23.6.2016
Allah’ın yeryüzüne vurmuş gölgesi, İslam tarihinde siyasi erki/devlet erkini tek başına kullanan halife, sultan, padişahlar için kullanılmış bir sıfattır. İslam toplumları, Allah’ın gölgesi olmaya layık olan kurumun siyaset; kişinin de halife, sultan olmasına karar vermiştir. Kur’an’da “Devlet” kavram olarak zenginlik ve güç demek olarak(59/7) siyasete daha yakın olsa da; kurum olarak devlet, insanların arasında zulmü engellemeyi ve adaleti kaim kılan bir aygıttır. Halifenin Allah’ın “gölgesi” olmaya layık görülmesinin sebebi budur. Genelde İktisat ve siyaset refah için; hak ve adalet onur ve sürur içindir. Meşhur bir özdeyişte söylendiği gibi: “Tanrı, insanın elinin dolu olup olmadığına bakmaz; Tanrı, insanın elinin temiz olup olmadığına bakar.” Siyaset, elin güçlü-zayıf olmasını; iktisat, elin dolu veya boş olması mevzusunu; hukuk ise, elin temiz olup olmaması mevzusunu imler. Bu bağlamda din, çoğuna göre iktisat ve siyasetten ziyade hukuka daha yakın olarak addedilir. Oysa bu görüş yanlıştır; zulmün en fazla işlenme ihtimali olan alanlar, -örneğin konumuzda siyaset ve iktisat- dine(adalet-merhamet) daha yakın olmalı. Çünkü dinin en temel amaçlarından biri, insanların -ister devlet, isterse mal gücü ile olsun- birbirlerine yaptıkları zulmü önlemektir. Adalet idesi, herkes için/ortak/objektif menfaat(maslahat) idesi/ideali/ülküsü peşinde iken; genellikle siyaset ve iktisat kategorileri, devlet ve halk bağlamında zümresel/kişisel/sübjektif çıkar peşindedirler. İslamiyet, siyaset ve iktisat süreçlerini de “hukuk” süreci gibi adaletin/hakkaniyetin kontrolünde tutma davasıdır. Siyaset, -faturası kallavi sevap ve günahların işlenebildiği alanda- adalet ve merhametin maksimum düzeyde kısa süreli(dinamik) kararlarla icrası olarak dindir: “Allah, kamusal işler olan “emanet”leri, (siyasi ve bürokratik ekip olarak) ehline/liyakatliye/uzmana/ustaya/dürüste/hak edene vermenizi; insanlar arasında hükmettiğinizde adalet ile hükmetmenizi ister.”(4/58). Örneğin, birbiri ile savaşan iki Müslüman toplumun arasının düzeltilmesi ve savaşa son verilmesi, “adalet” olarak dindir(49/9). Kral Davut’a yapılan çağrı şöyledir: “Biz seni yeryüzünde halife/Kral yaptık; insanlar arasında hakkaniyetle(adaletle) hükmet…”(38/26). Hz. Muhammed’e yapılan: “Deki: Rabbim adaletle hükmetmemi istedi.”(7/29)buyruğu, -siyaset dâhil- hayatın bütün alanlarını kapsayan umumi bir ilkedir. Her alanı kapsayan “Hududullah/Hukukullah” kavramı, bunu ifade eder. Tanrı, Kutsal kitaplarda hüküm verirken adalet ve merhametle hüküm vermiştir. Kutsal kitapların, müminler tarafından “otorite”leştirilmelerinin nedeni, bu güvendir. Daha sonraları, bu sözlerin literal/lafzi olarak mutlaklaştırılması/dondurulması/mumyalanması yerine, dinamik olarak “adalet” idesinin peşinde olmak, maslahata daha uygundur. Söylenen ilahi sözleri “dinlemek” bir erdem olduğu gibi; o sözler gibi daima “yeni söz söylemek” de, en az birincisi kadar dini-ahlaki bir sorumluluk ve fazilettir.
Politik sürecin ihtiras, iktisadi sürecin iştahtan hali/ari(boş) olmayacağını göz önünde tutarsak; bu iki süreci denetleyecek/kontrol edecek ve yeryüzünde Tanrılık “rolüne” haiz diyebileceğimiz bağımsız bir yargı/hukuk/mahkeme(adil hakem/hâkim) kategorisinin oluşturulması elzemdir. Herkesin saygısını, verdiği hükümler ile kazanmış(ilmi ile amil), herkese lazım olabilecek böyle bir bağımsız hukuk kurumu oluşturmak(“Şeriatın kestiği parmak, acımaz.”), İslam’ın amacı olduğu gibi; medeni olan bütün insanlığın da hedefi ve amacıdır. Yapılan bir istatistiğe göre son yıllarda Türk hâkimlerinin verdiği her yüz karardan 62 sinin değiştirilip/düzeltildiği olgusu/haberi, hukuka bakan insanlarımızın ehliyet/liyakat ve vicdan kapasitelerinin halini ortaya koyar. Bu durum, siyaset ve İktisat kategorilerinde içgüdünün % 100 olduğunu ima eder. Kamusal alanda(yasama, yürütme ve yargı) görev alacak siyasi ve bürokratik zevatın görev, yetki ve sorumluluklarının hakkaniyete uygun bir şekilde kesin, net ve açıkça hükme/yasaya bağlanması ve denetlenmesi, Tanrılığın/Rahmaniyetin(adalet/hukuk) tecellisidir. Bu sorumlulukları vicdana/kişiye/subjektifliğe bırakmak, su-i istimale sebebiyet verebilir. Genellikle, Batı ile Doğu arasında siyasete yaklaşımdaki fark budur: “Gemi-Kaptan ilişkisi” ve “Çoban-Sürü ilişkisi”.
Siyasi iradenin/devletin Allah’ın Rahman sıfatının tecellisi olarak yeryüzünde onun gölgesi olması doğru bir fikirdir. Ancak sorun, bunun “kişisel” mi yoksa “kurumsal” mı olacağıdır. Ortaçağlar boyu bu “kişisel” olarak algılanmıştır. Oysa İslam’a uygun olan bunun devletin çeşitli organlarında kurumsal olarak yansımasıdır. Yasama, Yürütme ve Yargı, devletin ana unsurları ise; Tanrılık(Rahmananiyet) bu kurumlarda özü itibari ile “adalet” olarak tecelli edecektir. “Makasidu’ş-şeria(can, mal, namus, akıl sağlığının korunması ve din özgürlüğü)” ile devletin vazifeleri aynıdır. İktisat, siyaset ve hukuk devletin değişik etkinlik alanları ise; Rahmaniyet, buralarda yine adalet olarak tecelli edecektir. Tanrının bütün bu alanlarda “tecellisi/gölgesi” iki şekilde olabilir: 1-Adil kurallardan oluşan sağlam kurumlar/kurullar oluşturmak. 2-Bu kurumları/kurulları ehliyet/liyakat ile işleten adil/insaflı insanların olması: “Ey iman edenler, adaleti icra edecek güçlü kurumlar kurucu olun(kûnû kavvamine lilkıst); ta ki kendiniz, anne-babanız, akrabanız, zengin-fakir ayrımı yapmayasınız.”(4/135) “Allah’ın halifesi” olma kavramının anlamı da bu olsa gerek. Rahmaniyetin(adalet/insaf) ve Rahimiyyetin(merhamet) tecellisi olmayan her türlü dini iddia, tavır ve tutum, özünde dinsizliktir. Bu kişiler, icraatlarını “Allah’ın adına” yapsalar bile. Haricilerin, “Allah adına” giriştikleri politik eylem, cehalet ile birleşince doğurduğu korkunç şiddet ortada olduğu gibi; Muaviye’nin Hz. Ali ile yaptığı savaşta yine “Allah adına” ‘Kur’an, aramızda hakem olsun’ önerisinin motivasyonunun din istismarı(kandırmaca) olduğu ortadadır.
Sadece “adalet”in peşinde olmak, “İslamî”lik için yeterlidir. Bunu yaptıklarında “niyetlerine(iman) göre” Allah’ın “gölgesi” veya Rahman sıfatının “tecellisi” olurlar –veya olmazlar. Bu kurumların sağlam çalışıp-çalışmadıklarının ölçülmesi, şeffaf olarak denetlenmeleri, teftiş edilmeleri ve suçluların behemahal cezalandırılması ile olur. Hukukun/adaletin somut kurallarının dışında dini-siyasi veya sihri/ırki “biz” oluşturulması, felaketin/dinsizliğin/ahlaksızlığın başlangıcıdır: “Allah için hakkı ayakta tutun ve adaletle şahitlik yapanlardan olun. Bir topluma karşı olan düşmanlığınız, sizi zulme sevk etmesin…”(5/8). “Ümmilere(Kitap ehlinden/Yahudi olmayana) karşı her şey mubahtır” diyerek, aldıkları borç paraları vermeyen Yahudilerin “dinsel kimlik” üzerinden kurdukları “Biz” kategorisi, gayri meşru ilan edilirken; yine Yahudiolduğu halde borcuna sadık olanlar, İslami “Biz” kategorisinde görülmüştür(3/75). Bu gün de “Muhafazakârlık” veya “Partililik” kimliklerinin bu(ahlak) açıdan ciddiyetle kontrol edilmesi gerekir. İktidar ile muhalefetin birbirlerini hangi açılardan/hangi kriterlere göre “Biz”, hangi kriterlere göre “öteki”leştirdikleri manidardır.
Fravun, devlette “Şeytanlığın”ın tecellisidir. Şeytanlık, bir “kişilik” olmaktan çok, hayatın/dünyanın anlamı üzerine kâfirlerin oluşturduğu vehim, zan, kuruntu ve gurur(istiğna)un “metafizik/felsefi fikir” iddiasıdır. Şeytanın tecellisinin açılımı, devletin müstağni, mütekebbir, zalim kişiler tarafından keyfi olarak kullanılması demektir(tağut). Yani insanlar arasında ayrımcılık yapılması; idarecilerin/iktidarın, “taraftar” olmayanları ezmesidir. İktisadi hayatın “Karun” gibilerin eline geçmesidir. Yani haksız kanallar ile sınırsız zenginleşme, sömürü ve zulüm demektir.
Hud peygamber, kavmini şu eylemleri yapmakla eleştirmişti: “Her tepeye cehalet eseri anıtlar, gösterişli tapınaklar mı yükseltiyor; sonsuza kadar yaşayacakmışsınız gibi, gökdelenler, sapasağlam malikâneler/saraylar inşa ediyor; yakaladığınızda veya yönettiğinizde(badaştum) zorbalık yaparak mı bunu yapıyorsunuz?”(26/128-130). Bu uyarıların, insanın aklına Çamlıca tepesine cami yapmayı; İstanbul’u gökdelenler ile doldurmayı veya –modası geçtiği halde- Beştepe’ye Saray yapmayı; Gezi ve benzeri olaylarında polisin sert tutumunu hatırlatmadığını söylemek yalan olur.
Bu istiğna-istikbar durumunu, Hegel, ahlaki bağlamda objektiflik/hukuktan kaçma, yani sübjektiflikolarak şöyle tasvir eder: “Öyleyse sübjektifliğin bu en yüksek şekli şu demektir: Objektif ahlaklılık prensiplerini şeksiz şüphesiz bilmek, ama bunların ciddiyetini gereğince kavrayacak, bunları eylemlerine temel yapacak kadar nefsini unutmayı, nefsinden vaz geçmeyi göze alamamak; hem bu prensipler ile ilişkiyi kesmemek, hem de kendini onlardan uzak tutmak ve kendini şunu ya da bunu isteyen, şuna ya da buna karar veren, ama başka türlü istemek ve karar vermek gücünü de elinde bulunduran bir merci olarak görmek. Yani siz bir kanunu, “kendiliğinde ve kendisi-için” mevcut olarak bilfiil ve dürüstçe kabul ediyorsunuz; ben de aynı şeyi yapıyorum; ama sizden daha ileriye giderek kanunun ötesine geçiyorum. Burada ön planda olan şey, “şey”in kendisi değil; ben’im; kanunun da, şeyin de mutlak hâkimi benim; her ikisi ile de keyfimce oynayabilirim. En yüksek şeyin içine attığım bu ironik bilinç hali içinde ben, artık kendi kendimle düşüncede keyif sürmekten başka bir şey yapmıyorum demektir. Subjektifliğin bu türlüsü, sadece hakkın, vazifenin ve kanunların(ve aynı zamanda kötülüğün ve de hatta bizzat evrensel kötülüğün) her türlü ahlaki muhtevasını boşaltmakla kalmaz; buna bir de subjektif boşluk formu katar. Ki, bu da, nefsin kendi kendisini muhtevasız boşluk olarak bilmesi ve bu bilgi içinde kendisini mutlak saymasıdır… Nefsin kendi kendisine sunduğu bu mutlaklık, nereye kadar onun –yalnızlığı içinde- kendi kendisine tapması olarak kalır? Yani nefis, hangi noktadan itibaren bu yalnızlıktan çıkarak bir çeşit topluluk bağını ve cevherini karşılıklı iyi bilince ve iyi niyete dayalı güvende; bu saflık ve temizliğin verdiği hazda; ve de, bilhassa, kendi kendini bilmenin, kendi kendini ifade etmenin ve bu tecrübeyi sürdürüp geliştirmenin sağladığı mutlulukta bulan bir topluluk kurmaya gider…?”(1)
1-Hegel,G.W.F. Hukuk Felsefesinin Prensipleri. Çev: Cenap Karakaya.İst. 2015. 161-162.