1-Türkiye’nin Başına Gelenler veya Evden Kaçmanın Hikâyesi
Sünniliğin ve Şiiliğin bin yılı aşkın bir süredir yenilenmeyip (tecdit), evrimleşmeyip taşlaşmış, mumyalaşmış, donmuş, katılaşmış, yer yer çürümüş, eskimiş, yıpranmış, dogmatik, anakronik, ortodox gövdeleri, artık kafası çalışan, meraklı, düşünen ve vicdanı diri olan yeni jenerasyonlara cazip gelmediği için, epey bir zamandan beri evden kaçmalar, evi terk etmeler artmaktadır: Sekülerleşme, Deizm, Agnostisizm, Ateizm… Bir zamanlar Marksizm, Sosyalizm/Komünizm ile evden kaçanlarda olduğu gibi. İlginç olanı da, bir dönem ömrünü bu dini-dogmatik yapıları savunmak için harcamış, okumuş-yazmış zevatın, ömürlerinin sonuna doğru yavaş yavaş veya birden “aydınlanıp”, dümeni kırıp Felsefeye, Bilime ve Sekülerizme ihtida etmeleridir. Son zamanlarda Türkiye’de sık sık böylesi figürler çoğalmaya başladı. Allahualem, yaşını başını almış olan, -Tanrı’ya olmasa da- Ahiret hayatına olan inançlarının zayıflaması veya onu kaybetmeleri ile bu zevat, ömr-ü ahirlerinde dünyadan muratlarını alma telaşına kapılıyorlardır. Çökmüş olan evden, yurttan yuvadan umudunu kesmiş olan bu “geç aydınlanmışlar”, bize felsefenin, us’un (Rasyonalite), bilimin, sekülerizmin, ödev ahlakının (Kant) faziletlerinden dem vuruyorlar. “Kestaneden çıkıp, kabuğuna tükürüyorlar.” Karşı karşıya olunan devasa “decadance”dan dolayı, bu özgüven kaybını ve savrulmaları, normal karşılamak gerekir belki de.
Merhum Mehmet Akif’in “Safahât” adlı manzum eserinde terennüm ettiği gibi, Osmanlının çökmesi ile çökmüş olan “Türk-Tasavvuf Sünniliği”nin; Cemaat-Tarikat-Siyaset ve şeyhler-şairler aracılığı ile 1950’lerden sonra Muhafazakârlık veya kod adı “Milli Görüş” olan İslamcılık nitelemesiyle parlatılıp tekrar topluma bir çıkış yolu olarak sunulmasına, yüzde elli seçmen kitlesi tarafından dahi artık itibar edilmemeye başlanmıştır. Gel ki, bu siyasi elitlerin, samimi olarak İslami bir “Davâ” mı güttükleri; yoksa 1980’lerden sonra Kapitalizme eklemlenen Türkiye’de giderek “Biraz da biz ölelim” modunda mı oldukları da, ayrı bir tartışma konusudur.
Bu düşünceyi 1970’lerden beri yeni nesillere empoze eden İmam-Hatip liseleri ve sayıları iki binlerden itibaren yüzü aşkın İlahiyat fakülteleri, çöküşün teolojik, tarihsel, politik nedenlerini anlama entelektüel kapasitesinden dahi yoksun oldukları için, topluma din konusunda yeni bir söz söylememekte ve yeni bir yön gösterememektedirler. Türk Üniversitelerinin Sosyal Bilim bölümleri de, dini düşünceye dışardan ciddi bir eleştiri yöneltme kapasitesinden yoksun olmuşlardır. Bunun sebebi, buraların, düşünce üreten veya araştırma yapan gerçek birer “Üniversite” veya “Akademi” olmaktan çok; büyük oranda sponsorluk yapan, nakilci-taklitçi birer “şube” olarak kalmış olmalarıdır.
Türkler, Maveraunnehir bölgesinde vaktiyle geliştirdikleri rasyonel teoloji (Hanefi-Matüridi) Anadolu’ya gelmediği için, Arapların (Kelam-Fıkıh-Felsefe) ve Perslerin (İşrak Felsefesi) geçmiş oldukları “Rasyonel Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçemeden, bunu skolastik olarak (Medrese) devralıp “Mitolojik/Menkıbevi” (Tasavvuf-Tarikat) aşamada kalmışlardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, bir tarihçinin nitelemesi ile bir “Derviş Devlet”tir.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı’nın “Aydınlanma” ile geçtiği Felsefi ve Bilimsel düşünme aşamasına devrimler aracılığıyla “uzun atlama (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”)” ile erişme teşebbüsü, kaba dogmatik bir “Pozitivizm” ile sonuçlandı. Zira toplum hayatında böylesine bir “uzun atlama”, müstehildir. Üstat N. Fazıl ve muakkibi şairler (S. Karakoç, İ. Özel, C. Zarifoğlu, E. Beyazıt…), bu kaba pozitivizme karşı “Mistik-Menkıbevi” Türk Sünniliği ile kavga ettiler. Bu yazıda kendisine “İhtida edilen” bu düşüncenin, dünya görüşünün Batıdaki gerçek doğası, genetiği ve buna yapılan bazı eleştirileri serdedeceğim.
2-Felsefi-Bilimsel Düşünmenin Başarısı
Kadim Yunanda parlayan Felsefe ve Sanat (Tiyatro-Heykel-Müzik), Roma’da (Helenistik dönem) Mimari ve Hukuk Olarak aktüelleşti. Miladi beşinci yüz yıl ile on dördüncü yüzyıl arasında Kilisenin (Katoliklik-Ortodoxluk) kontrolünde skolastik dogmatizm olarak kalan düşünce, Yunan Felsefesinin Arapça Üzerinden Latinceye çevrilmesi ile yavaş yavaş Yeniçağ Felsefesi, Rönesans, Aydınlanma, Reform, Bilim ve Teknoloji olarak tekrar dirildi. 17. Yüzyıldan itibaren başlayan Endüstri devrimi ile yükselen Burjuva sınıfı, Kapitalizmi-Emperyalizmi/Kolonyalizmi (sömürü-zenginlik) yarattı. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan siyasal çalkantılar, imparatorluk-krallık yapılarını yıkarak Ulus-Devlet (Milliyetçilik), Cumhuriyet, Demokrasi, Laiklik, Toplum Sözleşmesi, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti, İnsan Hakları… kavram ve kurumlarını intaç etti. Batı, uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları, sömürü (I. ve II. Dünya ) savaşlarından sonra, kendi iç barışını kurmayı başarabildi (ABD ve AB).
A.N. Whitehead, “Aklın İşlevi” adlı kitabında Batı’nın başarısının sırrını şöyle izah eder: “Yunanlıların dünyadaki ilerleme açısından asıl önemi, adeta inanılmaz bir sırrı, spekülatif Aklın kendisinin de düzenli bir yönteme tabi olduğunu keşfetmiş olmalarıdır. Spekülatif Aklın, belirli sınırların ötesine geçme işlevini ortadan kaldırmadan, onu anarşik karakterinden mahrum bırakmışlardır. Artık vahiy (esin) yerine spekülatif Akıldan söz ediyor olmamızın sebebi işte budur. Akıl, makul olanın düzenliliğine müracaat ederken, “spekülasyon”, tikel bir yöntemin aşkınlığını ifade eder. Yunanlıların sırrı, yöntemin aşkınlığında bile, nasıl yöntemle sınırlı kalınabileceğidir. Yunanlılar, kendi keşiflerini neredeyse hiç anlamamışlardır. Fakat bizler, onu iki bin yıl boyunca iş başında gözlemlemiş olmanın avantajına sahibiz… Yunanlılar, kelimenin en geniş anlamıyla mantığı icat etmişlerdir: keşfetme mantığını. Yüzyılların deneyimiyle nihayet tamamlanan Yunan mantığı, bir kanaat içeriğinin tabi tutulması gereken bir dizi kriter sunar. Bu kriterler şunlardır: 1- Sezgisel deneyimle uyumluluk, 2- Önerme içeriğinin açıklığı, 3- Mantıksal iç tutarlılık, 4- Mantıksal dış tutarlılık, 5- Mantıksal şema tutarlılığı olarak: a) büyük ölçüde deneyimle tutarlılık, b) deneyimle herhangi bir uyuşmazlığın olmayışı, c) kategoriyal mefhumları birbiriyle tutarlı, d) yöntem bilimsel sonuçlara haiz olmak.” (Whitehead, Aklın İşlevi. çev: S. Çalcı. İst. 2020. s, 47)
Whitehead, şöyle devam ediyor: “Matematiğin erken dönemlerini düşünün: milattan yaklaşık iki bin yıl önce Mısır’da birkaç teknolojik oyun. Muazzam bir uygarlıkta küçük bir unsurdu bu. Milattan yaklaşık beş yüz yıl önce, Yunanlılar, kuram aşkına bunu kuramsal olarak geliştirmeye başladı. Yunanlıların dehası, doğayı anlamak için matematiğin önemini açıkça sezmiş olmalarında görülüyordu. Soyut morfolojilerin gelişimini teşvik etme gerekliliği, on altıncı yüzyılın başlarında geometri biliminin durumuna bakılarak anlaşılabilir. Geometri, yaklaşık iki bin yıldır yapılıyordu. Çok ince ayrıntılarına kadar geliştirilmişti. Fakat ufak tefek istisnalar dışında, araştırmanın içsel değeri dışında bir meyve vermemişti. Ardından, -sanki bir kapı açılmış gibi-, yüzlercesi içinden ilkin Kepler, konik kesitlerin ilk önemli kullanımını keşfetmiş; Descartes ve Desargues, geometrinin yöntemlerinde devrim yapmış; Newton, Principia’sını yazmış ve uygarlığın modern dönemi başlamıştır.” (W., Aklın İşlevi, 52). Whitehead, genel olarak Doğu’yu şöyle eleştirir: “Asya uygarlığının parlak bir gelişme döneminden sonra girdiği göreli duraklama dönemi, merakın ürünü olan fikir sermayesini tüketmiş olmasından kaynaklanmıştır. Asya’nın, insanların zihinlerini enerjikleştiren ve rastlantısal deneyimlerine anlam vermek için hazır bekleyen geniş ölçekli soyut düşünce şemaları yoktu. Temaşada takılıp kaldı ve fikirler durağanlaştı. Yeniliği üreten anarşik merak, salt soyut fikirlerin temaşasında boğuldu (Şiir-Mistisizm- İG). Spekülasyon, Aklı terk etti. (Örneğin), Milyonlarca insan, ağaçlardan düşen elmalar görmüş; ama matematiksel bir dinamik ilişkiler şemasını zihninde oluşturan, (Batılı) Newton olmuştu…” (s, 51)
3-İslam’ın Başına Gelenler
İslam toplumları, miladi sekizinci yüzyıldan itibaren, yayıldıkları coğrafyada karşılaştıkları Felsefi-Bilimsel düşünce eserlerini, -merak ederek- Arapçaya çevirmiş; bunlarla bir müddet (12. yüzyıla kadar) uğraşmış; hatta bazı alanlarda bu düşünce gövdelerine ciddi katkılarda bulunmuş; daha sonra da, skolastisizme (medrese) yuvarlanarak Asya’da (Doğu’da) kalmıştır. Batı, felsefe ve bilim tarihi yazıcılığında Müslümanların bu katkısını uzun süre görmezlikten gelmiştir. Tâ ki, Türk bilim tarihçisi merhum Fuat Sezgin, bu gerçeği çalışmaları ile ortaya koyuncaya kadar.
Teolojik düşüncede ise, İslam’ın erken döneminde oluşan ve adına “Rey Ehli” denilen ve omurgasını Mutezile ve Hanefiliğin oluşturduğu düşünce; doğada nedenselliği, insanın özgür iradesini ve ahlakta/dinde vicdanı da bir bilgi kaynağı olarak kabul ederek Abbasilerin orta dönemine kadar etkin olmuş; fakat Mütevekkilin ihtilalinden sonra Hanbelilik-Şafiilik ve Eş’arilikten oluşan “Gelenekselci/Selefi-Sünni” düşünce egemenliğine yerini bırakmıştır. Bu düşünme tarzı/teoloji, doğada nedenselliği (atomculuk/adetullah), insanın özgür iradesini (kadercilik) ve ahlakta –temel kaynakların (Kur’an-Hadis) yanında- vicdanı/aklı/düşünmeyi bilgi kaynağı olarak reddetmiştir. Dokuzuncu yüzyıldan itibaren gelişen, bedeni/biyolojiyi ve dünyayı lanetleyip ruhu yücelten (zühd-riyazat), akıl yerine sezgiyi/ilhamı (Batın) kutsayan “Tasavvuf” da Sünniliğe eklemlenerek (Gazzali/İhyâü Ulûmi’d-din) Sünni ortodoksi, 12. yüzyıldan itibaren içtihat kapısını –büyük ölçüde- kapatarak, Selçuklulardan itibaren Osmanlı’nın çöküşüne kadar Tarikatlar ve Medreseler yolu ile devletin resmi ideolojisi olmuştur. Bu tarihlerden itibaren düşünce, büyük oranda fiziki ve toplumsal dış dünyadan bağlarını kopararak; doğadaki morfolojileri ve toplumsal formasyonları kavramayı-kavramlaştırmayı terk ederek; kitaplar-satırlar arasında geviş getiren/cepten yiyen (haşiye-şerh-zeyl-hamiş-telhis) metafizik, mantık ve teoloji/teosofi olarak kalmıştır. Bu tarihlerden sonra, tek tük -İbn Haldun gibi- orijinal düşünürler çıkmış olsa da, genel gidişatı etkileyememişlerdir.