Parlementerizm, Başkanlık ve Öz Yönetim Tartışmasında “Sağduyu” Yalanı

20.1.2016

Türkçedeki ‘sağ-duyu’, ‘sağ-cılık’, ‘sağ-lık’, ‘sağ-salim’… gibi deyim ve ifadelerdeki “sağ” kelimesi, solun ve hastalığın altarnatifi anlamlarında “pozitif” bir anlamı vardır. Politik akım/düşünce olarak “sol”un, dünyada son iki yüz yıldır Kapitalizme itiraz olarak ahlaki bir değerinin olduğu ve son yıllarda ise giderek sönümlendiği de  ayrı bir gerçekliktir. Kelime, fenomenolojik olarak derininde süreduranı, düzeni, devamlılığı, alışkanlığı, rutini, tekrarı, statükoyu ima eder. “Sağduyu” kavramı ise, eğitim, şartlandırma, itiyad-alışkanlık ile edinilen kanaatlerin “doğru”luğu zannını ifade eder. Oysa Antropolog Cliffort Geertz, konu üzerine yazdığı bir makalede şöyle diyor: “ Sağduyu, zihnin önyargılarla dolmasıdır. Sağduyu totalleştiricidir; ondan daha dogmatik din, daha hırslı bir bilim, daha genel bir felsefe olamaz. Bir flozof, bir şeyin “gerçekten gerçek” olduğunu söylediğinde, onun “gerçekten gerçek”dediği şeyin, gerçekten gerçek olmadığına gerçekten emin olabilirsiniz…Sofuluğun sesi gibi, “makullüğün/sağduyunun” sesi de –ne derse desin-, aynı tonlamadadır: basit zekanın  her yerdeki ortak özelliği, aynı çıldırtıcı basit zekanın havasına sahip olmasıdır.”(Geertz, Yerel Bilgi. Çev: K.Emiroğlu. 2007. Ank. 98-9)

Bunu söylerken “hakikat”ın bazı şairlerin, flozofların, profesörlerin, teologların, dinadamlarının kurnazca iddia ettikleri gibi “derin” olduğunu söylemiyoruz. Ahlaki/Dini Hakikat, dinlemesini bilen/kulak asan, düşünen ve dürüst insanlar için korkunç derecede basit ve yüzeydedir. Bir Hollanda atasözünün ifade ettiği gibi: “su üstündeki baston” gibi ortadadır. Ancak hakikatı şartlandırma, eğitme, propaganda, algı yönetimi, itiyad-alışkanlık, taklit-dogma, kör/kesin inanç yolları ile oluşturulan “sağduyu” ile karıştırmamak gerekir. Kitle/sürü ruhu olarak sağduyu, kendini yargılayıcı makamda görerek insan teklerinin benliğini, fertliğini, bireyliğini ve özgürlüğünü yok eder. Dinlerin ve mezheplerin trajedisi, çoğunluk ile budur. Kur’an, “dinleme ve düşünme içermeyen(ma künna nesmeu ev na’kilu,67/10)” bu taklide, kesin/kör inanca(dogmatik) dayalı hazır sağduyu şöyle eleştirir: “ Onlara: ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde; ‘(ne münasebet)biz, ıslah edicileriz’ derler. Dikkat edin; onlar, bozguncudurlar; fakat, bunun farkında değiller.”(2/11-12). “ Ahlaki amel bakımından Ahirette en çok zarara uğrayanları sana haber vereyim mi?; onlar, dünyada iyilik yaptıklarını sandıkları halde,(yaptıkları aslında yanlış olduğu için) amelleri boşa giden kimselerdir.”(18/103-4). “Kötü ameli kendine süslü göründüğü için onu “iyi(sağduyu)” sanan kimse, hakikaten iyilik yapan kimse ile eşit olur mu?”(35/8). “Aralarında birbirlerine karşı duydukları sevgi(gelenek-kültür-sağduyu) yüzünden putlara tapmayı sürdürdüler.”(29/25). “Dinlerini bölerek mezhepler oluşturdular; her bir dini mezhep(hizb) de kendi doğrularından/inancından(sağduyu olarak, İG) memnundur/mutludur”(23/53). “Her bir insan, yetişmesine göre davranır.”(17/84) Dinin, kör-inanç ve dogma hali ile birlikte şiddet ve çıkara endeksli bugünkü sağduyulaşmış kurumsal hegemonyasına karşı, Kur’an’ın bu özgürleştirici pedagojisini selamlamak gerekir.

Bu mevzu, Ahlak Felsefesinde “Vicdan” bağlamında tartışılır. Toplumsal vicdan, süperego(Fureud), statik din(Bergson), ezbere değerlendirme/değer biçme(Kuçuradi), toplum/tarih zindanı(Şeriati), ataların yürünmüş yolu(Kur’an) ile dinleme ve düşünmeye dayalı bireysel, gerçek derin/dip fıtrat-vicdan(lübb) arasındaki farktır.

Örnek bir ahlaki/siyasi mevzu üzerinden olayı açıklamaya çalışalım. Son yıllarda Cumhurbaşkanımız sayın R.T .Erdoğan, kendi kişiliğinden mütevellit olarak Türkiye rejiminin değiştirilerek “Başkanlık” sistemine geçilmesini öneriyor. Taraftarları da onun hatırına medyada “algı yönetimi” ile bu sistemin Türkiye için “normalliği”ni oluşturmaya çalışıyorlar. Bu öneri, otoriter eğilimleri güçlü birisi tarafından önerildiği için, tartışılması -parti tabanının bir kısmı da dahil olmak üzere-  haklı olarak halkta kuşku yaratıyor. Başka bir zaman, başka birileri tarafından önerilseydi; tartışılması “normal” olurdu. Örneğin: sayın cumhurbaşkanımız “benden sonrası için bunu tartışalım” dese, anlamlı olur. Parlementer rejim, -yaklaşık yüz-yüz elli yıllık deneyimimiz olsa da- yegane doğru rejimdir diye bir “önyargı” da doğru değildir. Muhalifler de, bu rejimi, yegane doğru rejimmiş gibi “sağduyu” olarak savunmaya çalışıyorlar. Kürtlerin silahlı(PKK)-silahsız(HDP) siyasi temsilcileri ise, “Öz-Özerk Yönetim” den bahsediyorlar.

“Dünya beşten büyüktür” doğru vecizesini söyleyen sayın Erdoğan, dönüp “Ben, beş yüz elli millet vekilinden büyüğüm” demeye çalışıyor. Bunu da taraftarları gözümüzün içine baka baka bize söyleyip inandırmaya çalışıyorlar. Böylece “Başkanlık” sisteminin sağduyunun emri olduğunu demeye çalışırken; HDP’nin “Öz/Özerk Yönetim” talebini yine aynı çevreler “Küfür” veya “düşünülmesi müstehil” bir görüşmüş gibi lanse ediyorlar. Oysa, parlementer sistem ve Başkanlık ile birlikte, birer yönetim tekniği olarak “federasyon”, “öz yönetim”, “özerklik” dünyanın bir çok gelişmiş ülkesinde fiiliyattadır. Türkiye’ye uygundur-değildir demiyorum; ama PKK’ nın savaşı-şiddeti(terörü) terk etmesi veya boyun eğdirilmesi koşulu ile oturulup adam gibi tartışılması gereken  bir husustur. “Üniter Devlet” yapısı, -şartlandırıldığımız gibi-, Allah’ın emri değildir. Kaldı ki biz ilahiyatçılar, son 15-20 yıldır Allah’ın emirlerinin her birinin/tümünün de “bir kere, bütün zamanlar ve toplumlar için” kesin ve evrensel olarak geçerli olup olmadığını, kendi aramızda adam gibi tartışabiliyoruz. Bazı zevzekler çıkıp bizi “tekfir” etmiyor değiller; ama olsun, bunlar her toplumda, her dönem olur.

Özetle, ülkemizin sorunlarını çözerken siyasilerimizin her birinin “çok bilmişliği/kendi sağduyuları” çok büyük bir tehlikedir. İnsanın kendisinin ve ülkelerin başına gelenlerin büyük bir bölümü,  kendi “sağduyu”sunu kesin hakikat sanmaktandır. Doğru olan, inandığı hakikatleri olduğu kadar iknaya da hazır/açık olmaktır. Hikmetin başı, ‘ Allah korkusu’ değil; bu olsa gerek.