29.5.2014
Somadaki maden kazasından kurtulan işçilerden birisinin ambulansa alındığında sedyeye yatırılırken ayaklarındaki çizmelerin sedyeyi kirleteceği kaygısıyla “çizmelerimi çıkarıyım mı?” diye sorması, Anadolu insanının “tüyü bitmemiş yetimin de hakkı olan” kamu malına karşı olan ahlaki duyarlılığını ortaya koyması bakımından kıvanç, onur, umut ve ibret vericidir. Umut vericidir, çünkü bu topraklarda devlet mülkiyetine çöreklenmiş, lügatinde “kamu” kavramı olmayan hırsız bir damar da vardır ve bu damar siyasette ve iş dünyasında çok da güçlüdür. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” diyebilen bu domuzlar sürüsü, sürekli “ekmek elden, su gölden”; “nerde beleş, orda yerleş”; “aş buldun giriş, iş buldu sıvış”… mantığı ile yaşamını sürdürür. İbret vericidir; çünkü kamu hukukuna riayet ve titizlik, genelde yoksul, emeği ile geçinen, üreten insanların kaygısıdır. Bürokrasi ve siyaset esnafı, bizim geleneğimizde “devletlü”ler (devletten geçinenler) olarak kamu malına karşı pek duyarlı değildirler. İş dünyamıza gelince, zaten vahşi kapitalizm, tümünün gözlerini bürümüş durumda.
Diğer taraftan bu cümle, Türkiye’de işçi sınıfının içinde bulunduğu “öğretilmiş çaresizliği”, sömürülme, haklarının peşinde olamama, sendikacılığın zayıflığı, özgüven eksikliği ve ezilmişliği yansıtmaktadır. Siyasi ve ekonomik iktidar, kendi hegemonyasını bu çaresizlikten devşirmektedir.
Kazaya iktidarın yaklaşımı ile muhalefetin yaklaşımı hemen farklılaştı. İktidar, denetimden doğabilecek dolaylı sorumluluğunu (kazadan iki ay önce noksan yoktur raporu verilmiş) üstlenmekte tereddüt halinde iken; muhalefetin bir kısmı, olaydan siyasi bir rant çıkarmanın peşine düştü. Milli bir felaketten siyasi bir rant elde etme düşüncesi, çirkindir. Ancak, Sayın Başbakan’ın gelişmiş ülkelerdeki bu gün itibari ile maden kazaları ve kazalardaki ölüm oranlarını ıskalayan bir genelleme ile, “kaza ve ölümün bu işin fıtratında olduğunu” ileri sürmesi, -2010’da Kozlu’daki maden kazasında da “bu işin kaderi bu” demişti- ciddi bir sorumsuzluktur. Oysa, bu hükumetin gerek İş Kanunu’nda yaptığı reformları, gerekse maden ocaklarındaki teknik güvenliği artırma noktasında attığı adımları biliyoruz. Ama Avrupa standartlarını göz önünde tuttuğumuzda, bir o kadar da hala eksiğimiz ve sorumsuzluğumuz var. Bilimsel olarak bugün kaza güvenliğinin gelişmiş Avrupa ülkelerinde % 98 olduğunu biliyoruz. Almanya’nın son 40 yıllık tarihinde ciddi bir tane dahi maden kazası olmaması, bu gerçeği doğruluyor. Ülkemizdeki maden kazalarının yoğunluğu ve kazalardaki can kaybı, işletmecilerin ve onları denetlemekle görevli siyasi-bürokratik ekibin ahlaki sorumluluk ve ciddiyeti ile doğru orantılıdır. Türkiye’nin kaza ve ölüm oranlarının Allahsız vahşi kapitalist Çin’in 2.5 katı, Avrupa’nın 30 katı olduğu, istatistiksel sonuçlardır. Yine ülkemizdeki maden işçilerinin aldıkları maaşlar, Amerika’daki maden işçilerinin 12’de biri, Avrupa’nın 10’da biri kadardır. Her iki istatistiksel sonuçların da teknolojik ve ekonomik gelişmişlikle doğru orantılı olduğu ortadadır.
Kazaları, felaketleri, faciaları Allah’ın planlaması (kader) olarak yorumlayarak patronların ve siyasilerin ahlaki “ihmal”lerini örtme teşebbüsü, öteden beri din konusunda yeterince aydınlanmamış İslam ülkelerinde ve ülkemizde siyasilerimizin ve patronlarımızın başvurduğu bir yoldur. Meşhur “tünel faciası”nda Suud Kralı, ölenlerin yakınlarının tazminat taleplerini “ilahi takdir” gerekçesi ile reddetmişti. Süleyman Demirel, kendi dönemindeki sel, çığ, deprem ve maden felaketlerinin tümünü “ilahi takdir” teorisiyle kolayca savuşturmuştu. Turgut Özal, suikast girişiminin arkasından kürsüye çıktığında kurtulmasını “ilahi takdir” teorisiyle açıklamıştı.
Nitekim bu olayda da Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Ekrem Keleş, 14.04.2014 tarihi akşamında “Diyanet TV”de olayı ilahi kader ve ecellerin Allah tarafından tayin edilmesi ile açıkladı ve merhumların ve mağdurların Allah tarafından “ağır bir imtihan”a tabi tutulduklarını, sabretmekten başka çare olmadığını söyledi. Yunus Suresi’nin 49. ayetini okudu: “Her toplumun bir eceli vardır; onların eceli geldi mi, ne bir an geri bırakılırlar, ne de öne geçebilirler.” Bu ayet, ecellerin Allah tarafından tayin edildiğini ileri sürmüyor; ecelleri kendileri tarafından hazırlanınca Allah’ın müdahale etmediğini ve ölüm/helak vakitlerinin O’nun ilminde olduğunu bildiriyor. Almanya’da son kırk yılda maden kazasında hiçbir kişinin ölmemesi de Allah’ın kaderi. Araplar “men âmene bi’l kader; emine minel keder: Kadere inanan, üzüntüden, acı çekmekten kurtulur.” diye Cebriyeci bir söz uydurmuşlardır. Bu izah tarzının Marks’ın din için söylediği “afyon” nitelemesini doğrulayan bir yaklaşım olduğu, izahtan varestedir.
Diyanet’in 16 Mayıs Cuma günü bütün camilerinde okunan hutbe metnine serlevha yaptığı ayet (2/155), denendiğimiz musibetlerin Allah tarafından “takdir” edildiğini değil; o musibetlerden sonra “…Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz” diyerek sabır ve metanet göstermekle sorumlu olduğumuzu ima eder. Oysa, insanların çoğu, musibet listesinin (korkunç olaylar, açlık, ölüm ve kıtlık gibi ekonomik kayıplar) Allah tarafından taammüden hedef gözetilerek insanlara iradi olarak (takdirle) gönderildiği kanaatindedir. Yine hutbedeki “ölüm bir şekilde geliyor ve insanı buluyor; Ölümün yaşı yok.” ifadesi de ahlaki-teolojik açıdan sorunludur. Ölümün şekillerini kim tayin ediyor? Baş yastıkta “güzel” bir ölümle ölmek ile; vurularak, boğularak, madende zehirlenerek, yanarak ölmek… Ölümleri kim tayin ediyor?
“Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir; bir insanın hayatını kurtarmak da bütün insanlığın hayatını kurtarmak gibidir.” (4/93) diyen Allah, nasıl oluyor da bireysel öldürmeleri veya katliamları (felaket) denemesinin bir aracı yapabiliyor? Ölümün yaşı var. “Erken ölüm” var; geç yaşta ölüm var. Yunus2un dediği gibi “gök ekini biçmek” şeklinde ölüm var, mevsiminde hasat yapmak şeklinde ölüm var. Tanrı insanları “denemek için” yaratmış ise (67/3), cinsin ömrünü de tümevarımla tespit edebileceğimiz gibi ortalama yüz yaş olarak belirlemişse, nasıl oluyor da onların bir kısmının denenmesini diğer bir kısmının planlı erken (0-99) ölümüne bağlıyor? Ömürlerini erken ölüm olarak belirleme ile geç ölümlüler olarak belirlemenin ahlaki kriteri nedir? Eceli kısa tayin edilen birisi Tanrı’ya, “Neden bana uzun ömür vermedin ki hakkıyla deneneyim?” veya uzun ömürlü birisi “uzun yaşayıp kafir olacağıma, neden bana kısa ömür verip de rahmetine –eğer erken ölüm rahmet ise- almadın?” dese Tanrı onlara ne diyecek? “Zaman önemli değil, ben öyle istedim” mi diyecek? O zaman O’nun hep “hikmet sahibi” oluşu ne olacak?
“Sizi çamurdan yaratıp bir ecel (cinsin eceli) tayin etmiştir. İsimlendirilmiş(müsemma) bir ecelin (bireysel ömür sürelerimiz veya kıyamet) bilgisi de O’nun indindedir.” (6/2) ayetini yanlış yorumlayarak buradan bireysel bütün ecellerin Allah tarafından tayin edildiğini çıkarmak ne kadar mantıkidir? Allah’ın ezeli ilmini “takdir” olarak yorumlamanın hiçbir mantıki ve ahlaki temeli yoktur. Takdir, insan yaşarken Allah’ın bizzat onun hayatına müdahale etmesidir. Bunun da Kuran’da açıklanmış ahlaki kuralları vardır. İnsanın ahlaki adımlarına göre misilleme olarak Allah’ın da bazı adımlar atmasıdır. Yani Allah’ın “külli iradesi” insanın “cüzi iradesi”ne bağlanmıştır: “Kör Allah’a nasıl bakarsa, Allah da köre öyle bakar.” Takdir gelir tedbiri bozar” sözü doğru değildir; “tedbirde kusur eden takdire bühtan eder” sözü daha doğrudur. Tedbir kavramının muhtevası belirsizdir. Madencilikte Avrupa’da kaza riski (tedbir) %2’dir. Türkiye madenlerinde bu oranın hayli yüksek olduğunu herkes biliyor. Türkiye’deki tedbirsizlikleri 1) teknolojinin yetersizliği, 2) işçilerin yeterli düzeyde eğitilmemesi ve 3) iş verenin ve onları denetleyen bürokratların ahlaksızlığı olarak sıralamak mümkündür. Soma faciasının mümkün/muhtemel failleri üçtür: 1) Allah, 2) Fail-i meçhul, 3) müşterek ve müteselsil sorumlular. Burada failin üçüncü olduğu gayet açıktır.
İslam ülkelerinde “Ecel Teorisi”nden dolayı insan hayatı beleştir. “Allah verdi, Allah aldı” sözü, bu gerçeği ortaya koyar. Kader ve ecellerin belirlenmiş olduğu inancı, halkımızı günlük yaşamaya sevk etmekte, geçmişten ders çıkarma ve geleceği planlamayı zayıflatmaktadır. Aydınlanmanın ardından sonra din ve Tanrı devreden çıktıktan sonra insanların “mülkiyeti” insanların oldu. Bundan dolayı da insanın değeri kıymetlendi. Hümanizm akımı ve insan hakları davası bunu ortaya koyar. Müslümanlığın özü ise, insanın yüz senelik ömrünün ona denenmek için “emanet” olarak verildiğidir. İnsan bu ilahi emanete ihanet etmemekle yükümlüdür.