14.7.2015
Ümmet kelimesi, Kur’an’da ıstılahi bir “kavram” olmaksızın, Kur’an lügatı yazarı R. İsfahani’nin belirttiğine göre “herhangi bir zamanda veya mekânda herhangi bir maksatla -örneğin din gibi- bir araya gelmiş “topluluk-toplum” anlamında kullanılır.(R. İsfahani, Müfredat, İst., 1986., s. 27) “Müslümanlar” da, Hz. Muhammed’in etrafında toplanarak, cinsiyet ve kabile ayrımı yapmaksızın “yeni” bir iman kardeşleri “ümmeti” oluşturmuşlardır. Daha sonra bu topluma evrensel bir “misyon” biçilmiştir: ”Sizden insanları hayra çağıran ve kötülüklerden alıkoyan bir ümmet/toplum oluşsun.”(3/104), “Siz, insanları iyiliğe çağıran ve kötülüklerden alıkoyan orta/mutedil bir ümmet/toplumsunuz.”(3/110). Bu toplum, bir yerde/yurtta yerleştiği zaman, silme/saf/pür aynı tarzda inanmış müminlerden oluşmuş bir toplum mu olacak? Yoksa başka ırktan ve dinden de insanların olabileceği birlikte yaşamanın raconu nedir? Hz. Muhammed, Medine’ye yerleşirken orada bulunan gayri müslim insanlar ile adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı bir toplum sözleşmesi kurdu. Bu birlikteliği nitelemek için de “ümmet” kavramını kullandı: “Benu Afv Yahudileri, müminler ile birlikte bir “ümmet” oluştururlar. Ancak, Yahudilerin dinleri kendilerine; müminlerin dinleri de kendilerinedir. Bu hükme hem kendileri, hem de bağlıları(mevlaları) dâhildir.”(M. Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev: M. Yazgan, İst., 2012, s. 174)
Anlaşmalar çerçevesinde Allah, “Müslümanları yurtlarından çıkarmamış ve dini inancından dolayı kendine düşman olmamış insanlara adil davranmayı ve onlara iyilik etmeyi yasaklamaz”(60/9). Aynı yurtta birlikte ve bir toplum olarak(ümmet) yaşamanın raconu işte budur. Dikkat edilirse “Müslüman” toplum oluşun temel kriteri “iman kardeşliği” iken; bir yerde/yurtta, yani İslam’ın ilk örnekliğinde, Medine Ovası’nda/yurdunda(ülke/memleket/devlet) birlikte yaşamanın kuralı, mütekabiliyet ve hakkaniyet esasına dayanan eşitlik-adalet ve özgürlüktür. Yani hukuktur. Nitekim daha sonra Yahudiler ve Müşrikler bu anlaşmayı bozmuşlardır. Başka birlikte yaşama ve toplum oluşturma kriterleri de mevcuttur. Örneğin, çıkar birlikteliği(ABD, AB), ırk ve dil birlikteliği(ulus devletler-milliyetçilik), din birlikteliği(İsrail, İran, Vatikan).
İslam imparatorlukları, gayri müslimlerin temel haklarını kabul etmiş olmalarına rağmen; onların Müslümanlar ile “eşit=insan=yurttaş” onuruna sahip olduklarını kabul etmemişlerdir. Allah indindeki “mümin-kâfir” yani değerli-değersiz ayırımını buraya yansıtmışlardır(zımmilik statüsü). Hâlbuki Allah böyle bir şey emretmediği gibi; peygamber de böyle bir uygulama ortaya koymadı. Bunun sebebi, Müslümanlar ile savaşta yenilen müşriklerin savaş tazminatı olarak ödemeleri emredilen “cizye” cezasının(9/29) yanlış yorumu olsa gerektir. Cizye, İslam Devletlerinde gayri müslimlerden alınan “Baş vergisi”, yani askere alınmamalarının gereği olan bir vergidir. Bu uygulamadan, vatandaşlar arasında -inanç farklılığından dolayı- onursal bir eşitsizlik durumu yaratmak tamamen yanlıştır. Dolayısıyla politik anlamda “İslam ümmetçiliği”, salt inananlardan oluşan saf-üstün bir toplum değil; adaleti gerçekleştirmek için ahlaki/dini/islami ilkelere sözleşme ile bağlı toplum demektir. İslam ümmetçiliği ırk, dil, din, çıkara dayanan rölativist/cemaatçi, post modern indirim kampanyalarına/arzu-içgüdü fetişizmine karşı püriten/muttaki evrensel, ahlaki militanlıktır.
Tarihteki bu uzun süren uygulama, bugünün Radikal-Siyasal İslamcılarında da görünüyor. Başta IŞİD olmak üzere, İhvan-ı Müslimin’in teorisyenleri de dâhil olmak üzere, “İslam Devleti” deyince akıllarına Müslümanların onursal olarak birinci sınıf, gayri müslimlerin/gâvurların da ikinci sınıf olduğu veya gayri müslimlerin önemli görevlere getirilmediği/getirilmemesi gerektiği bir siyasal yapı/Hilafet tahayyül ediyorlar. Oysa İslam imparatorluklarının ekserisinde gayri müslimlerin -ahlak kriterine göre- önemli görevlere getirildiği bilinmektedir. İslamcılarda siyasal anlamda “Ulus-Devlet”lerin sınırları meşru görülmediği için, “İslam ümmeti”nin sınırları, Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalardaki iman kardeşlerini kapsıyor; ancak, kendi sınırları içinde olan ve hatta aynı dili konuşan insanları kapsamayabiliyor. Örneğin Arakan’daki Hindu Müslüman, ümmetin bir üyesi iken -ki doğrudur-, Anadolu’daki bir Türkmen Alevi, inancından dolayı ümmetin parçası olamıyor -ki yanlıştır-.
Türkiye Cumhuriyeti, tipik bir ulus devlet olarak milliyetçilik üzerine kuruldu. Önce Anadolu gayri müslimlerden İttihat ve Terakki Partisi’nin elleri ile temizlendi; daha sonra da, Balkanlardan ve Kafkaslardan göç eden “Müslüman” ahali ile Türkçe ve “Türklük” üzerinden bir ulus devlet inşa edildi. Etnik olarak gayri Türk birçok insan Türkleştirildi.
Türkiye’nin ahalisi, kahir ekseriyet olarak Müslüman olsa da, etnik farklılıklar ve dinsel farklılıklar var. Ak Parti siyasal İslamcı olarak, “ümmetçi” olduğu için, doğal olarak “Biz” dediği zaman, Türkiye’nin sınırların aşan ve inanç kardeşliği olarak Müslüman olan her coğrafyaya ulaşabiliyor(Arakan, Filistin, Bosna…). Aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içindeki etnik farklılıkları da kapsadığı halde (“Müslüman, renk körüdür”), dini açıdan gayri müslim veya kendi mezhebinden olmayanları(örneğin laikleri, Ermenileri, Alevileri…) kapsamıyor. Dışardaki mağdur Müslümanlara elinden geldiğince yardım edilirken; buradaki kendi mezhebinden olmayan veya dindar olmayan veya partili olmayanlar kolayca mağdur edilebiliyor. Ülkenin kamu kaynakları/imkânları elde edilirken/paylaşılırken, “partililik” ümmet anlamındaki “Biz” kriteri olarak alınıyor. Çünkü İslamcılık, onur/değer veya “biz-öteki” ayrımını ahlak üzerinden(Adil-Zalim) değil; inanç(Mümin-Kâfir) üzerinden yapıyor. Kendi mezhebinin kriterlerine göre de “sapık-zındık” olarak gördüğü(örneğin: Laikler, Aleviler, Nusayriler, Yezidiler…) mezhepleri veya kendi “yurttaşı” olduğu halde dinsiz, seküler ve gayri müslimleri “ümmet”in parçası olarak görmüyor. Oysa İslami anlamda ümmetçilik, ister yurttaşlık, isterse evrensellik bağlamında olsun “Biz” veya “Herkes”(eşitlik) tabirlerini kullandığı zaman, adaletin kriterleri olan “adaleti-hakkaniyeti” esas alır; gerçek tabiatını Allah’ın bileceği “iman ve küfrü” değil.
İddiamın dayandığı birkaç ayet vereyim:
“Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutun ve adalet ile şahitlik yapanlardan olun. Bir topluluğa karşı olan düşmanlığınız -hele inanç ayrılığınız hiç değil. İ.G.- sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; çünkü takvaya münasip plan odur.”(5/8)
“Ey iman edenler, adaleti ikame etmek/uygulamak için öncülük edin. Kendiniz, anne-babanız, akrabanız aleyhine olsa bile; zengin-fakir ayrımı yapmaksızın, Allah için şahitlik yapın. Adaleti yerine getirmede nefsiniz size engel olmasın. Eğer, eğilip-bükülür, hakikati söylemekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(4/135)
“Eğer mümin bir kadın, müşrik kocasından kaçıp size sığınırsa, kafir kocasının ona evlenme karşılığı ödediği mehri eski kocasına geri versin.”(60/10)