Türk Muhafazakârlarının Amerika Muhibliğinin Kültürel – Ahlâki Soykütüğü

Özet

Muhafazakârlığın saik ve sebepleri güven arayışı, tembellik, sorumsuzluk ve pragmatizmdir. Kur’an’da atalarından gördüklerinden vazgeçmemekte ısrar edenleri uyaran ayetlere rağmen birçok Müslüman aynı şekilde davranmaktadır. Türkiye’de muhafazakârlar ibadette kusur etmeyen, kul hakkını ve kamu hakkını gözetmeyen insanlardır. Muhafazakârların 1950’lerden beri ABD’ye yaklaşmasının sebebi bu toplumun iktisadî ahlâksızlığıdır. 1970’lerde İslamcılar ABD’den yüz çevirdi. 1980’den itibaren Amerikancılığa dönen muhafazakâr iktidarlar altında yolsuzluk toplumu iyice ahlâk dışına itti. Toplumun dine karşı tavrı ve ahlâkî duruşu, Amerikalılara benzemektedir. Servet biriktirme ve şaşaalı tüketme aşkı, dinî simgelerle gizlenmektedir.

Amerikan muhafazakârlığı

Kilise, Katoliklik, Rönesans; Reform, Aydınlanma, Aristokrasi, Krallık, Burjuvazi… kısaca beyaz insan için her türlü köklü değerin vatanı Avrupa’dan ipini kopararak kaçıp gelenlerin, yerli Kızılderilileri öldüre öldüre yok ettikleri; daha sonra da kendi aralarında uzun süre savaşarak, sonunda da uzlaşarak kurdukları şirketler (devletler) topluluğu United States: göçmenlerden, sonradan görmelerden oluşan, asaletsiz, tarihsiz pür gaspla kurulmuş bir “Çiftlik”. Ünlü filozofları olan John Dewey bu yeni çiftliğin ahlâkını ve dinini de kurucularının ruhuna uygun olarak şekillendirmiş: Pragmatizm; dünyada cennet veya nam-ı diğer: “Amerikan Rüyası”. Tanrı, bu cennetin “Body-Guard’ı” dır: “We trust ın God.” Doların üzerine kazınan bu ifade, Tanrı’ya halis bir “iman’ı” ifade etmekten ziyade gasp edilen ülkeyi ve zenginlikle ilgili bir “Güven=Trust” kaygısını ifade ediyor. Katolik Kilisesinde merhameti, sevgiyi, şefkati sembolize eden anaerkil ilkenin (Meryem’in) Protestanlık tarafından elimine edilmesinden sonra, ataerkil ilke tekrar Avrupa’nın Hıristiyanlık öncesi, Nietzsche’nin “Sarışın Yabanıl” dediği ruhla temasa geçişi: ‘Amerika günahı’ başta olmak üzere, Avrupa’nın son üç yüz yılda işlediği bütün günahların kaynağı işte burasıdır. Bu durumda hâlâ kendisini insanlar için feda eden Tanrı’nın oğlu ve sevgi dolu bir “İsa” sembolüne inananlar, “İsa sevilmesi gereken her şeyi bizim için seviyor; biz, o zorba Yunan kahramanları gibi davranmaya devam edelim” (Fromm 1990: 203) demektedirler. Türk muhafazakârlarının öve öve bitiremedikleri Amerikan muhafazakârlığının (dindarlığının) ruhu işte budur. Bu dindarlık, salt Tanrısallık ve Uhrevilik olarak tahrif edilmiş Hıristiyanlığın (Katolik Kilisesinin) yeniden, bu sefer tam karşıtı olarak tahrif edilmesi, dünyevîleştirilmesidir: Protestanlık.

Türk muhafazakârlarının “Küçük Amerika” hayali veya muhafazakârlığın ortak ruhu

1950’lere kadar yeni rejim tarafından yasaklama ve baskı altında tutulan din, yer altına çekilerek kendini korumaya çalıştı. Fransız Jakobenlerine özenen Türk asker-sivil bürokrasisi (siyasetçileri denemez; zira siyaset yoktu), en az onlar kadar samimî idi. Safça, halkı kolayca değiştirebileceklerine inanıyorlardı. Halk ise inançlarını (yanlış-doğru) korudu. Ta ki 1950’lerde Egeli bir toprak ağası çıkıp (A. Menderes) muhafazakâr bir parti kurup, halka ülkeyi “Küçük Amerika” yapacağı vaad edene kadar. Yoksulluktan ve baskıdan yılmış olan halk, refah umudu ve ezan’ın Türkçeleştirilmesinde sembolize edilen itikadını ve ibadetini (imanını ve ahlâkını değil) koruyarak 1924’te ilga edilen dinin siyaset ve hukukunu (Hilâfeti ve Şeriatı) talep etmekten (irticadan) politik bağlamda zaten vazgeçtiğini ve muhafazakâr kalmak istediğini ilân etti. Devrimcilerin “Fransa” örneğine karşın, muhafazakârların “Amerika’yı” koymalarının biri iç, diğeri dış olmak üzere iki nedeni vardı: İç nedeni, merkeze (Avrupa, Ankara) karşı ikisi de periferiyi, taşrayı (Amerika, Anadolu) temsil etmesi; aristokrasi, burjuvazi, asalet vs. gerektirmemesi. Dış neden ise, merkezin hiyerarşi ve disiplinine karşı eşitlik, hürriyet ve hepsinden önemlisi, kolay zengin olma arzusu. Başka bir deyişle, zengin ve uygar olmanın yolu Avrupa’daki gibi felsefe, bilim, teknoloji, endüstri ve finansın yaratılmasından geçmek zorunda değildir. Ayrıca Amerikan savaş örgütü/mekanizması “Pentagon’un” devletteki “politik” misyonu ile bizdeki darbe alışkanlığı ve bütün “darbe’lerin” Amerika’dan onaylı olması da bir “gen” benzerliği değil midir?

Kültürel ve politik muhafazakârlığın “din” ile ilişkisi

Sıradan insanın günlük inanış ve davranış kalıpları olarak kültürün kendisi muhafazakârlıktır. Olaylar ve ilişkiler karşısında düşünce, kasıt, şuur, niyet ve kendini odaklama yerine itiyad, alışkanlık, adet, örf ve geleneğin otomatik devreye girişidir. Yeni nesillerin atalarına “yakınlıklarından” dolayı duydukları güvenin sonucu olarak onların izinden gitmeleri, onları taklit etmeleridir. Toplumda hazır bulunanın sürdürülmesinin üç kaynağı olabilir. (1) Güven kaygısı. (2) Tembellik, sorumsuzluk, alışkanlık. (3) İşe yararlık, fonksiyonellik, pratiklik, pragmatiklik. Ekzistansiyel ve antropolijik bir gerçeklik olan bu durumun tehlikelerinden ancak insan, gerektiğinde gereken şeyleri unutma; gerektiğinde uyanık olma, uykusuzluk ve tetikte olma şeklinde donmuş ve kalıplaşmış olmayan plastik bir şuur haliyle korunabilir: geleneğin organik, yaratıcı yenilenmesi.

Dinî bağlamda muhafazakârlık, kasdî ve kalbî (şuurlu) bir fiil olan imanın, ölü ve hafızaya kodlanmış akidelere (Amentü), niyete dayanan salih amelin (ahlâk ve ibadet) alışkanlığa, itiyada dönüşmesidir. Her iki durumda da duygu ve düşünce canlı olmadığı için, “doğruluk-yanlışlık” kaygısı kaybolmuştur. Yapılan her şey kendiliğinden doğrudur. Sonuç olarak dinî bağlamda muhafazakârlık, tarihten, atalardan devralınan dinselliğin sabitlenerek (dogmatizm) mevcut durumla uyumlu olarak pragmatik saiklerle sürdürülmesidir. Muhafazakârlık, tevekkülün Allah’tan devlete, tarihe ve geleneğe kaymasıdır. Aynı zamanda genel olarak vurgu ve önemsemenin ahlâktan ibadete/ritüele kayması da muhafazakârlığın göstergesidir: Tanrı’ya ibadetler yoluyla yaltaklanarak, daha zor olan kullarına karşı sorumluluktan kaçış. Bu hâlet-i ruhiye genel olarak, yükte hafif pahada ağır olanı çalmaya yönelik bir tür Tanrı’yı kandırma girişimidir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrıyı kandırma peşindedir.”

Kur’an’ın nazil olduğu dönemde, mevcut dinsel gurupların (Müşriklerin ve Kitap Ehli olan Yahudilerin ve Hıristiyanların) dinsel pozisyonları tipik olarak muhafazakârdı: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin” dendiğinde, “Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fiiller/ibadetler bizim için kafidir” diye cevap verirler. “Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler?” (5/104. Ayrıca bkz: 7/28, 10/78, 26/74, 43/22-23). İşte bu soru, muhafazakârlığın onulmaz ahlâkî zaafını gözler önüne serer: Ahlâkî doğrunun ne olduğunu bulmada bireysel sorumluluktan kaçarak tarihe, atalara ve egemen kültüre sığınma ya da kaçış. Kur’an, sıradan insanın her zaman içine düşebileceği bu ahlâkî zaafa karşı müminleri uyarmıştır: “Müminlerin Allah’ı anmak ve O’nun tarafından gönderilen mesaja karşı huşu ile dikkat kesilmeleri gerekmez mi? Onlar, vaktiyle kendilerine vahiy gönderilen ve zamanla [‘tarihle’ İ. G.] kalpleri katılaşan kimseler [Yahudiler, Hıristiyanlar] gibi olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (57/16). Aradan 1400 sene geçtikten sonra, bugün Müslümanların kahir ekseriyeti Ehl-i Kitap ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar.

Politik bir ideolojik tutum olarak muhafazakârlık “emr-i bi-l-ma’ruf ve nahye ani-l-munker” yani “sürekli ahlâkî olanı desteklemek ve kötülüğü kösteklemek” ve “takvanın” karşıtı olarak, konformist bir kayıtsızlıkla status quo anteye (devam edegelen mevcut duruma) kendini eklemlemektir. Mevcut düzen/nizam tarafından dinin asli değerlerinin dışta tutularak soğrulmasıdır. Tabir caiz ise, ata binmiş gelin kızın giderken “ağlamasıdır”. Sekülerleşen dünyada aktif bir karşı aksiyon olmaktan ziyade bir tür “içerlemedir”. Din, varoluşsal bir iman, sorumluluk, şükran tecrübesi iken; muhafazakârlık, kaide, kurum, ezber ve borç mantığıdır. Din, günaha ve baskılara karşı direniş; muhafazakârlık ise, bunlara boyun eğme ve katlanma anlamında “sabırdır”. Din (iman-ahlâk), güneşin aydınlığında yürümek iken; muhafazakârlık, körün rehberliğinde yürümek, gece karanlığında ateş böceğiyle veya gece feneriyle yol bulmaktır. Panteizm, nasıl ki ateizmin veya materyalizmin dinsel bir dil ile tersinden ifadelendirilmesi ise; -bu arada “Vahdet-i Vücud” da varlığın ve insanın Tanrı’da gark olmasıdır (boğulmasıdır)- muhafazakârlık da, dinsizliğin (iman ve salih amelsizliğin) din (yani hafıza olarak “itikad” ve alışkanlık ve borç ödeme olarak “ibadet”) şeklinde tezahürüdür. Din, insanın saygı ve huşu ile kendini Tanrı huzurunda hissetmesi ve O’nunla daimi bir ahlâkî misillemeler “beraberliği” yani “me’iyyet” ve insanlara karşı derin ve daimî bir merhamet ve ahlâkî sorumluluk iken; muhafazakârlık, paketlenmiş, kurumlanmış, kurallaşmış part-time ezberlenmiş-alışılmış davranışlar setidir. Din, Allah’ın kendisi ile bir “dostluk” (velâyet) ve ahitleşme/misak ilişkisi iken; muhafazakârlık, O’nun totaliter olarak çizilmiş bir “düşünce resmine” körü körüne boyun eğmektir (Paganizm). Dinsel fanatizm, gaddarlık, bağnazlık, şiddet buradan doğar. Dindarlık, şuurun aktif ve gayeli olarak olaylara ve ilişkilere odaklanması, onların kavranması ve sonuca bağlanması iken; muhafazakârlık, otomatik kontrolsüz bir duygusal-algısal mekanizmanın işbaşında olduğu dinsel hareketliliktir. Muhafazakârlık, “Norm’alite” ve “Moral’itenin” olmadığı bir “Form’alitedir”. Esasında sıradan insanın nefs-i emmaresini tatmin ederken, Tanrı’yı da unutmama çabasıdır. Dünyada kaybetmeden, meşakkate girmeden Ahiret’i de garantileme pragmatizmidir: burada da yaşayalım, orada da yaşayalım. Bura da bizim, ora da bizim. Ne şiş yansın, ne de kebap. Hem Tanrı’ya ibadet edelim hem de Mammon’a.

Türk muhafazakârlığının ahlâkî tabansızlığı

Yukarıdaki tahlilden muhafazakârlığı dinî bağlamda, imansızlık ve ahlâksızlığa mukabil, itikadı olma ve ibadetlere alışkanlıkla sarılma olarak niteleyebilecek isek Türk muhafazakârlığının sicil defteri nasıldır acaba?

Kurtuluş Savaşının bir “iman” artması sonucu kazanıldığı; ellili yıllara kadar da devletin bütün baskılarına rağmen, bilinçsiz de olsa, var olan dinî hamiyetin devam ettiği, ellilerden sonra ise genetiğinin politik muhafazakârlığa doğru evrildiğini söyleyebiliriz. Altmışta politik muhafazakârlığın lideri idama mahkum edildiğinde kimsenin gıkının çıkmaması, politik muhafazakârlığın ahlâkî karakterini elevermesi açısından önemli bir göstergedir. Bu tutumun kaynağını, otoriter yönetimlerle yüzyıllar boyu geçinmek zorunda kalan Anadolu insanının, hayatta kalmak için geliştirdiği ve “Gelene ağam, gidene paşam” özdeyişinde ifadesini bulan bir hayatta kalma pratiğinde de aramak mümkün. Siyasal olarak “devlet korkusu”, dinî olarak Allah ve Cehennem korkusu ile birlikte şeriatın “yasalarına” göre davranışları kodlanmış Anadolu insanında, ellilerden sonra bu korkuların azalmasına, zail olmasına paralel olarak -yerine başka bir değer de konamayınca- ahlâkî değerlerden tedricî olarak bir “boşanma” olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik anlamda endüstriyel bir değer üretememenin yanısıra, nüfusun da hızla artması, devletin elindeki zenginliği “rantiyecilik” ile ele geçirmenin adı “siyaset” ve “ekonomi” oldu: diğer adıyla “mafya” ve “çete” organizasyonları, filmleştirilmiş adıyla “organize işler.” “Allah Hakkı” olan ibadetlerine (oruç, hac, namaz, kurban, zekât) bağlılığını yüksek oranlarda yerine getiren Anadolu insanının, dürüstlük, hakkaniyet, adalet gibi “Kul Hakkı” veya “Kamu Hakkı” söz konusu olduğunda oralı olmaması, bu topraklardaki muhafazakârlığın genetiğidir. Muhafazakâr partilere oyunu “gecekondu” karşılığı veren fakir Anadolu halkı, daha sonra da onu müteahhite ve TOKİ’ye vererek bedavadan, devletten, kamu malından birkaç daire sahibi oldu. Beş vakit namazını aksatmayan ve aynı zamanda da ‘hacı’ olan ünlü muhafazakâr zenginimiz, fabrikalarında 11 ay işçileri sigortasız, sendikasız, asgari ücretle çalıştırıp 12. ayda kapı önüne koyup yenilerini alabiliyor. Kısacası “helâl-haram” konusunda bu halkın vicdan ayarı bozuk.

Esas sorumuza geliyoruz. Menderes’in, devrimcilerin kıblesi olan Fransa’dan ülkenin dümenini Amerika’ya çevirmesinin ve o tarihten itibaren de Amerika ile kuzu ciğer sarması oluşumuzun ve son olarak da uzun süre “İslamcılık” yapmış politik bir ekibin “gömleklerini” alelacele çıkararak Amerika’yla kolayca içli-dışlı oluşlarının kültürel genetiği nedir? sorusunun peşindeyiz.

Bizi Amerika’ya çeken ruhun içinde iktisat ahlâkı ile ilgili bir şeylerin olduğu kanaatindeyim. Kabaca Amerikan zenginliğinin, Weber’in geniş sosyolojik izahlarını yaptığı gibi Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizmin “vahşi” bir versiyonuyla yaratıldığını söyleyebiliriz. Avrupa’daki kapitalizm, bir kartalın “avlanma” içgüdüsü ile kendi avını emek harcayarak yaratması ise; Amerikan tarzı “vahşi” kapitalizm, bir “sırtlan” fırsatçılığına benzetebiliriz: başkasının artı değerine konma. Ülkenin mülkiyetinin gaspından tutun da, zencilerin köleleştirilmesine, Kuzey-Güney iç savaşına ve kıtanın dışında dış politikanın ayrılmaz bir parçası olan “operasyonlara” kadar bunu uzatabiliriz. Benzer bir ahlâksızlığı Sabri Ülgener, Osmanlı’nın çöküş döneminde iktisat ahlâk(sızlığ)ı olarak tesbit eder: “İnkâr edilmez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli devlet memurlarının elinde biriken servet, sabırlı ve devamlı bir tasarruf sonunda üretilmiş, yoktan var edilmiş değil; bilakis mevcut bir servet yığınının başkası sırtından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimaî paye ve mevki öyle görünüyor ki, yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal ölçüsü ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimaî ehramın (piramit) kaide (taban) veya zirvesine yakın bir noktada yer almak suretiyle tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasî nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir. Kudret [ve de Devlet İ.G.] tabirinin lugatça (sözlükte) hem zenginlik, hem de zor ve kuvvet manasına geldiğini hatırlayalım… Özetle, servet, her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre, gelir dağılımında gündelik maişette (geçim) haddini aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden birine çıkmak; yahut, daha kolayı oradakilere intisab etmektir” (Ülgener 1981: 177-178) Çöküş döneminde darb-ı mesel haline gelmiş şu söz bu gerçeği desteklemektedir: “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’de terfi-i temayüz ilim ve emek ile olmaz; ya olacak maden-i has [para, altın], ya olacak kuvvetli iltimas, ya da olacak dalik ile temas [damatlık].”

Bu zihniyetin olduğu gibi Cumhuriyet dönemine yansıdığı tarihî bir realitedir. Ellilere kadar devlet, başta kendisi ve birilerinin elinden tutarak bir zenginlik yaratmaya çalıştı. Ellilerden sonra devletin iktisadî yönetimi muhafazakârların eline geçti (DP, AP, ANAP, AKP). Ana kategoriler olarak İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) ve Anadolu Kaplanları-Yeşil Sermaye olarak (MÜSİAD) şeklinde ayrışan Türk burjuvazisi, ahlâkî karakter olarak Avrupa burjuvazisine mi, yoksa Amerikan şirketlerine mi daha yakın durmaktadırlar? Özal’ın 1980’lerden sonra Anadolu sermayesinin elinden tutarak, onlara dünyayı tanıtması ve bu sayede onların palazlanması, dünyayı tanımaları ve dünyaya satabilecek mal üretmeleri ve bunları satmaları -naylon fatura sahtekarlığına rağmen- olumlu karşılanabilir. Ancak, devlet ile göbek bağını koparamama ve onu bir rant kapısı olarak görme, Türk burjuvazisinin genel karakteridir.

Amerikancı muhafazakârlığın içinden 1970’lerde “İslamcı” ve “Almancı” bir dönüş ve kırılma yaşandı (N. Erbakan ve Ağır Sanayi Hamlesi). 1970-80 arası Ecevit ve Erbakan figürleri, anti-Amerikan bir çizgi takip ederken; Demirel – ordu kanadı Amerikancı bir cephe idi. Amerika onaylı 1980 ihtilalinden sonra Özallı yıllar, muhafazakârlığın Amerikayla tekrar balayına girmesidir. Yetmişli yıllarda şehirlere göç etmeye başlayan, seçmen olmanın ötesinde devlette ancak memur ve müstahdem olabilen muhafazakâr kitleler, Erbakan ve Özal sayesinde devleti ve ekonomiyi tanıdı. Menderes’in 1950-60 arasında tahayyül edip gerçekleştiremediği “Küçük Amerika” rüyasını Özal gerçekleştirmeye çalıştı. Dünyaya açılma politikasıyla beraber, tüketim kalıplarının değiştirilmesi ve hızlı şehirleşme atbaşı gidiyordu. Seksenlerden sonra hep iktidarda olan muhafazakârların (ANAP – AKP), bir iki kalemde üretimi teşvikin dışında esas ilgilendikleri, devlet ile imar – rant ilişkisi şöyleydi: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlâkî değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken, diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirlerde toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek, hasedin doğmasına; hasedin arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kolkola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olacağı açıktır. Ticaret sektöründe 2,5 milyon insan çalışırken, yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar şeytanla yaşamaya mahkum edildi” (Cansever 2002: 140). İşte muhafazakârları şeytan ile kol kola sokan süreç, seksenlerden itibaren önce belediyelerde sonra da merkezî hükümette iktidarda ihale yolsuzlukları, yüzdeleri ve şehirlerin kenarındaki tarlaların “arsaya”, havanın da “irtifa hakkına” dönüştüğü “imar – rant” sürecidir. “Yüzde onlarla”, arsa, emlak ve borsa spekülasyonlarıyla hiçbir şey üretmeden binlerce muhafazakâr zengin yaratıldı.

Sonuç

Almanya’nın eski başbakanı Schröder’in kardeşinin devletten aldığı sosyal yardımla geçindiği bilinmektedir. Bizde devletin en tepesinden en alttaki bir genel müdüre kadar, Ülgener’in tesbit ettiği gibi, kim devlete yanaşıyorsa, bırakın kendini, yedi sülâlesini abad ediyor. Bunun dinlisi, dinsizi yok. Artık bal tutan parmağını yalamıyor; bal yiyor. Kamu malını yiyor. Gözünü kırpmadan, vicdanı sızlamadan yiyor. Çünkü vicdanı yok, vicdanı kör. İtikadı var, ibadeti var, ama imanı yok; imanı olmadığı için de ahlâkı yok. İtikadı ve ibadeti, imansızlığını ve ahlâksızlığını örtüyor. Tıpkı Amerikan halkı gibi. Hz. İsa’ya olan yabancılaşmış inançlarının her şeyi örttüğü gibi. Örtünme muhafazakârlığın “göstergesi” ise, kendini “moda” olarak ifade etmesi, hafıza/kültür ile modernliği egemenlerin dili olan “İngilizce” üzerinden mezcediyor: “Setrms” ve “Stare”; iki giyim – markası ismi. Yani “tesettür” kökünden alınma, ama bildiğiniz gibi değil, modern. “Tekbir” ama, “Allahu ekber” değil; moda, gösteriş, manken, para: pragmatizmin Turkish versiyonları. Alış-verişte, eğlencede ve yeme-içmede “Center”, binekte “Cip”, binada “Tower” Amerikan ve Anadolu’nun sonradan görme, içi boş, ihtişam-şaşaa-debdebe aşkının ifadesi olan muhafazakârlığı birleştiriyor. Türk muhafazakârlığının iş adamı/rol modeli, örneği Erol Yarar, Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı direnişini ve hapiste ölümünü atlayarak, ancak Bağdat’taki evini örnek alabiliyor. Sonuç olarak Amerikalılar “dinlerini oyun ve eğlenceye (pragmatizm) dönüştürmekle” (6/70); Türkler de “inandık” deyip, denenmeden (dinden) kurtulduklarını sanmaları (29/2) ile, “dünya hayatı ile aldatılma” (6/70) ortak paydasında, “muhafazakârlıkta” birleşmektedirler.

Kaynakça

Fromm, Erich. 1990. Sahip Olmak Ya da Olmak. Çev. A. Arıtan. İstanbul: Arıtan Yayınvevi.

Cansever, Turgut. 2002. Kubbeyi Yere Koymamak. İstanbul: İz Yayıncılık.

Ülgener, F. Sabri. 1981. İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası. İstanbul: Der Yayınları.

*Doğudan Dergisi 15.Sayı Ocak-Şubat 2010