1- SORUNLAR
Siyasette Din Dilini ve Milliyetçiliği kullanmak, -istisnaları ile birlikte- büyük ölçüde insanları “öteki”leştirmenin, düşmanlık ve iç-dış savaş yaratmanın, engizisyonların ve katliamların tarihidir. Dinlerin (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam-Hinduizm-Budizm) kurucu tecrübelerini (vahiy-peygamber) dışarda tutarak, politik tarihlerine ve teolojilerine bakarsak, bunu rahatça görebiliriz. Örneğin, peygamberinin (Hz. İsa) hayatında ve kutsal kitabında (İnciller) kategorik olarak şiddeti ve ötekileştirmeyi barındırmayan Hristiyanlık, dördüncü yüzyıldan ve Kilisenin kurulmasından sonra bir şiddet makinasına (Engizisyon) dönüştürülmüştür. Kurucu tecrübesinde sadece koruyucu/savunma şiddetine (kıtal-cihat) müsaade eden İslam, çok erken dönemden itibaren bir iç savaşa maruz kalmış (Büyük Fitne) ve teolojik olarak Müslümanlar, “Daru’l-Harp (Sürekli Savaş)” ve “Fütuhat” kavramları ile savaşı, ülke/toprak işgalini meşrulaştırmışlardır. “Siyonizm”, seküler kökleri olduğu kadar, teolojik kökleri olan modern bir ideolojidir. Diğer dinlerde de benzer durumları görmek mümkündür.
Ulus Devlet ve Milliyetçilik, dindarların yaratmış olduğu ötekileştirme ve düşmanlığın-şiddetin kat be kat fazlasını yaratmıştır. Burjuva sınıfının hâkim olduğu topraklarda yaşayan diğer etnisiteler/diller, asimilasyona, jenoside, tehcire, katliama tabi tutularak, bir “Hayalî Cemaat=Ulus” uğruna hapishane, hastahane, kışla, okul/eğitim, üniversite/sosyal bilim, çekirdek aile… aparatları ile tornadan geçirilerek tek tipleştirilmiştir. Batının başlatmış olduğu ve daha sonra dünyaya yayılan kolonyalizm, iki dünya savaşı, faşizm/ırkçılık… bunun sonuçlarıdır.
“Milliyetçilik”, aile hamiyeti ve hemşehrilik duygusuna benzer şekilde, ait olunan toplumu koruma ve ona hizmet etmek olarak masum ve ahlaki bir tutumdur. Ancak, siyasi bir ideoloji haline getirilince, bir tür bencillik/ırkçılık, kibir ve saldırganlıktır. Sonuçları ötekileştirme, düşmanlık yaratma ve savaştır.
Aleni din diline başvurarak “İslamcılık” ideolojisi ile Ulus Devlet sınırları içinde siyaset yapılan modern dönemde, ortaçağda yaratılan dinsel şiddet ve ötekileştirme, aynen geri gelmiş durumdadır. İŞİD, Pakistan, Sudan… bunun örnekleridir. Balkanlarda (Bosna) ortaya çıkan Hristiyan-Ortodox Fundamentalizmi, aynı sonuçları yaratmıştır.
2- ÇÖZÜM
Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım, siyasetteki bu “ötekileştirme” ve şiddet/düşmanlık yaratmayı önlemeye dönüktür. “Rahmani Siyaset” ile kastım, Rahman olan Allah, insanların dünyadaki “denenme/din” sürecinde onlara karşı muamele olarak nasıl ki –din ayrımı yapmadan- eşitçe ve adalete dayalı olarak davranıyorsa; devlet de, tebaasına karşı aynı muamelede bulunmalıdır. Devletin dini adalettir. Hukuk, Hakkaniyet, Anayasa, toplumdaki “Tanrısallık” tır. Şeriatın maksatları (Makasidu’ş-Şeria) olan canın, malın, ırzın/onurun, aklın ve dinin korunması ile insanların “Toplum Sözleşmesi” olarak bir “Devlet”e ihtiyaç duymaları özdeştir. Siyasette ve devlet yönetiminde din diline başvurmak dogmatizm, totalitarizm, şiddet (iç ve dış savaş) ve din istismarı doğuracağı için; siyasetin ve kanunların dili “Laik” yani ahlaki, akli/gerekçeli-eleştirel ve kamu maslahatına dayanmalıdır. Bu durumda şiddet ve istismardan kaçınmak mümkün olduğu gibi; ikna ve tashih imkânı da artmaktadır. Bu vicdani tutum, özünde dinidir. Çünkü Rahman olan Allah, vahiylerinde insanın sağduyusunu, vicdanını muhatap alarak konuşur.
“Evrensel Ümmetçilik” ise, “Ümmet” kavramını “din kardeşliği” üzerine değil; Medine Anayasasında olduğu gibi “Vatandaşlık” yani aynı yurtta (Medine Ovası) yaşamaya dayalı olarak, farklı dinden ve etnik kökenden insanların (Yahudi-Müşrik-Müslüman) ortak güvenlik, çıkar ve kader birliğine dayandırır. Din kardeşliği ve birliği, Kur’an’da “Millet” olarak kavramsallaştırılır. Örneğin, “Millet-i İbrahim” (4/125). “Ümmet” ise, herhangi bir çeşit ortak gaye/amaç, çıkar, kader, işlev ve maslahat için bir araya gelen, bir arada bulunan sosyolojik “topluluk” (4/41,5/48…) demektir. Dolayısıyla, “vatandaşlık”, sosyolojik, politik, iktisadi… bir “ümmet”tir. “Vatanperverlik/Vatanseverlik” ve eşit onur ve hukuku haiz “Anayasal Vatandaşlık” kavramları, seküler ulusçuluk anlamında Milliyetçilik veya Irkçılıktan daha medeni ve ahlakidir.
Batıda Protestanlığın teorileştirdiği Dünyevi asketizm (Dünya için Dindarlık), Pragmatizm ve Faydacılık (Utilitarizm) ahlak teorileri, Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu “Homo Economicus” u yaratmıştır. Sınırsız üretim ve sınırsız tüketime (İsraf) dayanan, piyasa ve makinaların (teknoloji) tahakkümündeki Kapitalizm, Ulus Devlet ve Milliyetçiliği seküler totalitarizmler veya seküler demokrasiler şeklinde formatladı. Batıda gelişen İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Demokrasi, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı kavram ve kurumları, kendi toplumlarında iç barışı sağlamış olsa da; dış politikada Batının sömürü ve şiddet yaratmasını engellememiştir.
İslam’ın erken döneminde Müslümanlar, büyük bir özgüven ile karşılaştıkları medeniyet-kültür havzalarında İslam’a aleni olarak ters olmayan siyasi, kültürel, hukuki, felsefi, mimari, bilimsel… unsurları almada ve onları İslam’ın temel paradigması ile uyumlu hale getirmede bir çekince görmedikleri gibi; bugün de aynı tutumu göstermek gerekir. Yukarıda saydığım aparatlara manevi/metafizik-yüce bir arka plan verilebilir. Allah’ın kendisi bile, Cahiliyye döneminin “maruf” olan birçok unsurunu, Kur’an’a/İslam’a katmıştır. Kur’an, gökten indiği kadar (inzal); aynı zamanda yerden bitmiştir (Huda-i Nabit/Vicdan).
Bu kavram ve kurumların, metafizik-manevi (ahlaki-dini) yüce değerler ile buluşması, “Dünyada Dindarlık (Takva)” yaratabilir. Fazlurrahman’ın dediği gibi: “İslam’ın ana görevi, doğuşundan itibaren sağlam bir ahlaki temele dayalı toplumsal bir düzen kurmak olmuştur. Bu görevin icrasında başı çeken, bizzat onun maneviyatı, yani gerçek ahlakıdır. O, “Bu Dünya’da Dindarlık” tır. Ekonomik refah ve tabiatın insani hedefler için kullanımı, bu ahlakın ayrılmaz parçasıdır… İnsan, makine ve pazardan daha yüksek hedeflere sahiptir. “Bu insanlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü iyi bilirler; fakat onun sonrasından (Ahiret) habersizdirler.” (30/7) ayeti, Kur’an’ın putperest Mekke tüccar toplumuna yönelttiği eleştiridir. Çünkü “bu, onların bilgisinin sonudur.” (53/30). (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-I. Çev: A. Çitçi. Ankara. 1997. S 103.)
3- SONUÇ
Türkiye’deki Tarikat, Cemaat ve bazı Parti örgütlenmeleri, aleni din diline başvurarak siyaset yapmaktadırlar. Bunlar, ayrıca “Kilise”nin yaptığı gibi, dini “temsil” iddiasında da bulunabilmektedirler. Bu durum, toplumda ötekileştirme, düşmanlaştırma (kin-hınç-nefret) ve şiddet (Fetö) yaratabilmektedir. Etnik veya dinsel kimlik üzerinden politika yapmak, toplumları kendiliğinden paralize etmektedir. Bu örgütlenme tarzlarında bu sonuçları onaylamayan çok sayıda insanın bulunduğu da ayrı bir gerçektir. Ancak, biz, burada siyasette aleni din diline ve milliyetçiliğe başvurmanın doğurabileceği muhtemel/mümkün-potansiyel ve vaki tehlikelerinden bahsediyoruz.
Dindarlardaki samimiyet, cehalet ve dogmatizm (taklit) ile birleşince, -Kilise, Hariciler, FETÖ, İŞİD… örneklerinde olduğu gibi- siyasette kolayca totalitarizm, ötekileştirme ve şiddet yarattığı gibi; samimi olunmadığı takdirde de, din ve milliyetçilik, siyasal tahakküm ve ekonomik çıkar elde etmenin aracına kolayca dönüşmektedir (istismar).
Türkiye’de son kırk yılda bu tarz siyaset yapmanın yakıcı ve yıkıcı sonuçları mebzul miktarda ortaya çıkmış, ülkemize ve insanımıza büyük acılar yaşatmıştır ve hâlâ yaşatmaktadır. Muhafazakâr ve Milliyetçi-Mukaddesatçı siyaset erbabına benim önerim, bu tarz siyaset yapmaktan vazgeçip, Rahmani Siyaset, Evrensel Ümmetçilik metafizik-ahlaki ilkelerine yaslanarak “Vatanperverlik” siyaseti yapmalarıdır.