09.10.2016
Örgütlü Dindarlığın(Tarikat ve Cemaat) Doğuş Tarihi ve Meşruiyeti Sorunu(Teolojik Bir Yaklaşım)
“Dinlerini param parça ederek gruplaşmış ve her grubun da kendi yorumu ile böbürlendiği kimseler gibi olmayın.(30/32)
1-Kur’an’ın/islam’ın “Dindarlık” Tabiatı(Adalet)
Kabileler halinde ekonomik koşulların alabildiğine zor olduğu çölde yaşayan Araplar, sert bir mizaca sahiptiler. Hayatta kalabilmek için çapulculuk yapmak zorunda idiler. Bu yüzden de sürekli birbiri ile savaş halinde oldular. Mekke şehri, Yemen ile Suriye arasındaki Kervan Ticaretinde bir uğrak yeri idi. Medine ovası ise(vaha), nispeten tarıma elverişli bir mekândı. Mekke’de başlayan vahy/peygamber tecrübesi, oldukça sert bir tepki ile karşı karşıya kaldı. Hz. Muhammed ve ilk Müslümanlar, önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda bırakıldılar. Medine’de Müslümanların peşini müşrikler bırakmadılar. Bu yüzden, kendilerini korumak için müminler savaşmak zorunda kaldılar. Arapların ikinci karakteri ise “ticaret” ve “ganimet” tutkusu idi. Bu arkaplan, vahyin muhtevasını “dindarlık” olarak ancak “adalet” idesi ile tecelli etmesini doğurdu: “Ey iman edenler, size elem dolu bir işkenceden(azap) kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve peygamberine inanıp, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat ederseniz, bu, sizin için daha hayırlı(kârlı)dır. Bunu yapın ki, Allah, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere(Adncennetindeki güzelmeskenlere) koysun. İşte büyük başarı/kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir kazanç daha: Allahtan bir yardım ve yakın bir fetih(Mekke).”(61/10-13)
Kabilecilik, İslam tarafından geriletilmeye çalışıldı ise de, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra tekrar hortladı ve Müslümanlar arasında “iç-savaş”a (Büyük Fitne) sebebiyet verdi. Sonunda Emeviler, nihai zafer kazandı ve Muaviye, oğlunu(Yezid) veliaht seçerek saltanatı kurdu. Muaviye’nin zorla kurduğu içbarışa “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” dendi. Bu süreçte Müslümanlar Hariciler, Şiiler ve Sünniler olmak üzere üç siyasi fırkaya/partiye/hizbe ayrılmış oldu. Bu fırkalar arasında en yaygın olan Sünniliğin “dindarlık” konsepti, şeriatın emirlerini “Havf ve Reca(cehennem korkusu ve cennet umudu)” duyguları ile yerine getirmek üzerine kuruldu. İslam’ın başlangıcından Emevilerin iktidar yıllarına kadar devam eden “cihat ve ticaret(cennet-cehennem)” üzerinden inşa edilen dindarlık söylemi, bazı “içe dönük”müminleri tatmin etmemeye başladı. Kur’an’da dindarlığı ifade eden“Takva” kavramı, müşriklerin küstahlığı sonucunda zorunlu olarak Kur’an’da “cehennem” vurgusunun çokça yapılmasıyla, halk arasında “maneviyat” yerine “ Allah korkusu” anlamını almıştır. Bundan dolayı da bazı müminler Allah’a şükür(saygı) ve sevgi ile yaklaşamadılar. Dinlerin ontolojik muhtevasından olan “sevgi” ve “merhamet”, yatay düzlemde(insanlar arasında) neredeyse yok gibiydi. Dindarlık, merhamet ve sevgiden ziyade “adalet” üzerine kurulmuştu.Hristiyanların “dindarlık” saiki, Kur’an’a göre daha ziyade “merhamet ve sevgi”(57/27)ile birlikte “Allah’ın yardımcıları” olmaktır(61/14). Müminlerin, “Havariler” e öykünmesi tavsiye edilir.
İç savaşların yaratmış olduğu yorgunluğun etkisi ile de İslam toplumunda giderek bir içe kapanma(uçuklama-içerleme) hali ve mistik eğilimler ortaya çıkmaya başladı. İslam’ın yayıldığı coğrafyada bu akımların değişik versiyonlarının(Hermetizm, Yeni Platonculuk, Maniheizm-Batınilik) mevcut olduğu bilinmektedir. Abbasilerin sonuna kadar İslam coğrafyasında tezahür eden mistik eğilimlerin genel özelliğinin bireysel olduğu ve örgütlenme düzeyine erişmediği yine bilinen tarihsel bir gerçekliktir.
2-Kelamİlminin Doğuşu ve Duygu Boyutunun İhmali(Kuru akılcılık)
İslam’ın yayıldığı coğrafyada bulunan kadim dinler ve felsefelerin müntesipleri Müslümanlar ile karşılaşmalarında rasyonel argumanlar ileri sürmeleri, Müslümanları düşmanın silahı ile silahlanmaya itti. Düşünce, duygu ve davranış boyutlarından oluşan dinsel ilişki, bu tartışmalarda sadece “düşünce” boyutuna indirgendi. İlk ortaya çıkan Kelam Ekolü Mutezile, İslam’ın ham metinlerinde(Kur’an-Hadis) mevcut olan itikadi-imani mevzuları akıl ve cedel ile ortaya koymaya çalıştı. Çoğunluğu mevaliden olan Mutezilîâlimler, metafizik ve ahlak konularını akli argumanlar ile savunmak zorunda kaldılar. Bu durum, İslam’ın doğuş halinde bile yatay düzlemde fazla vurgulanmayan sevgi, merhamet ve dinin duygusal değerlilik yaşantıları olan “duygu” boyutunu ihmal etmeyi doğurdu. Aynı tarihlerde ortaya çıkan ve daha sonra Maturidilik olarak şekillenen Mürcie adlı Kelam mezhebi de, imanı duygusal değerlilik yaşantıları olan saygı(huşu),korku(haşyet), sevgi ve itminandan yoksun olarak sadece zihinsel bir tasdik/marifet(kesin kanaat) olarak teorileştirdi.İman, artan ve eksilen, zorunlu olarak amel doğurması gereken varoluşsal, bütünlüklü bir “hal” olarak değil; sözlü olarak sadece “Lâilâhe illallah” diyenin cennete gittiği(kurtulduğu) zihinsel bir akt(kabul/itikad) olarak temellendirildi.
3-Fıkhın Doğuşu ve Duygu Boyutunun İhmali(Kılı kırk Yaran Şekilcilik)
Girişilen fetihler sonucu kısa sürede İslam toplumunun genişlemesi, Fıkıh ilmini doğurdu. Fıkıh,dindarlık olarak “ibadet”lerin(Namaz, oruç, Hacc, Zekât) farzını-vacibini,sünnetini, şeklini-şemailini belirledi. Hukuk olarak da(feraiz, nikâh, şirket…) toplumun sorunlarını çözmeye çalıştı. İbadetler teorileştirilirken, Araplardan gelen ticaret mantığı ile “borç” olarak temellendirildi. Allah’a karşı minnettarlıktan doğması gereken huşu,sevgi-saygı ve insana karşı merhametten fazla sözedilmedi.
4-Selefilik ve Duygu-Düşünce Boyutunun İnkârı
Ehli Sünnet’in içinde bir ayrışma daha gerçekleşti. Çoğunlukla Arap kökenli Müslümanlar, dinde yorumu, içtihadı/kıyası reddederek temel nassların(Kur’an ve Hadisler) lafzi okunuşunu/yorumunu “din” olarak kabul etti ve yorumları “Bidat/Heva” olarak reddetti. Bu guruba “Ehl-i Sünnet-i Hâsse” veya “Hadis Ehli” dendi. Daha sonraları bu grup “Selefiyye” olarak nitelendi. Vahhabilik, bu ideolojinin/teolojinin modern bir versiyonudur. Bugünkü “İŞİD” de aynı teolojik yaklaşıma sahiptir.
5-İslam Toplumu: Cami Cemaati
İlk iki yüz yılda İslam toplumu politik olarak üç parçaya bölünmüştü(Hariciler, Şiiler, Sünniler). İslami “ilim”ler olarak Kelam ve Fıkıh doğmuştu. Bu ilimlerde Dirayet(Rey) Ekolü ve Rivayet(Hadis-Sünnet) ekolleri oluştu. Dirayet Ekolünü Mutezile, Hanefilik-Maturidilik ve Malikilik; Rivayet Ekolünü Şafiilik, Hanbelilik ve Eşarilik temsil ediyordu. Hadis ve Tefsir ilimleri,kaynakların mevsukiyetini araştırıyordu. Sünnilik, Şiilik ve Haricilik ilk üç yüz yılda İbadetlerde icma’ etmişti: Namaz(Mescid-Cami), Oruç(Ramazan ayı), Hacc(Kabe), Zekat(%2.5). Devletin dışında “örgütlü” bir dindarlık yoktu.
Yahudilikte Hahamların ve Hristiyanlıkta Papazların “Din-adamı” olarak dini “temsil(Rab edinme-9/31)” ettiklerini iddia ederek mâbed üzerinden(Sinagog ve Kilise) örgütlü bir “dindarlık” yaratarak halkı sömürmeleri ve dini istismar etmelerini Kur’an, şiddetle eleştirir(9/34). İslam’da “Ulema”, sadece dini hakikatleri araştırarak vüsatince halka “tebliğ-irşad” ile görevlidir(9/122). Yahudi uleması, bu görevini hakkı ile yerine getirmediğinden dolayı, Kur’an tarafından “kitap yüklü eşekler”e benzetilmiştir.(62/5) Halkın ahlaki anlamda “dindarlık” sorumluluğu, iman ve ibadet-i mersumeyi ifa etme dışında “iyiliği desteklemek ve kötülüğü kösteklemektir (emr-ibi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker)”. Siyasal anlamda bu sorumluluk, hem iktidara, hem de muhalefete düşer. Tebliğ faaliyeti, güzel öğüt, hikmet ve adâbınca özgür tartışma ile yapılır(16/125). İslami İlimler veya İlahiyat fakülteleri, bu işin “ilmi” tarafını icra ederken; Şeyhülislamlık veya Diyanet teşkilatları da(bürokratik birer kurum olarak) “ibadet ve irşad(fetva)” tarafını icra edebilir. Kafası esen, Tanrının gözüne girmek isteyen, cennetteki sefasını artırmak isteyen veya daha da önemlisi, bu dünyada insanları sömürmek isteyen cahil-cühelanın dini “temsil” veya “tebliğ” görevi yoktur. Kisve giyerek birilerinin bir dini “temsil” ettiğini iddia etmesi, korkunç bir skandaldır. Bir dinin cahil müntesiplerine “tebliğ” yetkisi vermesi de, aynı derecede skandaldır. “Emanetler, ehline verilir.”(4/58) “Ehliyet” ise, liyakat ile elde edilir. “Ölçüsüz” ehliyet vermek veya vehmetmek ise cehalettir. Halk,-fazla sevap kazanmak istiyorsa-, vakıf ve dernekler kurarak sosyal yardımlaşma hizmetleri yaparak bunu eldeedebilir.
6-Örgütlü Dindarlık: Tasavvuf ve Tarikatlar
Yukarda bahsettiğimiz saiklerden doğan Tasavvuf,on birinci yüzyıldan itibaren Moğolların ve Haçlıların saldırılarının da etkisi ile “Tarikatler” şeklinde örgütlenmeye başladı. Örgütlü dindarlığı doğuran biri psikolojik, diğeri sosyolojik iki saik mevcuttur. Psikolojik olan “İdeolojik mahrumiyet”tir; Sosyolojik olan ise, “Sosyal ağ”dır.(Ali Köse, Milenyum Tarikatları. İst.2014.19-20). İslam toplumlarında “İdeolojik mahrumiyet” in anlamı, gerek doğuş anında, gerekse yorum sürecinde dinin özünde mevcut olması gereken duygusal değerlilik yaşantılarının(saygı, sevgi, merhamet) Sünni ortadokside(İbadet-i mersumede) barındırılamamasıdır.Bu ihtiyaç, mistik tecrübenin İslam öncesi İslam’ın yayıldığı coğrafyadaki yapıları kolayca içine almayı doğurmuştur. Sosyal ağ ise, insanların dayanışmacı sıcak sosyal organizasyonlara olan ihtiyacıdır. İmparatorluk yapılarında sosyal kurumların zayıf olduğu ve dış saldırıların dağıttığı sosyal yapıda bu ihtiyacın had safhaya çıkması doğaldır. Bu yapılar: 1-Ahlaki normları vardır, 2-(İlham/Sezgiyi önceler) Dine rasyonel yaklaşımı reddeder, 3-Müritler, lidere(Şeyhe) kayıtsız teslim olurlar, 4-Şeyh, karizmatiktir(kuddisesırrıhu), 5- Müritler, oluşumun ilkelerini eleştiremez(Ğassalın elindeki cenaze gibi olmak),5- Mehdici bir gelecek perspektifi.(Ali Köse, Milenyum Tarikatları. İst. 2014.23)
Araplar(Emeviler ve Abbasiler), bu mistik-tasavvufi öğretiye pek sıcak bakmamışlardır. Bu öğreti ve örgütlenme, daha ziyade Türklerin hegemonyası döneminde(Selçuklular ve Osmanlılar) gelişmiştir. Türklerin kadim dini inançları olan Şamanizm ile bu mistik öğreti ve örgütlenme tarzı arasında antropolojik bir yakınlık-yatkınlık mevcut olabilir. Ahmet Yesevi’nin Nakşilik öğretisi, Maveraunnehr’den Anadolu’ya gelmiş; Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Yunus Emre…ile buranın egemen halk İslam’ını oluşturmuştur. Kitlelere ulaşamayan –veya onları yeterince tatmin etmeyen- Medresenin rasyonel teolojiye dayanan(Şeriat-Cami) dini öğretisine karşılık, Tekke/Zaviye/Dergâhlar’da bu örgütlü dindarlık hüküm sürmüştür. Bir Türk aydınının dediği gibi: “Arab’ınKelam’ı(mezhebi-ekolü) varsa; Türk’ün de Tasavvufu(Tarikatı) vardır.” Veya bir Amerikalı tarihçinin dediği gibi: “Osmanlı, bir Derviş devlettir.”
Ahmet Yaşar Ocak, “15-16 Yüzyıllarda Osmanlı Resmi İdeolojisi ve Buna Muhalefet Problemi” adlı makalesinde, bu örgütlü yapıların zaman zaman siyasallaşarak siyasal otoriteye başkaldırılarını ele alır.(A.Y.Ocak,Türkiye Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası.İst. 2010, 57 vd.). Yine Halil İnalcık, “On Yedinci Yüzyılda Osmanlıda Dini Hareketler” adlı makalesinde aynı konuya değinir(H. İnalcık. Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet. İst. 2016.113 vd)
Bu yapıların tarihsel, teolojik, sosyolojik olarak doğuş gerekçelerini anlasak da; İslam dini açısından sanki “olmazsa olmaz” gerekçeler ileri sürmeleri, asla doğru değildir. Olagelen(Gelen-ek), bütünüyle “olması gereken” değildir. Politik iktidarın bu yapıları kolay oy depoları olarak görmesi, Osmanlıda olduğu gibi, siyasal iktidarın başını ağrıtabilir. Hatta 15 Temmuz Darbe girişiminde olduğu gibi, başını yarabilir de. Şeriatı “kapı” veya “kabuk” olarak görüp de, daha yoğun “dindarlık” olarak daha fazla tesbihat, zikir, vecd-istiğrak(makamat ve ahval), marifet veya hümanizm(sevgi-merhamet) tecrübesi yaşamak istiyorlarsa, kimsenin bir diyeceği olamaz. Sarık-Cübbe giyerek(şeyh) bize din veya dindarlık öğretmeye veya devlet yönetmeye kalkışmasınlar. Veya Cübbeli Ahmet örneğinde olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanının açıklamalarını “tashih” etmeye kalkışmasınlar.
7-Seküler Devlete karşı Örgütlü Dindarlık:Cemaatler ve Siyasi Partiler(Türkiye)
Cumhuriyet devrimleri ile şeriat, hilafet ve tarikatların ilga edilmesi, Türkiye Cumhuriyetinde dini öksüz bıraktı. Diyanet teşkilatı, seküler Ulus Devlette dinin bir irticai “tehlike” unsuru olmasını engellemek ve elverirse, dini(Hanefi-Maturidi Sünnilik) yeni kurgulanan toplumun genetik çimentosu yapmaktı. Dine politik ve sosyal bir rol verilmemişti. Medreselerin ilga edilmesi ile din eğitimive öğretimi de ortadan kaldırılmıştı. Osmanlıda var olan “Tarikatlar”, yeraltına çekilmişti, zamanla kendini “Cemaat” olarak tezahür ettirdi. Cemaatler, yeni yönetimi gayri İslami olarak gördükleri için, toplumu aşağıdan yukarıya dindarlaştırarak siyasal yönetimi politik olarak İslamileştirmek amacını güdüyorlardı. Said Nursi’nin oluşturduğu “Nurculuk” ve S.Hilmi Tunahan’ın Oluşturduğu “Süleymancılık”, Hüseyin Hilmi Işık’ın önderliğindeki “Işıkçılar”, İskender paşa, İsmailağa ve seksen darbesinden sonra tarikat kökenli oluşan “Menzil” başlıca “Cemaat” örnekleridir. Nurculuk, Said-i Nursi’nin ölümünden sonra kollara ayrıldı. Fethullah Gülen’in oluşturduğu “The Cemaat”, bunların içinde kendini yeni dünyaya/döneme adapta ederek seküler yönetimin yarattığı seküler kültürü geriletmek ve devlete sızarak onu İslamileştirmek hedefini güdüyordu. Zaman içerisinde bu hedefi büyüterek İslam’ı dünyaya “temsil” yolu ile(Okullar) tebliğ etmek gibi mesiyanik(mehdici) bir karaktere büründü. Yeryüzünün Rabbi ABD ile koalisyon yapma “içtihadı”(işbirlikçiliği) ile de bu hedefini gerçekleştirebileceği zehabına kapıldı. Sonrası malum. Seksen ihtilalinden sonra Turgut Özal’ın liberal politikaları ile Tarikatler ve Cemaatler ekonomik(Holding-A.Ş) ve sosyal olarak gelişme gösterdi.
Devrimin doğurduğu içerleme, 1970’lerde rejime karşı dini-politik bir kristalleşme daha yarattı. N.Erbakan’ın önderliğinde oluşan “Milli Görüş” hareketi. Bu hareketin manevi önderliğini Nakşi kökenli M.Zahit Kotku’nun yaptığı bilinmektedir. Ölümünden sonra yerine damadı Prof. Dr. Esat Coşan geçmişti. Milli Görüş hareketi, rejimin yaratmış olduğu sekülerleşmeyi demokratik siyaset prosedürüne uyarak/bağlı kalarak geriletmeye ve kendince politik bir hedef olarak toplumu ve devleti “İslamileştirmeye” çalışıyordu. Milli Görüş kavramındaki “Milli” sözcüğünün Arapçadaki anlamı ile “Dinî” olduğunu, -yasalardan dolayı- itiraf edilmemiş bir konsensüs olarak partinin şefleri ve müntesipleri bilirdi. Hareket, ikibinli yıllara kadar, rejimin siyasi aktörleri tarafından onlarca defa kapatıldı. İkibinli yıllardan itibaren rahmetli Erbakan’ın ölümünden sonra hareket, şimdilerde cumhurbaşkanımız olan SayınR.T.Erdoğan öncülüğünde kendisini “Muhafazakâr Demokrat” olarak kodlayarak yeni bir evreye geçti. Ak Parti olarak kurulduğu ilk yılda da iktidara geldi. Askeri vesayet rejimi, partiye istediği gibi siyasal icraat yapma imkânı vermediği için, Parti, The Cemaat ile koalisyona girerek askeri vesayeti – Cemaatin kumpasları ile- tasfiye etti ve gerçek anlamda “iktidar” oldu. Şimdilerde FETÖ dışındaki tarikat veya cemaatler ile seküler kültürü geriletme politikaları uygulamaya devam ediyor. Toplumun yarısı seküler kültüre sahip; diğer yarısı ise muhafazakâr(dindar).Bu da toplumda gerilim ve çatışma potansiyeli doğuruyor. 15 Temmuz Darbe girişimi, bir tür “örgütlü dindarlığın”, Türkiye halkının başına bela olarak gelmesidir. Buradan uzlaşıya dayalı bir çıkış yolu bulunması gerekir.
8-Sonuç:
İslam’ın yukarıda ortaya koyduğumuz tabiatı göz önünde tutularak yapılması gereken, dinin ilimi yorum faaliyetini İlahiyat fakültelerine; vaaz ve irşat faaliyetini de siyasi otoriteden bağımsız, devlete bağlı “Diyanet” teşkilatına ve dinin yeni kuşaklara öğretimini de örgün eğitimde öğretmenlere tevdi etmektir. İktidarı ve Partiyi bütünü ile kontrolü altında tutan Siyasal İslamcıCumhurbaşkanımız, kendi kafasına(teolojik yorumuna) göre “dindar nesiller yetiştirme” politikasından vazgeçip,-bunu topluma bırakarak- toplumun var kalma(güvenlik/cihat) ve adalet sorunu ile ilgilensin ki bu sevap olarak ona yeter. Ortalıkta haddini bilmeyen ve kendilerince hâlâ siyasal gayeler(İslam Devlet?i-Şeriat?) güden veya dini “tebliğ” veya “temsil” görevine soyunmuş –“Holding” ve “A.Ş” leşmiş– örgütlü dindarlığı kontrol altına alarak halkı onların sömürüsünden ve saptırmasından kurtarsın, bu da cumhurbaşkanına ve iktidara “bonus” sevap olarak yazılır.