5.10.2015
(Her Türden/Dindar-Seküler Muhafazakâr Politikanın Kritiğine ve Siyasal İslamî bir “Ümmetçiliğe” Giriş/Medhal/Prolegomena)
Avrupa’da 18. yüzyıldan sonra, Aristokrasi/Kral, Din/Kilise/Hıristiyanlık değerden düşürüldükten sonra, bunların yerine yükselen Burjuva sınıfının, kendi seküler ideolojisi olarak Irk, Ulus(nation)-Devlet, Milliyetçilik, Bayrak ve Vatan kavramlarını ikame ettiği bilinmektedir. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren gelişen Sosyalist/Komünist toplum ütopyalarında bunlara Sınıf, Parti, Devlet; Faşizm ideolojisinde ise ırkın yüceltilmesi ile birlikte “lider/Führer”in de eklendiği bilinmektedir. Batı’da İkinci Dünya Savaşı’ndan; 1990’lardan sonra da Sovyet Rusya’nın çökmesinden itibaren Liberal Ekonomi ve Temsili Demokrasinin gelişmesine paralel olarak İnsan Hakları, Hukuk Devleti ve bireysel özgürlükler daha fazla önem kazandı.
Osmanlı’nın çökmesinden sonra, Batı’yı taklit ederek bir Ulus-Devlet kurmaya karar veren Türkçü-Batıcı aydın ve siyasetçiler(İttihat ve Terakki), Anadolu’yu demografik olarak Müslümanlaştırarak(tehcir-mübadele), Osmanlı bakiyesi Müslüman ahali üzerine “Türkçe” üzerinden bir “Türk” devleti kurdular. Tarihsel İslam’ın formları olan Hilafet, Şeriat ve Tarikatı ilga ederek, “Muasır Garp Medeniyetinin” seküler değerleri(cumhuriyet, milliyetçilik ve laiklik) ile bu devleti kurdular. Etnik köken itibari ile Türk olmayan herkese “Türk Milleti” ismi ıtlak olundu. Ancak, anayasal olarak “vatandaş” sıfatı ile Müslüman ahalinin hepsi “eşit” sayıldı. Gayri müslimler(Rum, Ermeni ve Yahudi) ise “Azınlıklar” statüsüne/hukukuna bağlandı. Böylece resmi dil olan “Türkçe”nin dışındaki diğer diller, yok sayıldı; diğer Müslüman etnisiteler, “çağdaşlık” ve “Türklük” bazında asimile edilmeye çalışıldı. Yani herkes ideolojik düzlemde “Çağdaş”; politik düzlemde “Türk” kılınmaya çalışıldı. 1980’lerden itibaren dünyadaki atmosferin değişmesine paralel olarak da “Mozaik”, “Aşure”, “Gökkuşağı”, “Bahçe” metaforları ve “Etnik-dini kökeni, ne olursa olsun…” ifadesi ile yirminci yüzyılın başlarında inşa edilen politik-kültürel “Çağdaşlık ve Türklük” hayali cemaati biraz tolere edilmeye çalışıldı.
Türkiye’nin kurtuluşunu anlatan “İstiklal Marşı”nı, Türkiye’deki vatandaşların okumaktan kaçınmasının geçerli ahlaki bir nedeni olamaz. Bayrak, Türkiye devletinin bağımsızlığını “temsil” eder. Türkçe ise, Anadolu’daki halkın tarihsel iletişim dili olması hasebi ile, Türkiye’deki “vatandaşların” maslahata dayalı iletişim aracıdır. İslam Dini(Sünnilik) ise, Şeriat-Hilafet ve Tarikat’ın kamusal etkinlikten/alandan ilga edilmesinden sonra, özel alanda vatandaşların kahir ekseriyetinin bireysel yaşam tercihidir. Kimliğinin temel kurucu bir unsurudur. Türkiye toplumunun “birliğini” sağlayan temel unsurlar ve anlamları bunlardır.
1930’lardan itibaren Nurcular(S. Nursi) ve 1970’lerden itibaren MSP-Milli Görüş(N. Erbakan), dini özgürlükler bağlamında; 1980’lerden itibaren de Kürtler(A. Öcalan, PKK), dilleri üzerinden “özerklik-bağımsızlık” taleplerine başladılar. 1950’lerden itibaren Demokrasiye geçildikten sonra merkez sağ ve sol partiler(CHP-DP, AP, ANAP) mevcut yapıyı sürdürmeyi savunurken; MHP, biraz daha “milliyetçi”, MSP ve devamı olan partiler de, daha dinci/İslamcı bir politikayı savundular. PKK ve uzantısı partiler ise, Kürt Milliyetçiliğini savundular. Cumhuriyetin, Batı standartlarında yeni bir “Ulus(Nation)” yaratma projesi yarım kaldı. Bunun sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin, halkının maksimum rızasına dayalı olarak kurulmamış olmasıdır. Dindarların ve Kürtlerin temel bazı talepleri yok sayılmıştır. Bu gün acilen bütün toplumsal “kesim”lerin rızasına dayalı bir “Toplum Sözleşmesine/Anayasaya” ihtiyacımız var. Cumhuriyetin kurucu Babası M. Kemal “Atatürk” ve arkadaşları, çağın raconuna uyarak ve aynı zamanda bir “Beka sendromu” ile böyle yaptılar diye eleştirilip-eleştirilmeyecekleri, ahlaki-ciddi ayrı bir sorundur. Devrimler çağında, böyle büyük bir trajediyi(kültürel devrimi) göze almak, Türkiye’nin o tarihten itibaren içine yuvarlandığı kimlik “krizi”nin kökeni olmuştur.
İki binli yıllardan itibaren merkez sağın çökmesi ile, Milli görüşün yenilikçi kanadı “Gömlek çıkararak” “Muhafazakar-Demokrat” kodu ile(AKP) merkez sağı doldurdu. 2010’lara kadar da bu rolü hakkı ile ifa etti. Bu tarihten itibaren T. Erdoğan, “Lider” karizmasını kullanarak “İslamcı” köklerine geri dönmeye başladı. “Yeni Türkiye” sloganı ile inanç kardeşliği anlamında “Ümmetçi” bir politika izlemeye başladı. Bu politika, seküler milliyetçi CHP, Muhafazakâr milliyetçi MHP, seküler Aleviler(D)HKP(-C) ve Seküler Kürt milliyetçi PKK-HDP’yi ürküttü. MHP dışındaki mezkur yapıların, Batı ile sıkı ideolojik-politik ilişkileri bilinmektedir. İllegal olan örgütlerin, Batı istihbarat örgütleri ile olan ilişkileri de bilinmektedir.
Türkiye/Anadolu, ne tarihte ne de Cumhuriyet devriminden sonra homojen bir kültür ve kimlik yapısına sahip olmadığı için, “Millet” kavramını kullanırken, Ak Parti “din kardeşliği”ni -ki Kur’an’daki anlamı budur(4/125)- kast ediyor; CHP ve MHP, -ideolojik ton farklılıklarına(ulus-millet) rağmen- cumhuriyetin kuruluşundaki “nation/ulus” anlamı ile “Türk Ulusu/Milleti”ni kast ediyor. Seküler Kürt PKK/HDP ise, kendilerinin “Türk” değil; eşit kurucu partner/eş-eşit olarak “Kürt” ulusu olduklarını söylüyor. “Müslüman” kimliğini, asimile edilmelerinin bir aparatı olarak görüyor. “Ülkeyi, İslam ‘adına’ beraber kurtardık; devleti ‘Türkler’ adına kurdular” diyor. Alevi yurttaşlarımız da, dinden Diyanetin sürdürdüğü “Sünniliği” anlamıyorlar. Türkiye toplumu, ne Ak Parti’nin kastettiği anlamda “dini bütün” bir “millet(ümmet)tir; ne de CHP ve MHP’nin anladığı anlamda “uluslaşmış” bir bütündür. Öncelikle, Kürtlerin en az yarısı, -etnik ve dini bağlamda- her iki siyasal ideolojinin kapsamına girmiyor. Ayrıca, CHP’nin kültürel/siyasal tabanı ve ideolojisi, Ak Parti’nin “millet” tanımına uymuyor ve girmiyor. Sonuç olarak, Türkiye’nin bugünkü toplumsal birliği, imparatorluk yıllarında İslam’ın çalmış olduğu “Milli” mayasından(hâlâ % 50’yi tutan ve Demokrasiye geçtikten sonra “Tarihsel Blok” olarak Sağ/Muhafazakâr partileri sürekli iktidara taşıyan dini kardeşlik) değil; yüzyıllarca beraber yaşamış olmaktan/komşuluktan, kader birlikteliğinden “Yer-li”likten/Vatandaşlıktan/Türkiyelilikten geçiyor. Din/İslam(ın mevcut yorumu-hali) veya Irk/etnisite/ulus vurgusu, bugün burada yaşayan insanların birlikteliğini/birlikte yaşamalarını değil; münafereti-nizayı/çatışmayı doğuruyor. Burada “Yer-Yurt/Vatan/Toprak” derken, “aşkın” bir kutsamadan(putçuluk) değil; meskun olduğumuz mekânın/yerin/yurdun/evin/şehrin/memleketin(“hemşe(h)rilik”te olduğu gibi) doğurduğu tarihsel-toplumsal/insani, kültürel, ruhsal/psikolojik bir tanışıklıktan/komşuluktan, ünsiyetten/insaniyetten, doğan işgörürlükten/işlevsellikten/maslahattan(güvenlik-gönenç, hürriyet) bahsettiğimiz, sanırım dikkatlerden kaçmaz. Bu yaklaşım, zaten/tarihten gelen “din kardeşliği”ni görmezlikten gelmez; sadece, bugünkü reel politiğin(çoğul toplum/küreselleşme) bu veriyi mutlaklaştırmaya yetmediğini ima eder. Çoğul/çok kimlikli modern toplumlarda politik iradenin kültür ve eğitim politikası, “Çağdaş Yaşamı Destekleme” veya “Dindar Yaşamı Destekleme”, “Dindar Gençlik Yetiştirme” olamaz; olursa, totaliter “vesayet” rejimine dönüşür. İletişimin, imge ve arzunun pik yaptığı tarihsel bir kesitte, şehrin tepelerine dört minareli-soğan kubbeli camiler dikip, ezanı sonuna kadar açmak da kitleleri dindarlaştırmaya yetmez.
Bugün, Hz. Muhammed’in “Medine Anayasası”nda kullandığı anlamda din(Yahudi-İslam-Şirk) ve etnisite(İbrani-Arap, farklı kabile) ayrımı gözetmeyen; aynı Yurtta(Medine Ovası) yaşayan “insan”ların hakkaniyete, onursal eşitliğe ve rızaya dayanan(İslamî) toplumsal sözleşme olan “Ümmet”çiliğe ihtiyacımız var. Eşit haklara sahip-demokratik “Anayasal Vatandaşlık” kavramı, “ümmet” kavramı ile -politik öznelerin niyetsel farklılığını saklı tutarak- aynıdır.
Mevcut iktidardan beklenmesi gereken, İslam’ın mevcut yorumları olan mezheplere -örneğin, Alevilere, sekülerlere-, dillere ve etnisitelere zorbalık yapmadan, insanın onurunu ve refahını temin etmektir. İslam’ın “Tebliği”ni Ulemaya/ilahiyat Fakültelerine -(özerk)Diyanete- bırakıp; adalete/hakkaniyete dayanan yönetim ile İslam’ın farkını göstererek “sessizce/sözsüzce” temsil etmeye çalışmak. Yani Besmeleyi -eğer inanıyorsa- “içinden çekerek”, onu “Hadi Bismillah” diye şarkı/propaganda/istismar vesilesi yapmadan. Amerikan/Muhafazakâr/Evangelist-şhowmen televizyon vaizlerinin din sömürüsünün paralelini, -haksız yere yakın/akraba kayırmayın ayeti(2/215) ile temellendirmeye çalışan milletvekilinde olduğu gibi- politik pazarda icra etmenin bayağılığına düşmek marifet değildir.
Bu tür bir İslami Ümmetçilik, mazlumun/mağdurun dinini sormadan, gözünü/gönlünü yeryüzünde insani dramın yaşandığı yerlere(Gazze, Miammar, Dersim, Somali, Nepal, Ruanda…) ilgi göstermeyi dışlamaz. Ancak bu ilgi, mevcut evin içi dağıtılarak gösterilmek zorunda değildir. Çünkü, okyanusta(Ulus Devletler Dünyasında) ve aynı geminin(Yurdun) içindeyiz; mülteci olarak gidilecek çok fazla bir yer yok. “…Ardullahi vasiatun=…Allah’ın arzı geniştir”(4/97, 29/57, 39/10) zamanları, geride kaldı. “Irak”, “Suriye”, “Libya”… gibi, totaliter “Baba”ların idaresindeki evleri “yaşanmaz” gerekçesi ile dağıtan egemenler, Akdeniz ve Ege denizini mülteci mezarlığına çevirmişlerdir. Türkiye, kurucu “Baba”sının(Atatürk) vesayetinden kurtulmaya çalışırken; başka bir kurucu “Baba” veya “Çoban” yaratma çocukluğuna-sürülüğüne düşmemeli. Yetişkin/ergin/mükellef olmaya çalışmalı.
“Tek millet” vurgusunun(delaletinin) yarattığı hoşnutsuzluktan ve karmaşadan da “Türkiyelilik/Anadoluluk” tabirleri ile çıkabiliriz. Ad değiştirmekle dinden çıkmadığımız gibi; onurumuzu da kaybetmeyiz. İsimle(gösteren) müsemma(gösterilen/delalet edilen) arasındaki ilişki, ünlü dil bilimci Sassür’ün gösterdiği gibi, “nedensel/zorunlu” değildir; keyfidir. Kur’an’ın “put”lar hakkında yaptığı uyarı/eleştiri ne kadar da haklıdır: “Onlar, sizin ve babalarınızın uydurduğu isimlerden başka bir şey değildir.”(53/23) Buralı(Türkiye) olmanın ortak maslahatında/paydasında ve toplumsal sözleşmenin kurallarına uyma koşulu ile her ”kim?” kendini nasıl tanımlıyorsa, tanımlasın; nasıl çağırıyorsa çağırsın. Kürt vatandaşlarımızı(“kardeşlerimizi” de diyebilirdim), “Türk” olarak çağırmak zorunda değiliz. Gavurlar(Burjuva sınıfı), vakti ile bu günahı(farklı dil ve etnisitelerden, onları asimile ederek, yoğurarak, ezerek, katlederek egemen etnisitenin prototipinde ulus yaratma) işlediler diye, aynı günahı biz de işlemek zorunda değiliz. Daha doğrusu bu “Aslî Günahı” işledik; “Keffaret” olarak da bundan vazgeçelim. Yerli olmanın ötesinde kimseye “kimlik” sormayalım.
Bunun alternatifi, unutmayalım ki “dava” veya “menfaat” uğruna “Günah Keçileri” yaratarak ülkenin iç savaşa(katliamlar-mülteciler) sürüklenmesidir. Richard Kearney’in teşhis ettiği gibi: ”Çoğu toplum, kendisine kara çalınan bir “öteki”nin bir ayinle(şehadet, İG) kurban edilmesi(“kafasının ezilmesi”) üzerinde yükselir. Toplumu oluşturan bireylerin bir arada var olması için gerek duyulan asli mutabakat, bütün suçun bu bireylerin oluşturduğu “Biz(millet/ulus. İG)”in dışında kalan bir yabancıya(haine) atılması ile sağlanır. İnsanları bir birine düşüren saldırganlık, kabahat ve şiddetin bu yabancının sırtına yüklendiği varsayılır. “Günah Keçisi” yabancının topluluk içindeki kötülüklere kurban gitmesi, halkta(millette/ulusta, İG) bir dayanışma duygusu yaratmaya yarar. Halk(millet/ulus) yabancıya yönelik bu ortak zulmünetrafında birleşir. Böylece uyumun sağlanmasıyla, topluluk yabancıya en başta duyduğu nefreti rahatlıkla unutur; hatta geriye dönük olarak ona saygı duymaya bile başlayabilir. Neticede cemaati ilk etapta kendinden kurtaran şey, yabancının bir ayinle Tanrıya sunulması olmuştur. Bu minvalde Günah Keçisi,-mucizevi bir biçimde- kendi arasında bölünmüş olan halkın ölümcül çekişmelerinden uzaklaşıp, nefretini toplum(millet/ulus) dışından birisine odaklamasını sağlayan bir varlığa dönüşür.”(R. Kearney. Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar. İst. 2012, 54)
Her türlü “Aşkın Öz”ler, bireyleşmeyi ezdiği gibi; “Büyük Bütün”ler de, “Yerel” olanın tekilliğini iptal eder. Olayların “fark”lılığını ve bireylerin “tek”liğini ıskalayarak, Tümeller’in “aynılığı” vehmi ile ayartılırsak, büyük totalitarizmlere ve insan kıyımlarına sebebiyet veririz; vermekteyiz. Politik arenada Bayrak, Vatan, Millet, Din/İslam… vs. gibi “aşkın”lık ve “ bütün”lük ihtirasları, imanları, ütopyaları, davaları, insanı kendine ve hemcinsi olan somut “insan/vatandaş/yüz”lere karşı yabancılaştırarak, birer “put” a dönüşerek ölüm ve yıkımlara sebebiyet verebilmektedir. Örnekleri, tarihte ve günümüzde yeterince mevcuttur. Ünlü düşünür-filozof-psikanalizci Erich Fromm, Teistik dinlerdeki Kadir-i mutlak ve Alim-i mutlak, aşkın “Tanrı” imgesinin yerinin modern laik otoriter ideolojilerde Führer, Başbuğ, Lider, Halk Babası, Devlet, Parti, Sınıf, Irk, Vatan, Millet, Bayrak… vs. ile doldurulduğunu teşhis eder.(E.Fromm, Psikanaliz ve Din.1990.İst.43). Bizim gibi, laiklik ile dinin iç-içe girdiği toplumlarda bu kavramlar, daha tehlikeli hale gelir. Bundan dolayı, politik aktörlerin kimin daha çok “vatan sever” olduğu; “ daha dindar” olduğu; bayrağımızın renginin, ayının-yıldızının ne anlama geldiğini/kutsallığı; ona kimin ne kadar saygı gösterdiği; milletimizin ne kadar yüce-asil olduğunu; dinimizin-mezhebimizin Haklılığını-Batıllığını bir tarafa bırakıp; “Vatandaşlık” kavramını anayasal olarak daha demokratik-özgürlükçü ve fırsat eşitliğini sağlayan bir hale getirmeye çalışmak lazım. Eğer “Halka hizmet, Hakka hizmet” ile aynı ise; dindarlar, siyaseti dini saik ile; sekülerler, ahlaki/insanlık saiki ile; milliyetçiler de, -ötekini aşağılamadan, ona haksızlık yapmadan- vatan-millet sevgileri ile yapabilirler. Ancak vatan, millet, bayrak, din, ırk, sekülerlik kavramlarını “politik ideoloji”ye dönüştürerek propagandasını/istismarını yapmasınlar. İçlerinde kalsın. Politika olarak biz, hizmet vaatlerinin/parti programlarının içeriklerini, nasıllıklarını tartışalım. Zira, siyasi durum/eylem/olay daima tekildir/biriciktir; asla tekrarlanamaz. Kişilerin, kavramların, nesnelerin büyülü/kutsal cazibesine kapılarak, siyaset bezirganlarının/tacirlerinin “okus-pokus”ları ile, canımızı yakan/canımıza okuyan olayları gözümüzden kaçırmalarına, gözlerimizi boyamalarına müsaade etmemek lazımdır.
Hakiki siyasi eylem, din olarak, ahlak olarak sanat ve bilimsel düşünme gibi çıkar gözetmez. Seküler etik açısından da olaya baksak, Batı’da birçok siyasetçi bu eylemi/ameli, kamu uğrunda “Honoral Duty” olarak yapar. Gerçek siyasal eylem devlete rağmen, ekonominin(Kapitalizmin) kör yasalarına rağmen denetlenemeyen, adalet ve eşitlik/insanlık uğruna aktif bir imkân yaratmaktır. Politik aksiyon, görülmesi son derece kolay, açık ve net olan adaletsizlikleri gidermeye dayanmalıdır; içgüdülerin/arzunun, vehmin, zannın, cehaletin dolayımından bir türlü kurtulamayan “adalet”in ikamesine değil. “Yetim-Kul(Kamu/öteki) Hakkı”nı gözetmeksizin; milyonlarca insanın yoksulluk veya açlık sınırında veya altında yaşadığı bir toplumsal(ekonomik-politik) vasatta menfaatlerin hizmetine sunulduğu alanda serpilmek, her türlü alçaklığın temelinde yatan şeydir. Fırsat eşitliğini sağlamaya dönük ahlaki bir uğrundalık olmadan, kamu kaynaklarını hakkaniyete uygun olmadan kendine veya hempalarına temellük çabası olarak “siyaset”, alçaklığın daniskasıdır.
Toplumumuz, maalesef siyasal-kültürel birliğini sağlayamadığı için(“Teyze” diye hitap edilmeyi hakaret kabul eden “Hanımefendi”; peçe-çarşaf ve bikini-mayo’nun tercihleri…) insani değer ve itibarın ağırlık merkezi maalesef sanat, din, ahlak, kültür-eğitim, hukuk, bilim, rasyonel/üreten ekonomiden; pusu-kumpas-hile-kurnazlık, saman altından su yürütme, karıncayı bilmem ne yapıp, belini incitmeme, güç istenci, rant tutkusu, hegemonya/tahakküm arzusu… anlamlarında “siyaset”e kaydığı için; -sayıları son derece az olan dürüstleri tenzih edelim- kifayetsiz muhterislerin kazanç, itibar, prestij, makam kapısı olarak en önemli uğraş alanına dönüştü. Zengin olmanın yolu, bireysel emek-üretimden/katma değerden değil; devlete bürokratik-politik kapaklanmadan, “arpalıklardan”, oyunu satmadan geçiyor. Bir toplumun en “meşhurları”nın, hatta en “önemli” kişilerinin, siyaset-bürokrasi erbabı olması; meziyet, hüner, ehliyet, beceri, zeka, dürüstlük… yerine; salt ölümü göze almanın, “önemli/kahraman” olmanın raconu olması(bu, mafyada ve terör örgütlerinde de böyledir) orada bir şeylerin yanlış gittiği anlamına gelmeli. Yarış, burada olmamalı. Medeni/Medine toplum(un)da mihenk/mi’yar böyle değildir: “Medeni olmanın ölçüsü, insanların aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen, ortak hareket edebilme kabiliyetleri; ilkel olmanın mihengi ise, insanların aralarındaki ortak paydalar olabildiğince fazla olmasına rağmen, ayrı ayrı hareket etme kabiliyetsizlikleridir.”