“Vicdansız Dindarlık” Olarak Güncel Müslümanlık

27.5.2017

“Hayır, insan bir takım mazeretler ileri sürse de; kendinin ahlaki görme yetisinin olduğuna şahittir”(75/14-15).

                                               “Vicdanın kınayan sesine and olsun”(75/2)

Peygamberlerin vahiy ile yapmaya çalıştıkları şey, yaratılışta Allah’ın insana vermiş olduğu ahlaki vicdan kapasitesini tahrik etmek, uyandırmak ve işler hale getirmektir. Çünkü insanlar toplum içinde tarih, gelenek ve kültürel etkiler ile mayalanarak taklit, alışkanlık ve içgüdü saikleri ile bu kapasitesini kaybeder. Kur’an’ın kitap, ilim, hikmet, nur, hidayet, tezkire, furkan, şifa, besair, rahmet, beyan… sıfatlarını olması, bu iddiamızın kanıtıdır. Vahyin yöneldiği muhatabın ise insandaki akıl, kalb-ı selim, lübb, ruh, basiret, fuad… yani şuurluluk, düşünme, duygu, sezgi, idrak, izan, ifham/anlama veya vicdan kapasitesi olması, ikinci bir kanıttır. Kur’an’da az sayıdaki “fetva isteme (yeselûneke 2/215, 219, 5/4, 8/1…)” anlamında soru sormanın ötesinde, düşünmeye teşvik anlamında soru sorma (E-raeyte? 25/43, 107/1, 6/46, 10/59…),- Heidegger’in dediği gibi- :“düşünmenin takvasıdır”. İnsanları soru sormaya teşvik eden bir kitap, – tarihsel bir bağlamda verdiği cevaplar mutlaklaştırılarak- Sünni Fıkıh Usulü sayesinde (Edille-i şeriyye) yeni sorular sormayı ve cevabını aramayı haram hale getiren bir kitaba dönüştürüldü. Kur’an’da Allah, kendini her bir insan teki ile daima “beraber/me’a= in relation with…” onu eğiten bir Mürebbi/Rabb/Pedagog olduğunu ifade ederken; Fıkıh usulü, bu canlı ilişkiyi koparıp,  nasslara kesin itaati “din” olarak vazetti. Birinci yol, mutasavvıfların kontrolsüz “Batınîlik”ine terkedilirken; ikinci yol, “Selefilik/Vahhabilik/DAİŞ”de ideal pratiğine kavuştu. Sözüm ona mutedil “Sünnilik” ise, bu iki ekstrem uç arasında gerili kalmıştır: “Bir o yana, bir bu yana; hem o yana, hem bu yana; ne o yana, ne bu yana.”

Dini bilinç, dinin kaynağında aşkın, mutlak ve kutsal bir Tanrı fikrine dayandığı için, bunun dış dünyada mevcut olmamasına dayanamaz ve onu daima tecelli, tezahür (İnkarnasyon ve hiyorefani) ile bir biçimde mücessem hale getirmeye çalışır. Putçuluk/Paganizm, tipik olarak budur. Hz. İbrahim, bu zaafı aştığı için “peygamberlerin babası” sayılmış; putperest kavmi tarafından ise: “Hanif (sapkın-dönek)” olarak nitelenmiştir. Tersinden o, Allah’a dönmüştü(tahannuf). Hz. Musa ise, bu yoksunluğa dayanamadığı için: “Tanrım, bana kendini göster”(7/143) deme zaafında bulunmuştur. Bu zaaf, Yahudilikte sık sık putçuluğa geri dönme (Samiri’nin Buzağısı, 7/148) ve muvahhit olduklarında ise “Ahit Sandığı” (Tabut-2/248) aracılığı ile tezahür etmiş; Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın mucizevi doğumu, “inkarnasyon” (Teslis) şeklinde kutsalın/ulûhiyetin “tezahürü/tecessümü” olarak algılanmıştır. Daha sonra kilise, Hz. İsa’nın bedeni ve tecessümü olarak; papalar da kilisenin tecessümü olarak yorumlanmıştır.

İslam dini, tevhide ve tenzihe aşırı vurgu yaparak mutlak ve kutsal olanın hiçbir surette tecelli ve tezahürünün/tecessümünün mümkün olmadığını ısrarla vurgulamıştır (112/1-4, 42/11). Bu bağlamda baştaKur’an olmak üzere Ka’be ve Hz. Muhammed, tamamen anlam-ahlaki duygu (maneviyat) taşıyıcısı araçlar(medya) olarak vazedilmiştir. Ancak zamanla Müslümanlar da bu soyutluğa katlanamamışlar ve Ka’be başta olmak üzere, Hacerü’l Esved ve Rıdvan Biatı’nın altında yapıldığı ağacı “kutsama”ya başlamışlardır. Hz. Ömer’in Hacerü’l Esved taşı (tavaf başlangıcını işaretlemek için konulmuş göktaşı) hakkında söylediği: “Senin kara bir taş olduğunu biliyorum; Hz. Muhammed seni selamlamasaydı, seni kaldırıp parçalardım” demesi ve bahsi geçen ağacı kestirmesi, kitlelerin bu zaafından duyduğu kaygıyı ifade eder. Bu tehlike zamanla ortaya çıkmış ve Kur’an başta olmak üzere (Kelam-ı Kadim) Ka’be, Hz. Muhammed; Tasavvufta “Veli-Şeyh” ve Şia’da “İmam”lar, hatta “Ayetullah”lar, kutsiyetin/ulûhiyetin nübüvvet üzerinden bir biçimde kendilerinde tecelli ettiği (Hiyorefani) kişiler olarak algılanmışlardır. Benzer bir algı, daha önce Yahudi ve Hristiyan din adamları olan “Ahbar” ve “Ruhban” sınıfının mutlak otorite olarak “Rabb” edinilmesi ve bu statü ile insanların mallarını yemelerinde ortaya çıkmıştır (9/31, 34). Oysa önce Yahudilikte (Rasihun, Rabbaniyyun, Ehlu’z-Zikr) ve İslam’ın Sünni geleneğinde teşekkül eden “Ulema” grubu (Muhaddis, Mütekellim, Müfessir ve Fukaha) otoritesini ilim ve takvadan alan açık, şeffaf, denetlenebilir, sorgulanabilir insani(ilmi-ahlaki) birer kategoridir. İslamiyet’i resmi “temsil” yetkisi olmayan “tebliğ” görevlileridir. Görevlerini yerine getirmedikleri takdirde –Yahudilikte olduğu gibi- ağır bir şekilde eleştirilmişlerdir(62/5). Ulemanın görevi, itikadı ve bilgiyi (epistemoloji) esas alan bir “Ortodoxi= doğru bilgi” üretmekten çok; Hz. Muhammed’e emredildiği gibi: “Sen, af yolunu tut; örfü emret; cahillerden olma.”(7/199) buyrukları doğrultusunda daima hakkaniyet üzere olmayı tavsiye etme, yani “ortopraxi”dir.

Kur’an, Allah’ın insan aklı, insan dili (Arapça) insan aracılığı (Hz. Muhammed) ile insanlara (Araplara) hitabıdır. Mutezile’nin ifade ettiği gibi, Allah’ın mahlûk/muhdes kelamıdır. Kutsalın (Hristiyanların sandığı gibi Hz. İsa’nın) aramızdaki tezahürü gibi değildir. Ka’be, aslında bir ibadet mekânı (Mabed, 2/125); ikincil olarak da, Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesinden anılar taşıyan (Kurban, Safa-Merve arasında karısı Hacer’in çocuğuna karşı duyduğu şefkat ve merhameti ifade eden sa’y… vs.) sembolik bir mekândır. İnsanlar için emniyet, dayanak, destek (2/125, 5/97) merkezidir. Haccın menasikleri (rükünleri) de bağlı olarak tamamen sembolik anlamlılıklardır. Namaz, Allah’a karşı saygı/huşu ifade eden anlamlı davranışlardır. Oruç, nefis tezkiyesine yönelik bir temrindir. İbadetler, “antreman” yapmaya benzer; amaç, insanı yarışmaya (salih amel: adalet/dürüstlük/hakkaniyet-merhamet) hazırlamaktır. Günümüzde Hacc-Umre ziyareti, “miting” zevkine-turizme; Namaz, Allah’a karşı şükran ve saygıyı ifade etme ve insanı kötülüklerden alıkoymadan, kendinde/kendisi için “sevap/kontür aracı”na; Oruç ise, iftar sofrasındaki nefis yemeklere saldırma işlevine/şehvetine dönüşmüştür (hedonizm).

Dinsel bilincin zaafı, kökeninde tamamen “anlam” çerçevesinde konulan veya tezahür eden olgu ve şeyleri, zamanla anlamdan yoksun hale getirip “kendinde-kendisi için” şeylere veya eylemlere dönüştürmesi yani körleşmesidir. Bunun temel sebebi, düşünmeye-şuura dayanan soyutluğa (anlama) tahammül edememesi ve alışkanlık, tembellik ve içgüdü-taklit ile somuta (kendinde/kendisi için şeye) kaymasıdır. Dinlerde ahlak-vicdan ve şuur yerine ibadetlerin öne çıkması ve zamanla şuursuz halde taklit ve alışkanlığa kayması bundandır. Bugün İslam dünyasında Ka’be, Kur’an ve Hz. Muhammed, medyatik ve manevi unsurlarını kaybedip “pagan” benzeri hale dönüşmüşlerdir. Bundan dolayı da ibadetler hiçbir manevi ve ahlaki bilinç-şuur ve vicdan rikkati yaratamamaktadır. Bir Hac organizasyonu şirketinin reklamında, -otel odasının konforunu kasten- söylediği: “Ka’be, ayağınızın altında” cümlesi, bu durumu net olarak ifade eder. İbadet esnasında insanların anlamı kaybolmuş rükünleri yerine getirmek için bir birlerini ezmeleri ve zaman zaman telefatın ortaya çıkması, yine aynı ilkelliğin (pagan bilinç) tezahürüdür. Ahlak, hakkaniyet, liyakat, ehliyet yerine; kamu sorumluluk ve menfaatlerini yaptıkları ibadetten “gafil/bilinçsizce alnı secde gören”(107/5) kişilere “peşkeş çekilmesi”, aynı durumun (ritüel dindarlığı) başka bir tecellisidir. Beş vakit namazına müdavim dindar/muhafazakâr milletvekili, imar müdürünün bir imzası ile elli daireye birden sahip olabiliyor. Hem de günahını Allah’a iftira ederek: “Cenab-ı Allah’ın takdiri ile”.

Bu arada kitlelerin hayatına katılan binlerce insanı ahlaki bağlamda memnun etmenin zorluğuna katlanma yerine, dinin merkezinde olan Tanrıyı yani bir kişiyi –ibadetle- memnun ederek kısa yoldan zahmetsizce cenneti garantileme uyanıklığını da unutmamak gerekir. Oysa aslında ibadetlerin ikincil bir anlamı da, insanı hemcinsine karşı emin hale getirmektir. Fakat bu pratikte geri teper. İbadetler, müminleri ahlaklı olmaya karşı bağışıklı hale getirir. Vahyin buyruklarının zamanla müminler tarafından Tanrı’yı memnun edecek yegâne emirler ve hakikatler olarak görülüp mutlaklaştırılması, mumyalanması ve dondurulması, onlardaki hakikati sürekli görme vasıtası olan vicdan kapasitesini dumura uğratmasının, köreltmesinin en büyük vesilesi haline gelir (İşlemeyen demir pas tutar). Bazı dindarların, coşku ile (bağnazca-yobazca-fanatikçe/cahilce)  kötülük işlemelerinin nedeni budur.

Vicdanı dumura uğratan ikinci önemli bir durum, kişilerin ekonomik-politik veya kültürel süreçlerde güçlü, meşhur, önemli (iktidar) pozisyonlara gelmeleridir. Kur’an şöyle der: “Her ülkenin önde gelenlerini (Ekâbir) hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız; ama çevirdikleri entrikalar, kendi aleyhlerine döner; fakat onlar bunu anlayamazlar.” (6/123). M. Esed, bu ayete şöyle bir yorum getirmiştir: “Önemli kimseler olmaları, onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, önde gelenler (Ekâbir), kural olarak kendi davranışlarının ahlaki yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar. Bu durumun sonucu olarak, kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder.” Hele buna bir de “İbadet dindarlığı” maskesi takılmış ise, vicdansızlık iki katına çıkacak demektir.

Yahudilerdeki “seçilmişlik”, Hrıstıyanlardaki “kurtulmuşluk” ve Müslümanlardaki “hakikat tekelciliği”, kendilerini müstağni bir pozisyona iterek, kendinden olmayanları sapık, aşağılık, zavallı varlıklar olarak görmeye sevk ediyor. Oysa bütün peygamberler, müntesiplerini hakikate karşı “kör, sağır, lal” (2/18, 171) yani kapalı/dogmatik bir “cemaat (hizip-şia)” (30/32) oluşturmaya değil; müntesiplerinin hakikate karşı daima “kulak kesilmelerini (üzünün va’iyeh)” (69/12), “kendilerini eleştirmelerini (nefs-i levvame/özeleştiri)” (75/2) yani “hidayet ve dalalet” te olma pozisyonlarının herkes ile eşit mesafede olduğunu kavramaları gerektiğini vazeder: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” İslam, diğer din ve mezheplerde olduğu gibi, okyanusta korunaklı bir gemide (Nuh’un Gemisi) yolculuk değil; antrenmanlı yüzücü olmayı başarmaktır. Herkesin “sürü” olması değil; Hz. Muhammed’in dediği gibi, herkesin “çoban/sorumlu” olmasıdır (küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi).