Türkiye’de Sekülerlerin ve Muhafazakârların “Üniversite” Algısı

İslam Dünyasında “Merak/Taaccub”un Başlaması ve Bitmesi

Yedinci yüzyıl ile dokuzuncu yüzyıl arasında “Teolojik Düşünme”yi (Dâhili İlimler: Kelam-Fıkıh, Tefsir, Hadis, Tasavvuf) başaran Araplar, 9-13. yüzyıllar arasında Yunanca’dan, Süryanice’den, Farsça’dan ve Hintçe’den çevrilen “Harici İlimler” aracılığıyla Felsefe ve Bilimsel düşünme ile tanışmış hatta onlara bazı katkılarda bulunmuşlardır. Bunda Müslüman olan milletlerin hepsinin payı vardır. Emevi ve Abbasilerin orta dönemlerine kadar etkinliğini sürdüren Mu’tezile’nin (logos) boğulması, Tasavvufun (mitos-mistik) giderek etkinlik kazanması ve Moğol İstilası, İslam’ın “altın çağı”nı giderek sönümlendirmiştir.

12. yüzyıldan itibaren Arapça yazılmış Felsefi-Bilimsel eserlerin Latinceye çevirisi ile Batılılar (İbn Sina ve İbn Rüşd örneklerinde olduğu gibi), skolastik-teolojik düşünceden sıyrılıp, Felsefi Bilimsel (mantıkî-nedensel) düşünme yolunda ilerlerken; Türklerin hegemonyasında (Selçukîler-Osmanlılar) İslam imparatorlukları Gazzâli (Eşari-Tasavvuf), Sühreverdi, Molla Sadra, Devvani (İşrak Felsefesi) ve İbn Arabi, S. Konevi, D. Kayseri (Tasavvuf) önderliğinde “Teosofi-Teoloji” yolunda yürümeyi tercih etmişlerdir. Akdeniz’in doğusu, “Doğu”lulaşmıştır. Batılılar, 16. Yüzyıldan itibaren fiziksel morfolojileri ve toplumsal formasyonları, Felsefe ve Bilim ile (Keşifler) kavramsallaştırmaya çalışırken; Müslümanlar, düşüncede fiziksel ve toplumsal gerçekliklerden (nedensellik-olgusallık) koparak “Medreselerde” skolastik-metafizik-mistik olarak kaldılar.

Hukuk/Fıkıh alanında Şatibi’nin “Makasıt” teorisi, Kıyasın, kaynakları -“Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına uydurma” ifadelerinde kendini ortaya koyduğu gibi-, sömürmesini (semerelendirilmesi/istismaru’l-elfaz) sona erdirecek verimli metodoloji önerisiydi. Fakat itibar edilmedi.  İbn Haldun, Marx’ı önceleyen Tarih Felsefesi ve Annal Tarih Okulunu önceleyen “Sosyal Tarih/Tarih Sosyolojisi” teorileri ile “semasında tek yıldız” olarak kaldı. Osmanlıda Takiyuddin’in Kozmoloji çalışmalarına itibar edilmediği gibi; kurduğu rasathane, skolastik sofular tarafından yerle bir edildi.

Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Naci Fikret ve Namdar Rahmi Karatay’ın öncülüğünde  ve “Yeni Fikir” dergisi etrafında bir gurup yazar-düşünür tarafından kurulan “Konya Enerjetizm Okulu” , Naci Fikret’in dizelerinde ifade ettiği gibi, hiçbir etki uyandırmadan hayal kırıklığı ile sona erdi: “Bilmem ki ne olmaktı senin gayen-maksadın/ Fare gibi, kitaplar arasında yaşadın/ Ne dans ettin, ne de sevdin kız, kadın/ Kim dedi, be hey serseri, sağlığına kıy diye/ Geçti Bor’un pazarı; sür eşeği Niğde’ye.”

Çöküş ve  Batı’yı Taklidin Başlaması

Batıda meydana gelen bilimsel keşifler (tabiat bilimleri-sosyal bilimler) ve teknik icatlar, endüstri devrimini ve ekonomik zenginlikleri yarattıktan sonra; Osmanlı imparatorluğu, Batı karşısında tutunamadı ve yıkıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet, Osmanlı’nın Batıda olup bitenleri anlama ve kendini yenileme çabaları idi. Medreseler ıslah edilmeye çalışıldı, üniversitelerin temeli atılmaya çalışıldı (Daru’l-Fünun); ancak, yıkılış durdurulamadı.

Cumhuriyet Devrimleri, radikal bir kültürel “reddi miras” olarak her alanda “batılılaşma” veya “çağdaşlaşma” olarak gerçekleşti. Batıdaki her şey (Ulus Devlet/Milliyetçilik, Laiklik, Hukuk, İktisat, Bilim, Sanat, Mimari…) taklit edilmeye çalışıldı. Dünya görüşü olarak dinin yerine, revaçta/yükselişte olan “pozitivizm”, eğitimin/insan yetiştirmenin temeli haline getirildi: “Hayatta en ‘hakiki mürşit’ ilim/fen (bilim) dir” cümlesi, M. Kemal Atatürk’ün şiarı idi. Şeriat, hilafet ve tarikatlar ilga edildikten sonra, din “Diyanet” kurumu aracılığı ile kontrol altına alındı. Dine yönelimler, “irtica” olarak yaftalandı ve kriminalize edildi. Olup bitenler, muhafazakâr halk kesiminde derin bir içerleme ve uçuklama yarattı.

Tanzimat ve Meşrutiyet yıllarında “Jön Türkler”de başlayan “pozitivizm” sevdasını Yusuf Akçura şöyle nitelemektedir: “Eskiden medreseliler İmam-ı Ali’den, Muhyiddin-i Arabi’den, Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden muhakemelerini yürütürlerdi. Yeni muharrirlerimizde ise, aynı esaret vardı. Fakat bu defa Şark imam ve müellifleri yerine, Garp muharrirleri, feylosofları kaim oldu. Bu sefer muharrirlerimizin senedi Rousseau, Spencer, Büchner, Demoulins, hatta Gustave le Bon oldu.” (Aktaran, Timur Kuran. Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 23).

Timur Kuran, benzer tutumun Cumhuriyet döneminde şiddetlenerek devam ettiğini söylemektedir: “Türk devriminde bilim, soyut bir kavram ve ilke olarak Atatürk’ün karizması sayesinde belli bir “kutsallık” kazanmış ve bu haliyle birçoklarınca dine rakip bir statüde algılanmıştır. Kemalist pozitivizm, tam da bu yüzden İslamcıların boy hedefi haline gelmiş ve ağır hücumlara uğramıştır. Adnan Adıvar, bu pozitivizmin Cumhuriyet Türkiye’sinde eskiden İslamî dogma nasıl empoze ediliyorsa, öyle empoze edildiğini söylerken, aynı itirazı dile getiriyordu. Gerçekten de Fransa’da yüzyıl önce Saint-Simon bilimi nasıl kutsal kılmaya çalışmış ise, Atatürk Türkiyesi’nde de “Bilim” kavramı, kutsal bir yere oturtulmuştur.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 34-35). Hasılı, teolojik dogmatizm (skolastik), kolayca yerini bilimsel dogmatizme (pozitivizm) bırakmıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanya’da gelişen “Beşeri Bilimler (Geistesswissenchaften)” teorisi ve bu bilimlerin metodolojisi için önerilen “Hermenötik” teori; Frankfurt Okulunun “İdeoloji Eleştirisi” teorisi; Viyana Çevresi düşünürlerinin “Metafizik/Felsefe Eleştirisi”; Fransa merkezli “Post-Yapısalcılık” ve “Post-modernizm (Deconstruction)” teorileri; T. Kuhn, K. Popper ve P. Feyerabend’in Pozitivist bilim felsefelerine yaptıkları eleştiriler, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimin müstağni/mütekebbir karizmasını epeyce çizerek onu kendi sınırlarına geri zorlamıştır. Bu etkiler, Türk üniversitelerinin “pozitivist” kadrolarında hakkı ile içselleştirilmiş görünmüyor.

Cumhuriyetin onuncu yılında (1933) yapılan” Üniversite Reformu” ile Almanya’dan gelen bilim insanlarına Türkiye’de “Üniversite”nin kurumsallaşması için görevler verilmiştir. Bu çaba, belli oranda da başarılı olmuştur. Öncelikle devrimleri benimsemiş seküler kuşaklar, arkasından muhafazakâr nesiller taklit ile başlayarak “bilim” yapmaya çalışmışlardır. ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Hacettepe, Atatürk Üniversitesi, Ankara Üniversitesi gibi devlet üniversiteleri;  1980 ihtilalinden sonra kurulan Bilkent, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteler, belli oranda başarı ortaya koymuşlardır.

“Derviş Devlet (Mistisizm)” ve Felsefe-Bilim

Türk Üniversitelerinin bilimsel performansını konuşurken, bu alanda Batı ile bir “Derviş Devlet” olan Osmanlı Toplumu arasındaki tarihsel mesafeyi dikkate almak gerekir. Epey bir oranda “mitolojik” ve de “teolojik” düşünme aşamasında kalmış bir toplumun, “bilimsel düşünme” aşamasına sıçraması (arada felsefi düşünme aşaması var), sanıldığı gibi kolay değildir. Batıda burjuva sınıfının yükselmesi ile felsefi ve bilimsel düşünmenin yeniden çiçeklenmesi arasında nedensel bir ilişki söz konusudur. Kilisenin dogmatizmine karşı, filozofları ve bilim insanlarını burjuva sınıfı korumuş ve desteklemiştir.

Mistik-mitolojik (menkıbevi) düşünmeyi temsil eden tarikatların Osmanlı Devleti ile olan ilişkisini Timur Kuran şöyle tasvir ediyor: “Osmanlılarda tarikatçılığın devletin kuruluşuna uzanan bir tarihi vardır. Bunlardan bir kısmı, egemen sınıfların çıkarlarını temsil etmiş, merkezde Saray ve yönetici oligarşinin, taşrada da derebeylik, ağalık kurumlarının ruhani planda meşru sayılmasına destek olmuştu. Buna karşılık bir kısmı da Marx’ın deyimi ile “kalpsiz bir dünyanın ruhu” olmuş ve ezilen halkın “protestosunu” ifade etmişti. Daha Anadolu Selçukluları döneminde Baba İshak’ın ayaklanmasına tanık olduğumuz bu hareket, daha sonra Şeyh Bedrettin’e, oradan da “Hurufiliğe” uzanan mistik ve eklektik öğretilerle yoksul sınıfların devlete karşı isyanını dile getirmiştir.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği, s. 24). Teolojik düşünme ise, -büyük ölçüde- medreselerde klasikleşmiş birkaç kitaba şerh, haşiye, hamiş, zeyl, telhis… şeklinde skolastik bir tarzda geviş getirme ve cepten yeme idi.

Türkiye’de Muhafazakârların, -seküler ve solculara nispetle- felsefe ile başları pek “hoş” olmasa da “bilim”e bakışları aynı değildir. Oysa felsefi merakı olmayan, bilim yaratamaz. Ta başından beri, felsefe ile bilim, at başı gitmişlerdir. En azından Batıdaki hikâye böyledir. Teknoloji ve onun verimi olan finans, son aşamalardır.

Muhafazakârların, bilime teolojik/dini “ilim” kavramından gelen organik bir sempatileri vardır. Sosyal bilimlerin verilerine, fizik/tabiat bilimlerinden daha az itibar ederler. Bu tutum “pozitivizm” karşıtlığından veya teolojik-metafizik (medrese) bilinçaltından geliyor olabilir. “Pozitif/fizik bilimler”e bin senelik “yitik” bir şey (müsbet ilim) olarak bir özlemleri vardır. Ancak, Türkiye’nin kuruluş aşamasındaki din ile “rekabeti”, onunla aralarını nispi olarak soğutmuştur. Bilimin sonuçları olan “teknoloji”yi pek severler; “icad çıkarma”salar da. Modern teknolojinin (robotlar, gen teknolojisi, big data verileri…) ekosistemi tümüyle “rezerv/stok” olarak gören; insanlığın tabiatını dönüştüren, ruhunu iğfal eden “şeytansı (Ge-stell/Heidegger-Homo Deus/Hariri)” tabiatından pek haberleri yoktur. Ona, -meşakkatini gâvurun çektiği- “nimet” gözü ile bakarlar.  

1950’lerden itibaren Türk (liberal) sağı, “Üniversite” ile barışmıştır. Muhafazakârlar, bilimin itibarını (titr) kullanmaktan (Prof., Doç., Dr.) çok hoşlanırlar; her yerde kullanırlar. Ancak bilimsel keşif yapmanın veya icat çıkarmanın ön şartı olan soyut düşünme, felsefe, şüphe etme, merak, sabır, meşakkat, nedensellik ve özgürlükten çok hoşlanmazlar. Bu iklimin yaratıldığı Batı üniversitelerine gidenler, başarı sağlıyorlar. Genetikte bir sorun yoktur; şifahi-şiir (Ozan) kültüründen geliyor olmanın sonucu olsa gerek (“Ozan, dinleyecek kulak ister; velev ki camış sürüsü olsun”, Nietzsche).

Hayret ile Birlikte Merak

Üniversite, Hukuk/Yargı ve Din, irfanı hür-vicdanı hür insanların deruhte edebileceği kurumlardır. Batıda olduğu gibi devlete bağlı, fakat siyasi erkten bağımsız/özerk olmaları gerekir. Doğrudan siyasete bağlanması, onları çürütür. 1960-1980 arasında üniversiteler politik-ideolojik (sol-sağ) kavgaların arenası durumundaydı.  1980-2000 arasında ise askeri vesayetin (YÖK) emrindeydi. Ak Parti, iki binlerde iktidara geldiğinde, üniversiteyi özerkleştireceğini vadetti. Ne var ki, YÖK’ü kaldırma veya ıslah etme yerine, Rektör atamaları ile kontrol altına almaya (siyaset) çalıştı.

Üniversitede esas olan uzmanlaşma ve ekolleşmedir. Birincisi, ülke ihtiyaçlarından; ikincisi, kendiliğinden oluşur. Üniversitenin birinci misyonu “bilim yuvası” olmaktır, “meslek ocağı” olmak, ikincildir. Sayıları iki binlerden sonra artan özel Vakıf Üniversitelerinin bir kısmı, -çok katlı otoparktan üniversite binasına dönüştürülen örnekleri ile- birer “ticaret hane”dirler. Bina ve nicelik/sayı, “üniversite (bilim)” kavramı ile aslında çelişiktir; olsa olsa iş, inşaat ve istihdamdır. Batıda da bu yönde bir eğilim vardır; ancak sıralamada ilk beş yüze giren üniversitelerin çoğu oradadır. Bizde ise, son yıllarda bir gerileme söz konusudur.

Mitolojik veya teolojik düşünme aşamalarından felsefi-bilimsel düşünme aşamasına –Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- geçmenin “uzun atlama” gibi bir yolu yoktur; öncelikle “merak etme”yi öğrenmemiz gerekiyor. “Hayret/Hikmet” ise, bir hadiste buyrulduğu gibi, nerede bulunursa alınması gereken “yitik”tir.  Felsefi-bilimsel düşünme aşamasına geçmek, -Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- toplumun kültürel kimlik kodlarından (kimlik teknolojisi) kopmayı gerektirmiyor. Kodların ıslah edilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi de Üniversitenin sorumluluğundadır.