16.11.2015
I
Eşariliğin Allah tasavvurunun Alim-i mutlak, Kadir-i mutlak ve Mürid-i mutlak olarak “Hikmetinden sual olunmaz” karanlık-kayıtsız(mutlak) bir tarafının olduğu malumdur. Mutezile, Kur’an’dan “Adil”; Maturidilik ise, anlaşılabilir “Hikmet Sahibi” bir tasavvur oluşturmaya çalıştı. Ancak, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren, 850’lerde Mütevekkilin(Hanbeli) ihtilali ile Hadis Ehlinin, Selçukluların Nizamiye Medreselerini kurmaları ile de Huccetu’l-İslam Gazzali’nin(Şafii-Eş’ari) kültürel/teolojik Sünni hegemonyayı devletin resmi ideolojisi haline getirdiği/tahkim ettiği bilinmektedir. Mutezile’nin, Emevilerin sonu ve Abbasilerin başlangıcında yüz yıllık bir entelektüel ve politik etkinlikleri mevcuttu. Hanefilik-Maturidilik, yani Sünniliğin Rey(Hikmet-İstihsan) kanadı ise, ancak Maveraunnehir/Türkistan bölgesinde(taşrada) giderek sönümlenen etkinliğini sürdürebildi. Merkez(İmparatorluklar) ve Medya(kitabiyât-kültür) daima Sünniliğin kurucu babaları olan Şafii-Eş’ari-Gazzali(Hadis/Eser/Sünnet) üçlüsünün teolojik-kültürel yorum hegemonyasında kalmıştır. “Aydınlanma” üzerinde Descartes, Volter ve Kant’ın etkisine benzer olarak.
Allah, Kur’an’da “Her şeye Kadir” gücünü, insanlarla olan ahlaki ilişkisinde nasıl Adalet ve Merhamet sıfatları(Esmau’l-Hüsna) ile sınırlandırdığını(6/54) bize anlatır. “Sünnetullah” kavramı, Allah’ın kendi eylemlerini bizim anladığımız anlamda ahlak ile sınırlandırdığını ve asla değiştirmediğini ifade etmektedir(33/62, 35/43). Oysa Sünniliğin -aşırı ‘tenzih’ gayreti ile- egemen hale gelmiş yukardaki tasavvuru, Allah’ı kayıtsız, karanlık, mutlak(günümüzün deyimleri ile: Anarşist, Kaprisli, Postmodern); bir yanı ile de “Hikmetinden sual olunmaz”, Totaliter-Despot bir “Güç” yumağına veya ilkesiz merhamet küpüne çevirmiştir(Kadercilik-Tasavvuf). Siyaset teorilerinde dillendirilen “Güç tefessüh eder; mutlak güç mutlak tefessüh eder”; “Kontrolsüz güç, güç değildir” özdeyişleri, insanın ahlaki kapasitesizliğine güvensizliği ima ettiği gibi; aynı insanın yorum yolu ile geliştirdiği teolojiler/Tanrı tasavvurları için de geçerlidir. Nietzsche’nin “Tanrı öldü; Tanrı öldü; Tanrı çürüdü…” serzenişi, Hristiyan teolojideki bu gerçeği, O’na olan inancın, güvenin ve saygının yitimini dile getirir. Hindistan’ın Tanrılarda boğulması da aynı şeydir. Günümüzde dış politikada(Afganistan, Irak, Gazze, Suriye.. örneklerinde olduğu gibi), “Tağutlaşmış” siyasal-ekonomik güç merkezleri(Amerika, İsrail, İngiltere, Rusya ) de.
Muaviye/Emevilerin “güç/savaş” ile sağladığı siyasal hegemonyası ile siyasi erkin danışma/meşveret, rıza(biat-seçim), ehliyet-liyakat ve adalet/hukuk ilkelerine dayalı olarak kurulmak yerine; kabilecilik(Kureyş), çıkar(ganimet) ve güç/saltanata kaydığı bilinmektedir.
Bugün İslam dünyasına egemen olan “Hikmet-i Hükumet” ve “Kamu Hakkı”na karşı neredeyse hiç olmayan duyarlılığın anlaşılabilmesi için, bu iki büyük devrim ve yorumun ittifakına bir de Hz. Ömer’in daha önceki “Mülkiyet İctihadı”nı eklememiz gerekir. Malum, Müslümanlar, Hz. Muhammed döneminde meşru gerekçelerle(savunma ve zorla çıkarılan yurda geri dönme) kazandıkları “savaş deneyimi”ne dayanarak, oradan aldıkları hızla ilk yüzyılda düzenli ordu oluşturarak komşularına(İran, Bizans, Kuzey Afrika) ait geniş toprakları işgal etmişlerdir(cihad-fetih?). Bu kavramların Kur’an’daki kullanımları ile, daha sonraki kullanımlarının muhteva analizi yapılması gerekir. Bu topraklarda yaşayan halklardan hiç birisi, “gelin” diye mektup yazmamıştı. Bu mevzu, ‘Havarilerin’ ilk üç yüzyıldaki “tebliğ/misyon” pratikleri ile mukayeseli olarak ciddiyetle tartışılması gereken ayrı bir mevzudur. Mevzu, “o zamanlar herkes aynı şeyi yapıyordu” diyerek, bâtıl’ı “makısun aleyh/ölçü” yapıp, meşrulaştırılacak kadar kolay değildir. Alınan toprakların mülkiyetinin “kime” ait olacağı hakkında Hz. Ömer bir ictihad yaparak oraları “Mücahitlere/Fatihlere”(?) dağıtmayıp, “Devlet mülkiyeti”ne geçirdi. İki gerekçesi vardı: 1-Zeginleşme ile savaşacak asker sayısının azalması korkusu, 2-İşgal edilen(fethedilen) ülkenin halkının köleleşmesi durumu. Böylece toprak devletin, dolayısı ile de Halifenin/Sultanın tasarrufuna bırakıldı. Devlet veya Halife-Sultan da Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi/gölgesi(Zıllullahi filard) olarak görüldüğü için, onun tasarrufları, kamusal-ahlaki tartışmaya kapalı ve dinsel olarak meşrulaştı. İslam imparatorlukları fey, has, zeamet, tımar, miri arazi gibi siyasi-hukuki yapılarla/tasarruflarla bu uygulamayı sürdürdüler. Böylece devlete ait olan egemenlik/otorite ve mülkiyetin “herkese ait olan” mülk ve otorite olması gerektiği fikri yerine; “hiç kimseye ait olmayan”, zımnen “Allah’a ait olan” otorite ve mülke dönüştü.
Burada metafizik/ontolojik anlamda mülkiyet(lehu’l-mülk) ve otoritenin(ini’l-hukmu illa lillah) bütünü ile Allah’a ait olduğu Kur’ani tezini, Dünyevi(ekonomik)-siyasal mülkiyet-otorite mevzusu ile karıştırmamak gerekir. Hz. Ebubekir’in, Kamu Bütçesi(Beytulmal) duyarlılığı ile merkezi otoriteye “Vergi(Zekat)” vermeyen Müslümanlar ile savaşmasını, II. Halife Ömer döneminde başlatılan ve önemli bir saiki “ganimet” olan gayrimüslimler ile savaşlar(cihat-fetih) ile mukayese etmek lazım. İbn Haldun, Arap siyasal aklını üç köklü residue(bakiye/tortu)/saikin daimi olarak motive ettiğini söyler: Ganimet, Kabile ve Akide. (Cabiri, el-aklu’l-Siyasiyyi’l-Arabi. Beyrut. 1997. 57 vd.)
İslam toplumlarındaki siyasal erkin tasarruflarının gerekçelerini bütünü ile halka açmama/hesap vermeme anlamına gelen “Hikmet-i Hükumet” anlayışının, arkasında “Hikmetinden Sual Olunmaz” bir Allah anlayışının/tasavvurunun/yorumunun olabileceğini tahmin etmek, güç olmasa gerek: Gökteki tasavvurun yeryüzüne yansıması.
II
Osmanlının son dönemlerinde “Mülkiyet ve Arazi Kanunnamesi” ile devlete ait mülklerin bir kısmı özel mülkiyete geçirilmeye çalışıldı. Cumhuriyetten sonra da buna devam edildi. Bu süreç içinde devlete ait “Arpalıklar”ın ,“Vakıf veya Miri Arazilerinin”, kurucu şefler tarafından kimlere “peşkeş çekildiği” pek açık değildir; daha doğrusu, pek açıktır. Ancak, siyasal elitlerin ve vatandaşların genel tutumuna bakıldığında, devlete ait olanın “hiç kimseye ait” olmadığı şuuraltı kabulü ile hareket ettiğini rahatça görebiliyoruz. Bunun sebebi, -kanaat-ı acizaneme göre-, devlet mülklerinin “ganimet” olarak gayri meşru anlamında “haydan gelmesidir”; çünkü, kolayca “huya gitmesi” bundandır. Burada “Hayy ve Hu” sıfat ve zamirinin(Allah), ifadede/deyimde(“Haydan gelen, huya gider”) maruz kaldığı deformasyona dikkat etmek gerekir. Avrupa’da olduğu gibi, kamu bütçesi “vergi”lerden oluşsaydı; ne siyasiler, ne de halk ona bu kadar kolay el uzatamayacaktı. Muhtemelen Osmanlı dönemine ait: “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” sözü, -az da olsa- toplumun belli kesimlerinde kabul görmüş olsa gerek. Devlet mülkiyetinin ağırlıklı kaynağının “ganimet” olarak gasp olması, (siz istiyorsanız “fetih” deyin; ancak, Kur’an’a dayanarak gerekçelendirmekle yükümlü olduğunuzu unutmayın), ganimet kesilince ekonominin de zora girmesini ve sonunda “Duyun-i umumi” ile çökmesini doğurdu.
Ayrıca, o çok övündüğümüz “Vakıf” sisteminin arkasında da sadece sivil/bireysel olarak dindarca “Kamu”yu(Halkı) düşünme değil; bununla birlikte, kamunun/devletin mallarını devlet ricalinin(siyasi-bürokratik zevat) bireysel mülküne geçirme güdüsü de olduğu bilinmektedir.
Şimdi, -hâlâ devam eden- kamu(herkes) malına karşı siyasal-toplumsal duyarsızlığımıza ilişkin birkaç soru soralım. Osmanlı’nın meşhur sufi şairi koskoca Şeyh Galip: “Esrarımı Mesneviden aldım/Çaldım ise,miri malı(kamuya ait, devlet malı) çaldım.” derken, bu rahatlığı nereden geliyor dersiniz?
1960’lardan itibaren göçün başlaması ile, büyük şehirlere akın eden Anadolu’nun saf(?) çocuklarının devlet arazilerine “Gece Kondu” yaparken; siyasilerinin de kamu bütçesini kullanarak bunlara “altyapı” hizmetleri ile birlikte onlara tapularını verirken bu kamuya/herkese ait olan arazilerin “hiç kimseye ait olmayan” kodu işbaşında değil miydi? -Ben de dahil- herkese ait olan hakkı(arazi-emlak), kim, kime hangi yetki ile “beleş” olarak vermektedir? Gecekondu sahipleri, arsaları karşılığı müteahhitlerden 2-3-4…daire alırken; mevcut kanunlara(hukuka) riayet edenler veya bunu “akıl”(?) edemeyenler, yani kurnazlık yapmayanlar neden mağdur edilmektedir? Şahsen benim payımı, her kim “gasp” etmiş ise, gasp ediyor ise, hepsine zıkkım olsun.
Anadolu halkının: “Bal tutan, parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”atasözleri ile onayladığı şey, devlet ricali ve bürokratların kamu malını çalmalarını ve rüşveti onaylaması/meşru görmesi değil midir? Bunun sebebi ise, ekonomik yoksulluktan(mülkiyetsizlik) kaynaklanan devletten “nemalanma” beklentisi değil midir? Eski Başbakanlardan Yıldırım Akbulut, sonradan tekrar siyasete girmek için Erzincan’ın köylerini dolaşırken bir köy kahvesinde geçmişteki temizliğini/kamu malı çalmamasını ileri sürerek tekrar oy isterken, yaşlı bir köylünün: “İyi mi ettin; biraz da sen alsaydın ve bize de verseydin.” demesi, bu “norm”alliği ifade etmez mi?
Siyasilerde ve seçmenlerde “hırsızlık” denince kişilere ait korunaklı/kilitli özel mülkün çalınmasının anlaşılması; devlete, dolayısı ile de “ortada” olan, “tüyü bitmemiş yetim” dahil, “herkese” ait “kul hakkı” yani kamu hakkının “çalma” konusu olmaması tesadüf müdür? Kamudan çalmayı, vergi(zekat) kaçırmayı itiyad haline getirmiş muhafazakâr iş adamı, “Zekat” adı altında sadaka dağıtarak vicdanını temizlemeyi “norm”alite haline getirmiş değil midir?
“Devletlu” kavramının, hem siyasi-bürokratik kimse; hem de aynı anda “zengin kişi” anlamına gelmesi tesadüf müdür? Devletin, Kamunun/Hazinenin/Herkesin en önemli gelir kaynağı olan vergi(zekat) kaçakçılığının arkasında yatan kayıtsızlığın kaynağı nedir?
1950’den beri, sağcı-muhafazakârların kamu arazilerini Belediyeler veya merkezi hükumetler eliyle “faiz” kazancını bine katlayan “rant”lar ile kolayca “temellük” etmelerinin arkasında da bu kamuya, yani “herkese” ait olanın “hiç kimseye” ait olmadığı anlayışı yatmıyor mu dersiniz? (Ateşli/radikal eski “İslamcı” bir milletvekili: “Belediyeden bir arsa aldım; Cenab-ı Allah’ın takdiri ile, elli daire düştü.” demiş.). Allah’tan cesaret alarak “faiz”in üzerine kolayca kalem oynatan, tefecilik ile banka kredisini ayıramayan, idare-i maslahatçı, ulema-i rüsumdan “fetvacı” büyük fakihlerimiz/hocalarımız, neden faizden bin kat daha “haksız” kazanç sağlayan “emlak rantları”nın helallığı- haramlığı, bunlardaki kamu payları üzerine tek kelam etmezler? O “gavur” dediğiniz Avrupalıların rant gelirleri konusunda Kamu paylarına ilişkin kılı kırk yaran mevzuatları “işinize/çıkarınıza” gelmediği için hiç dikkatinizi çekmez mi?
Kendi sınırları(Daru’l-İslam) dışındaki bütün ülkeleri “Sürekli Savaş Hali” (Daru’l-Harp) durumuna çevirip, oradan her şeyi “gasp” etmeyi helal gören büyük fukahamız, hangi Kur’an ayetine dayanıyorlardı? Geliştirdikleri bu teolojiye rağmen, nasıl olup da hâlâ “İslam Barış Dinidir” diyebiliyorlar?
Fukaha/Ulema ve Kadılar, “Şeriatın(kamunun) Bekçileri” olarak, tarih boyunca siyasal iradeden bağımsız ve korkusuz oldukları oranda “kamu”nun malını ve haklarını korumaya çalıştılar. Ancak, “Ulema-i Rüsum(Resmi Ulema)”un Sultanlara daima istedikleri “fetva”ları verdiklerini biliyoruz. Bu gün de aynı durum devam etmiyor mu?
Batıda bir taraftan Fransız Devrimi ve “Toplum Sözleşmesi” teorisi; diğer taraftan, Endüstri Devrimi ile Feodaliteden ve dinsel “Cemaat” yapılarından uzmanlaşmaya dayalı modern toplum(Cemiyet) yapısına geçişle birlikte devletin/kralın egemenlik yetkisinin/otorite oluşunun ve mülkiyetin Kilise ve Aristokrasiden Burjuva sınıfının öncülüğünde topluma yani “Kamu”ya transfer edildiği bilinmektedir. Cumhuriyet, Hukuk Devleti, Demokrasi, İnsan Hakları… vs. kavram ve kurumlarının böylece geliştiği bilinmektedir.
Diyorum ki, Eş’ariliğin Allah tasavvuru yerine, Mutezilenin(Adalet) veya Maturidiliğin(Hikmet) tasavvuru egemen olsaydı; siyasi erk zorla değil de seçim-rıza, oydaşma/şura ile oluşsaydı; temellükün temeli zorla toprak işgali(ganimet) yerine; rızaya dayalı ticaret, üretim, emek, miras…tan doğan vergi(zekat) olsaydı; devlet mülkiyeti yerine özel mülkiyet esas olsaydı… Kamu(herkese ait) devlet malına karşı bu akıl almaz hoyratlığımız yine ortaya çıkar mıydı?