20.6.2015
1- Genel Mülahazalar
Cumhuriyet devrimlerinin yarattığı kültürel travma ve mağduriyet, dindar halk kitlesinde tarih boyunca tarikat, cemaat, dernek, vakıf ve parti teşkilatları ile kültürel ve siyasal kristalleşmelere vücut vermiştir. The Cemaat/Hizmet Hareketi ve Milli Görüş/İslamcılık ve iki binlerden sonraki dönüşümü ile Ak Parti/Muhafazakâr Demokratlık, “İslami Dava” hareketlerinin son otuz-kırk yılda Türkiye’deki en başarılı iki versiyonudur. Bu yazıda bu iki hareketin ikibinlerden itibaren iktidardaki ahlaki-dini performanslarını irdeleyeceğiz.
Bu iki Sünni hareket de, kendi perspektiflerinden Cumhuriyet tarihi boyunca M. Kemal Atatürk, CHP ve TSK’nın bürokratik-kurmay heyeti tarafından zorla erozyona uğratılan İslami kimliği güçlendirmek ve çağdaş-laik kültürel Batıcılığı durdurmak ve geriletmek için çaba sarf etmektedirler. Bu iki hareketin de mevcut küresel kapitalist ekonomik-teknik sistem ile herhangi bir metafizik-etik sorununun olduğu söylenemez; en azından öyle bir “dava”ları yoktur. Her iki hareket de, naif olarak, iktidarda Müslümanların/dindarların olması ile her şeyin “İslamî” olacağı zannına sahipler.
En genel anlamda ve öncelikle bu hareketlerin, İslam’ın doğuşundan 1400 sene sonra ve bu dinin son siyasi-kültürel bedenlenmiş hali olan Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ortada kalan Sünniliğin İman-ahlak ve teolojik gücü veya güçsüzlüğü üzerinde yükseldiklerini hatırlamamız lazım. Merhum Mehmet Akif’in “Safahat” adlı eseri, bu kimliğin ahlakî-teolojik durumunu terennüm eder: “Kaç hakiki Müslüman gördüm ise, hep makberdedir / Müslümanlık, bilmem amma galiba göklerdedir.” Bu hareketlerin iman-ahlak güçlerinin ne kadar olabileceği hakkında önce Kur’an’dan bir ayet ile konuya ışık tutmamız lazım: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine inen haktan/hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Müminler, kendilerinden önce Kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar(Yahudiler) gibi olmasınlar; bunlardan birçoğu fasık kimselerdir.”(57/16)Birinci veri ve zemin budur.
Müslümanlığın üzerinden de 1400 sene geçmiştir. İkinci zemin, bu süre içinde yorum fırtınaları ile Sünni teolojinin içinde bulunduğu teolojik-epistemolojik, entelektüel kapasitedir. Bu teolojinin Mürciî/Maturidi-Tasavvufi Türk(iye) versiyonunda amel/ahlak, imandan koparıldığı; iman da “inanç”a indirgendiği(tasdik) ve ibadet-i mersumeye(namaz, oruç, hac, zekât, kelime-i şehadet=İslam’ın 5 şartı) haddinden fazla önem atfedildiği halde; siyasal, ekonomik ve toplumsal ahlaka/kamu hakkına fazla itibar edilmediği, herkesçe malumdur. “Safahat”, bu açıdan da mühim bir ahlaki-antropolojik belgedir. Konu dışı olduğu için, Sünni teolojinin teorik sorunlarına girmiyoruz. Üçüncü zemin, seküler kapitalizmin küreselleşmesi ile insanın bütün içgüdü-arzu(heva-nefis) kapasitesini sonuna kadar “şellâle” haline getirdiği(postmodern durum) ve bu arzuların nesnelerini(emtia) bolca önüne yığdığı ve akşam-sabah reklamını yaptığı halde; ülkemizin ekonomik olarak görece –tüketimin kriteri olan Batıya nispetle- zayıflığından dolayı, herkesin arzularını tatmin edecek/tüketecek araca(paraya) yeterince sahip olmaması ve devletin hâlâ Türkiye’de ekonomik imkâna/devlete kavuşmanın en büyük aracı oluşudur: “Devlet malı, deniz,…”. Bu bağlamda, tüketimde eskilerin/İslam’ın sabır, kanaat, iktisat,… vs. değerlerinin hayli zayıfladığını herkes biliyor.
Bu zeminleri kuşatan daha geniş bir zemin olarak da “Doğulu” siyasal aklın genel bir karakteri olarak asla “ayıp” saymadığı -Batıda daha ziyade “Şövalye/Donkişot-Düello-Challenge=Meydan okuma” ruhu egemendir- ve siyasetin doğası olarak gördüğü takiyye, yalan, hile, tuzak, kumpas, pusu, Şark kurnazlığı, saman altından su yürütme ve arkadan hançerlemeyi eklemlememiz gerekir. Doğunun ikinci siyasal kodunun “Çoban-Sürü İlişkisi” olduğu da ayrı bir gerçektir. Her iki gurubun da bu genel sıfatlar ile mücehhez olarak siyaset yaptıkları izahtan varestedir. Şimdi bu genel çerçeve içinde bu iki hareketi biraz daha yakından irdeleyelim.
2- The Cemaat/Hizmet Hareketinin Dindarlık-Ahlaki Kapasitesi
Cemaatin, İslami Dava hedefini başlangıçta Türkiye ile sınırladığı halde, daha sonraları giderek bir “Mehdiyet” telosu ile cihanşümul bir İslami “Temsil” misyonuna kendini konumlandırdığı/adadığı bilinmektedir. Mistik bir epistemoloji ile kendini İslam’ın metafizik-etik özünü “kesin-mutlak” bir şekilde kapsadığı/tükettiği kanaatine varan Fethullah Gülen, hiyerarşik bir örgütlenme tarzı ile hem Türkiye’de hem de dünyada politik stratejilere girişti. Şimdi bu stratejik-politik atraksiyonların dini-ahlaki muhtevalarını irdelediğimizde, başta kendi olmak üzere müntesiplerinin de ideal “Dava”nın nihaî başarısı için, niyetleri halis(Allah rızası ve Cennet arzusu) olmak üzere, pratikte İslami-ahlaki olmayan bir sürü eyleme giriştikleri gözlerden kaçmamaktadır. Evrensel olarak, Din’in nihai gayesi “insanın elinin dolu olup-olmaması değil; temiz olup-olmaması” ise; mevzuya bu açıdan bakacağız.
İslam tarihinden niyeti halis olduğu halde dogmatik cehaleti sebebiyle veya mistik sezgileri-hezeyanları ile kafalarında yarattıkları “mutlak-kesin” İslami dava için açık/şeriata göre ahlaksızlıklar-günahlar işleyen bir sürü örnek biliyoruz. Hariciler ve Haşhaşiler, buna sadece iki örnektir. Cemaatin, politikanın doğulu tabiatı olarak meşru gördüğü “kumpas”lar ile bir tarihten itibaren politik rakibi olarak gördüğü Ak Parti’ye karşı takındığı tavrı(17-25 Aralık); elde ettiği bilgileri paylaştığı iddia edilen -çünkü hukuken henüz ispat edilmiş bir sonuç elimizde yoktur- ülkeler (ABD, İsrail…) ile giriştiği ittifakın ahlaki muhtevalarının meşruluğu sorununu es geçerek; kendini, -güttüğü İslamî davanın nihaî başarısı(!) için- güçlendirmek gayesi ile elemanlarını kamu görevlerine -dolayısıyla da kamu menfaatlerini elde etmeye- yerleştirmek için “iyi niyetle/kitabına uydurarak/hile-i şeriyye ile” soru çalması, -eğer hukuken bağımsız mahkemelerce ispat edilirse- bu yapının dini-ahlaki vicdan katsayısını, doğru-yanlış tartma kapasitesini açıkça ele vermektedir. Hedefi için “engel” olarak algılanan vatandaşlara reva görülen hukuksuzluk, yine bu ahlaki-vicdani kapasitesizlik ile ilgilidir. Başka söze hacet yoktur.
3- Ak Parti’nin Dindarlık-Ahlaki Kapasitesi
Milli Görüş/İslamcılık davasının, altmışlı yıllardan ikibinli yıllara kadar Türkiye’de “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” olan dindar halkın kültürel–ekonomik mağduriyet davasını ihlas ile yürüttüğünü biliyoruz. İkibinli yıllardan itibaren “gömlek değiştirilerek” ve “Muhafazakâr Demokrat” kodlaması ile yeni bir hüviyet kazanan Ak Parti, kurulduğu yılda toplumun teveccühünü kazanarak iktidara geldi. Cemaat ile işbirliği halinde “vesayet” rejimini ilga etmek; dindar(başörtüsü), yoksul ve Kürtlerin mağduriyetlerini ortadan kaldırmak için ciddi adımlar attı. Adındaki “adalet” ve “kalkınma” doğrultusunda ciddi işler yaptı; halk da teveccühünü sürdürdü. Bu teveccühün ahlaki saiki olduğu kadar, pragmatik/nemalanma saikinin de en az birinci kadar geçerli olduğu, herkesin malumudur. Ak Parti, bir taraftan da İslam dünyasındaki mağdur kitleler(Gazze, Myanmar, Suriye, Balkanlar, Afrika…) ile de ilgilenmeye başladı. Hasılı, “büyük” sevaplar işlediler.
Partinin başta Lideri R. T. Erdoğan olmak üzere, baş aktörleri, kendilerini gerçek bir politik güç olarak hissetmeye başladıkları andan itibaren, Cemaatte gördüğümüz gibi, bir taraftan kendilerini “İslam”ın Türkiye’de ve dünyada politik “temsilci”si ve kendi yarattıkları İslam imgesini de -doğal olarak bütün “Mezhep”lerde olduğu gibi- “kesin-mutlak” ve “sahih” olarak lanse etmeye başladılar. Cübbeli Ahmet ve Diyanet’in kontrolünde olan İslam imgesi ve organların da bu politik temsile destek verdikleri, kamuoyunun malumudur. Diyanet İşleri Başkanı’nın sıfatı saygın bir “Âlim-Bürokrat” olması gerektiği halde; giderek “Vatikan-Papa” ile mukayese edilerek kutsal bir “Dini Lider” pozisyonuna dönüştürülmeye başlandı. Başkanın bazı tasarruflarının seçim öncesi tartışma mevzusu yapılmasından öte; İslami açıdan asıl önemli/ahlaki olan mevzu, başkanın sarığının göğe değeceği yerde, siyasi otoritenin eteklerine değmesidir.
Diğer taraftan, Siyaset dilinin, “Din Dili”ne başvurması, -ki seçimler boyunca başta iktidar olmak üzere, korsan politik bir aktör olarak Cemaat dâhil yoğun bir şekilde bu dile başvurdu- içerisinde istismar, bağnazlık, dogmatiklik, şiddet, münaferet… barındırması ile; samimiyet, dürüstlük, merhamet, adalet… barındırması eşit düzeyde muhtemel ise; “Hal sâridir” fehvasınca, bu dilin dine değil, iyi/dini niyetle(Allah rızası-Cennet arzusu) “makuliyet/mantık ve ahlak”a dayanması, maslahat açısından daha doğrudur. İslamiyetin temeli de bu iki şeye dayanmıyor mu? Fakat her iki grup da bunu başaramadılar.
Partinin icraatlarından gelen % 50’lik teveccüh, bir zaman sonra Liderin hayatını ortaya koymasından gelen “Karizma”ya yöneldi. Karar alma süreçleri, ilk dönemlerinde olduğu gibi büyük ölçüde kolektif/çoğul/icma olmaktan çıkarak, bir kişiye bırakılmaya başlandı. Adeta, II. Abdulhamit dönemini tekrar yaşamaya başladık. Demokrasi prosedürü, araçsal olarak addedilerek tek adam rejimine ve kurumsallaşmış parti devletine doğru evrilmeye başladı. Muhalefetin iradesi, içtihad farkı olarak değil, dini saikler ile gayri meşru, hain, batıl, Haçlı ittifakı… vs. olarak görüldü. Sayın Erdoğan, “Ümmet” bilinci ile bir taraftan İslam dünyasına uzanırken; diğer taraftan, muhalefeti sanki düşman öteki olarak görmeye başlamıştı. İktidar ve Muhalefet arasındaki ilişki, politik “rekabet” olmaktan uzaklaşarak giderek “savaş” diline kaymaya başlamıştı. Bu duruma gelmede muhalefetin payı olmadığı söylenemez; ancak, “İdare-i maslahat” iktidarın görevidir: “Kinini yutarak, insanları affetmek”(3/134), dindarlığın bir gereğidir. Dini yorumu senin gibi olmayan insanlara bu muamelenin “İslamî” olduğundan ziyade; dogmatik/totaliter “mezhebi-Sünni” olduğu, aleykelbeyandır.
Ak Parti, iktidarı boyunca “İslam” sembolik kapitali veya “Dava”sı ile partililerin dürüst-vicdanlı siyasi-bürokratik kadrolarında “salih amel” olarak aktüelleşirken; vicdan kapasitesi zayıf, muhteris kadroların bu sayede Cemaatte olduğu gibi “kitabına uydurarak” veya “hile-i şeriyyeler” ile makam, mevki, para, prestij ve haksız çıkar elde etmelerini yaratıyordu. Yukarda bahsetmiş olduğum Anadolu coğrafyasının ekonomik zayıflığı ve devletin geleneksel olarak politik-ekonomik rant kaynağı oluşu, halkımız tarafından siyasi-bürokratik zevatın nemalanmasını -kendinin de nemalanması koşulu ile- zaten onaylanmıştır: “Bal tutan, parmağını yalar.”, “Harman koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.” 17-25 Aralık operasyonlarında adı kamu kaynaklarından kişisel menfaat elde etme “yolsuzluk/haksızlık”larına karışmış kişilerin(bazı Bakanlar ve çocukları) idari-hukuki takibata tabi tutulmamaları, kamu vicdanını yaralamıştır. Kadroların kamu hakkı/hukuku bilincinin seviyesi, kamu kaynaklarını kullanan/dağıtan bürokratik-siyasi zevatın icraatlarında kamunun gözüne batmaya başlamıştır. Ülkemizde kamu yararı gözeten vakıflara, kamu kaynaklarından pay ayrılması veya kamuya iş yapanlardan bu vakıflara yardım yapılması -tarihsel tecrübelerle de sabittir ki-, bu vakıfların mütevelli heyetlerinin veya bağış yapanların kişisel çıkar elde etmelerinin bir yolu/aracı olagelmiştir. Ülkemizde -Batıda olduğu gibi- bu faaliyetlerin hukuki, şeffaf ve denetlenebilir bir yapısı kurulamamıştır; kasıtlı olarak kurulmamıştır.
Sembolik olması hasebi ile, “Saray” mevzusunda da bir iki şey söylemek gerekiyor. Saray, İmparatorluk yapılarının siyasi merkezidir. İmparatorluklar devri de bitmiştir. İslami açıdan “Prestij için israf söz konusu olmaz” cümlesi sorunludur. İmparatorluk çökerken, sultanların borç para ile “Dolmabahçe Sarayı”nı yaptırmaları, tam bir sorumsuzluk ve israf örneğidir. Benzer şekilde, ekonomisi zayıf, halkının büyük bir bölümü kıt kanaat geçinen bir ülkede, kendi gerçekliğine mütenasip olmayan “prestij” arayışı, halkın bir kesiminin vicdanını yaralamıştır. Ayrıca, “Saray” imgesi, “Padişahlık” imgesini çağrıştırmış; bu da kitleleri korkutmuştur.
Son 7 Haziran 2015 seçimleri, toplumun çoğunluğu tarafından, Ak Parti’nin son döneminde ortaya koyduğu icraattan memnuniyetsizliğinin bir işareti olarak okundu ve kamuoyu, partinin kuruluş aşamasındaki “Fabrika Ayarları”na, yani diğerlerine nispeten -dindarlıktan gelen- ahlaki-demokratik kriterlere/kodlara tekrar geri dönmesini bekliyor/arzuluyor.
4- Yeni “Biz” Oluşturmanın Raconu
Batı’daki ulus devletlerin kuruluşunu taklit ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti, sekülerlik ve asimilasyon/milliyetçilik politikalarında yarı yarıya başarılı oldu. CHP ve MHP, sekülerlik ve asimilasyonu benimsemiş tabanı; AKP ve HDP ise, her ikisini de benimsememiş tabanları temsil ediyor. Bu durumda din üzerinden iki, etnisite/dil üzerinden de iki kimlik oluşmuş durumda(Seküler, Muhafazakâr/Dindar, Türk Milliyetçisi, Kürt Milliyetçisi). Bu gün karşı karşıya olduğumuz sorun, bu dört kimliğin demokratik çoğulcu bir prosedür ile, aynı gemide(ülke/yurt/vatan) oldukları ve gidecek başka bir yer olmadığı gerçeğini göz önünde tutarak, daha üst bir “Biz” kimliği oluşturmanın ahlaki-hukuki raconunu/sözleşmesini/anayasasını/değerlerini yazmak/yapmaktır. Bu durumda sekülerlerin, sekülerleştirme tutkusundan; İslamcı/Muhafazakârların, “dindar gençlik yetiştirme” politikalarından; Türk Milliyetçilerinin, asimilasyon politikalarından; Kürt Milliyetçilerinin de şiddet ve bölünme politikalarından vazgeçmeleri, böyle bir toplum sözleşmesi yapmanın a-b-c’si/elif-ba’sıdır.