimet, gasp, hırsızlık, soygun…) budur. (s.17). Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu, çalışmaya tercih ettiren beşeri (içgüdüsel) eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, (genellikle) tek bir insan (Başkan-Sultan-Halife-Kral…İG) veya bir grubun (örneğin: Belediye meclisinin. İG) elindedir… İşte bu olgunun, insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan (içgüdüsel) ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimi ile bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığında, adaletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun kendisinin, sonunda nasıl adaletsizliğin yenilmez silahı haline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi tespit sayesinde hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü; özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay kavrayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine olup; elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır (s.18). Planlama, düzenleme, koruma ve teşvik bahanesiyle, siyasi irade, “yasal düzenleme” ile mülkiyeti birilerinden alarak başkasına geçirmekte; toplumun tümüne ait zenginliği –veya kamu arazilerini-İG- çiftçi, imalatçı, gemi sahibi, sanatçı, tiyatrocu (ve de cemaatçi, tarikatçı. İG) gibi az sayıda insana aktarmaktadır. Bu şartlarda her sınıfın, hukuku kendi hâkimiyetine alarak gasp etmekten başka ne düşüneceğini sanıyorsunuz? (s. 24) Kardeşlik ve gönüllülük kavramları (İman-İnfak-İG), bir birinden ayrılamazlar. Özgürlük, hukuken yok edilmediği ve adalet, ayaklar altına alınmadığı sürece, “kardeşliğin”, hukuken nasıl dayatılabileceğini anlamak mümkün değildir. (s.32).  Tesadüf ettiğiniz her hangi bir felsefe, politika, tarih ( ve de Fıkıh. İG) kitabını açıp bakınız. Klasik erdemlerin çoğu –ve de sosyalizmin anası olan- düşüncelerin, nedenli kökleşmiş olduğunu görürsünüz. Hepsinde işlenegelmiş olan temel fikir, beşeriyetin hayatı, organizasyonu, ahlakı ve refahı, devletin gücünden alan cansız bir hammadde yığını olduğudur. Daha vahimi, bu erdemlerde dejenerasyona mütemayil beşeriyeti kurtaracak tek gücün, kanun yapıcının sihirli ve gizemli eli olarak takdim edilmesidir. Yaygın klasik düşünce, toplumun kendi iradesinin (dışında ve) ardında her zaman –kerâmeti kendinden menkul. İG- “Hukuk” veya “Kanun Koyucu” denilen bir gücün var olduğu düşüncesini sistemli olarak telkin etmiştir. Başka bir terminoloji ile ifade edersek, tartışılmaz etki ve yetkiye sahip bazı isimsiz kişi veya kişilerin temsil ettiği bu güç, insanlığın hareketini sağlayan, denetleyen ve onu geliştiren vazgeçilmez bir güç olarak görülmüştür (s.42).

 Bastiat’ın, kitabında işaret ettiği, hukuk yolu ile veya “hukuk” adı altında siyasi iradeye özel mülkiyet üzerinde ekonomik tasarruf yetkisi vermenin doğurabileceği tehlikelerin bir kısmı, özetle böyledir. Merak edenler, -aynı zamanda bir Sosyalizm eleştirisi de olan- bu küçük hacimli kitabı okuyabilirler. Ben, Bastiat’ın görüşlerinin, Kur’an’ın özel mülkiyet görüşü ile paralel olduğu kanaatindeyim.

 Osmanlıda devlet arazilerinin padişahlarca istedikleri kişilere “Arpalık”; “Vakıf” adı altında, Tarikatlara ve şeyhlere de  “hayır” adına “peşkeş” çekilmesi, devletin güvenliği açısından ciddi sorunlar ve tehlikeler çıkarmıştır. Tarihçi Zekeriya Işık, “Devlet ve Tarikat” (İst.2017), “Tekkedeki İktidar” (İst.2017) ve “Şeyhler ve Şahlar” (İst.2017) adlı bilimsel araştırmalarında bu gerçeği, mufassal ve müdellel bir şekilde genişçe ortaya koymuştur. Işık, “Tarikat” örgütlenmesinin, siyasal iktidar açısından muhtemel tehlikelerini şöyle özetlemiştir: 1- Şeyhin tartışmasız dinî ve dünyevi bir lider (Gavs-Kutup-Mehdi…) olarak bütün saygınlıkları, hürmetleri ve coşkun bağlılık duygularını şahsında toplaması; başka bir deyişle, “ihvan” topluluğu için şeyhe “biat”ın, devlete/sultana olandan çok daha öncelikli ve güçlü olması. 2- Şeyhin, dünyadan elini eteğini çekmiş, mistik bir şahsiyet görüntüsü altında, ne zaman alevleneceği hiç belli olmayan cezbeli bir takım ilahî yetilerle donatıldığına inanılması. 3- Tarikat topluluğunun, toplumun diğer kesimlerinden daha güçlü bağlar ile bir birine kenetlenmiş olmaları ile toplumun tümünden politik olarak ayrılmış, bölünmüş olmaları. 4 – Tarikat ve devlet, aynı dinsel ideolojiye dayanmalarına rağmen; aralarında “teolojik” farklılıkların ortaya çıkması ile iç çatışma ihtimalinin belirmesi. (Fetö ve 15 Temmuz Darbe girişimi hatırlansın. İG). 5- Tarikat topluluğunun sayısının, nerede ve ne kadar olduklarının ve gelecekte neler yapabileceklerinin devlet tarafından tam anlamıyla kestirilememesi. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.102-107). Belli bir organize güce ulaşmış olan tarikatların ancak siyasi hamleler yapma potansiyeli taşıyabileceğini anlamak mümkündür. ”Güç Eşiği” kavramı ile kastedilen, bir tarikatın, bir devlet ve toplum içerisinde yatay ve dikey olarak eriştiği mürit ağı, bu bağların siyasi, askeri ve sosyal statülerinin yoğunlaştığı katmanları, tarikatın ulaştığı sosyal, ekonomik güç düzeyi, coğrafi olarak yayıldığı alan, taraftar ve sempatizan sayısı gibi durumlardır. Eğer bu veriler, istenilen düzeye ulaşmışsa, devlet idaresinden ve toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek tehditlere karşı konabileceği ya da tarikatın önüne çıkabilecek fırsatlara ulaşabileceği kanaati, bu tarikat merkezinde ve çevresinde oluşmakta; dolayısıyla “Güç Eşiği” aşılmış olup, her an siyasi bir isyana dönüşebilmektedir. (Babailer isyanı), Şeyh Bedrettin’in, Erdebil Tekkesi ve Kuleli Vakasının (Nakşilik)…hamleleri, bunun örnekleridir. (Z. Işık. Şeyhler ve Şahlar. S.109). Biz, bunlara 15 Temmuz Fetö darbe girişimini de ekleyelim.

3-Türkiye’de Emlak ve Emsal Rantiyeciliği

Osmanlının bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, Devlet arazisi ve vakıf mülkiyeti hayli fazla/büyük bir devlet olarak kurulmuştur. Özel mülkiyetin hayli zayıf olduğu bu yeni yapıda siyasi irade (Tek Parti), bir taraftan KİT’leri kurarken; bir taraftan da özel sektörü geliştirmek için yani kanun kılıfı ile –istediklerine- finansal kaynak (teşvik-sübvansiyon) ve arazi ve emlak transferleri yapmıştır. 1950 sonrası sağ-muhafazakâr iktidarlar da, bir taraftan sanayileşmeyi sürdürürken; diğer taraftan popülist kaygılarla bu devlet arazilerini kendi yandaşlarına vermeye devam etmişlerdir. İki binler sonrası Ak Parti iktidarında inşaat sektörü ağırlıklı ekonomi politikasında kamuya ait arazilerin taraftarlara (partili, tarikat, cemaat) devri ile (“Ne istediler de, vermedik?” sözü hatırlansın) emlak rantı devam ettiği gibi; bir de “Emsal (Kat Yüksekliği)” rantı yaratılmıştır. Siyasi İktidar (politikacılar, bürokratlar ve taraftarlar) merkezi yönetimde ve belediyelerde “Emsal” denen hukuki kılıf ile “havadan” para kazanılmaya başlanmıştır. Bir işadamının itirafı ile belediye meclisinden geçirilen “Emsal “artırımı kararı (hukuki kılıf) ile bir anda yüzlerce daire sahibi olunabilmektedir. Emsal kılıfı ile şehirlere yapılan şey, Tanrı’nın hibesi ve herkesin hakkı olan gökyüzünün, ufkun, sonsuzluk imgesinin, ışığın, güneşin, ayetlerin, rüzgârın, temiz havanın gök-delen/söken, gök-örten, gölge eden, ufuk karartan… binalar ile satılması ve şehre-halkına ihanet edilmesidir. Tipik bir “rant” mekanizması olan “TOKİ’ler ile yapılan, insanların ayağının yerden/topraktan, bahçeden kesilmesi; İslami ve insani bir formasyon olan, ve yüz yıllar boyunca geliştirilen iskân/mesken, ikâmetgâh yeri olan “Mahalle”nin yani komşuluğun (“Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”-“Komşusu aç olduğu halde, tok yatan bizden değildir.”), dayanışmanın, yardımın, sosyal kontrolün yok edilmesidir. “Gecekondu”, -mimari olarak kötü-, yoğun göç akınının-sökümünün yoksul/çaresiz, fakat hâlâ insani ve mahallenin devamı idi. TOKİ, 1930’ların Fransız taklidi olan “Apartman”ın  “Blok”, “Site”, “Rezidans” olarak daha da yabancılaşması ve sosyalliğin kaybıdır/katlidir. Mimar düşünür rahmetli Turgut Cansever, iki binlerin başında bu emlak rantiyeciliğini şöyle eleştirmişti: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunun en yaygın şekilde ahlaki değerlerinin dışına iten rüşveti, her türlü suiistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebebiyet vereceği aşikârdır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla bir arada yaşamaya mahkûm edildi. Sonra her yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp, bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini inşa ettikleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanlarını sizin tekzip etme imkânınız yok.” (Turgut Cansever. Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. S. 140)

Kur’an emek, üretim, ticaret, miras ve gönüllü bireysel hibeye dayanan özel mülkiyeti kabul etmiş; rant’a dayanan “Riba”yı yasaklamıştır. Hilafet ve Saltanat rejimleri “Fütuhat” ile elde edilen toprakları devlet mülküne dönüştürerek, istismara açık muazzam bir “Rant” kapısı açmışlardır. Bunun üzerine yaratılan “fıkıh” adaleti, özgürlüğü ve ahlakı yok eden ve yozlaşmayı doğuran bir “Hukuki kılıf” olmuştur. İmparatorluklar tarihi, böyle geçmiştir. Bugün de aynı durum devam etmektedir. Oysa elin gavuru (Batı-Avrupa), kamu rantları alanında kılı kırk yaran muazzam bir “Hukuk” geliştirmiştir. Bir ev sahibi olmak için devlet bankasından alınan kredinin faizini “Riba” sanan dünün “Hayız-Nifas Uleması” ve bugünün İlahiyatçıları, Emlak ve Emsal rantları, emek sömürüsü ve sendikal haklar söz konusu olunca, dut yemiş bülbüle dönmektedirler.

Leave a Comment