1.2.2017
“Şüphe, güven kadar; isyan, itaat kadar -yerine göre-değerlidir”
I-TEORİK ÇERÇEVE
1-Otoritenin Tanımı
Otorite, bir failin, kendine karşı çıkma imkânları olduğu halde eylemde bulunmayan kişiler üzerinde eylemde bulunma ve uzlaşma yapmaksızın eyleme geçme olasılığıdır. Otorite ile eylemde bulunan failin, kendisi karşı etkiye maruz kalmaksızın/değişmeksizin dışsal insani veriyi değiştirmesidir. Otoriteyi doğuran, onu elinde tutanın varlığı değil, nitelikleridir. Otoriteyi töz/cevher değil, yüklemler doğurur. Otoriteyi kuran temel husus, otoriterin, ona maruz kalanlar üzerindeki hayırhah edimi, onların da faile olan borçluluğudur (hakkı). Otorite ve hak arasındaki ilişki, otoritenin yasallığını veya meşruiyetini kurar. Otorite uygulamak, şiddet uygulamayı içermediği gibi, aslında onu dışlar. Otorite, saygıdan doğar, korkudan değil. Güç kullanmaksızın insanların yapmayacakları şeyi yaptırandır otorite. Otoritenin güç/iktidar kullanması (zorlama-cezalandırma), ancak kişilerin özgür ve gönüllü olarak salt hakkaniyet olan kural/yasa ve edimi kabul ettikten, tanıdıktan sonra haksızca (keyfi olarak) ona karşı çıktıklarında “meşru/yasal” olabilir. Salt güce/iktidara sahip olduğu için, muhatapları üzerinde keyfi olarak tasarrufta bulunmak, otorite değil, zorbalık-tiranlıktır. Borçluluk durumunu görmeme (nankörlük/küfür) ve herkesin “lehine” olduğu, gerekçeli olarak açıklanmış ahlaki-hukuki yasaları ihlal etme “suçu” (zulüm), cezayı gerektirir. Yasa/kanun, hakkaniyetsiz/hukuksuz, adil olmayan tarzda zorla/güçle konabilir. İtaati de ancak “zorla/güçle (boyun eğdirilerek)” sağlanabilir; gönüllü ve saygı ile değil.
Bu otorite tanımı, “Tanrı”yı yani O’nun kimliğini, kişiliğini, karakterini oluşturan temel niteliklerdir: Onun üzerinde karşı eylemde bulunma olasılığına sahip olmaksızın, benim üzerimde eylemde bulunabilme olasılığıdır. İnsanlar, Tanrı’yı en yüce otorite olarak tanır ve kendisi gibi fani varlıklara (devlet, parti, para, millet, toplum, sınıf…) ve kişilere de (din adamı, lider, maşuk) –çoğu kez haksız yere- Tanrısal (kutsal) otorite atfeder. Tanrısal otoritede insanın otoriteye karşı çıkması ahlaken mümkün olmadığı halde; insani otoritede bu mümkündür. Yalnız, bu yargı, mutlak anlamda böyledir; Teolojilerin Tanrı tasavvurlarını içermez. Otoritenin var olduğunu belirtmek yeterli değildir; onun varoluşunun nedenini, sebebini, gerekçesini, aklanışını belirtmek gerekir. Otoritenin, kendini ileri sürmesi de, -insani düzlemde- ona karşı gelinmesi de gerekçeli olmak zorundadır. Gerekçenin ve aklanışın olmadığı yerde “Otorite” değil; “zorba/tiran” var demektir. Dinlerde “kendinde” kör-inançların (hurafe) ve eylemlerin ortaya çıkmasının nedeni, en başında otoritenin gerekçesiz olarak, diğer deyimle Tanrı’nın salt-yoğunlaşmış “güç” olarak tasavvur edilmesi ve böyle konulmasıdır.
2-Otoritenin Çeşitleri
Yukarıda yaptığımız “meşru” otorite tanımı, insani düzlemde üç tarzda ortaya çıkar. Dördüncüsü ise zorbalıktır: 1- Babanın veya ebeveynlerin çocuk üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Dünyaya getirme, bakma, koruma, kollama, şefkat-merhamet. 2- Reisin reaya/halk üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Bilgelik, öngörü, kehanet, koruma, kollama. 3-Yargıcın Otoritesi. Gerekçe: Adalet, hakkaniyet. 4- Efendinin köle üzerindeki otoritesi. Gerekçe: Risk alma, zorbalık. Birinci teoriyi, Hıristiyan teologlar; ikinci teoriyi, Aristoteles; üçüncü teoriyi, Platon; dördüncü teoriyi ise Hegel, yegâne “meşru” otorite olarak savunmuşlardır. Ölü atalar, yaşlılar ve geleneğin yaşayanlar üzerindeki otoritesi, yazarın eseri üzerindeki otoritesi birinci tarza; yönetici, patron, kurmay, hoca, uzmanın… otoriteleri ikinci tarza; hakemin, senatonun, müfettişin, din adamının, sansürcünün… otoritesi üçüncü tarza; aristokratın, askerin halk üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki, galibin mağlup üzerindeki otoritesi, dördüncü tarza örnek olarak verilir. Efendinin köle üzerindeki otoritesi, insanın hayvan ve doğa üzerindeki otoritesine benzer. Şu farkla ki, doğa ve hayvan, insana bilinçsizce zorunlu olarak boyun eğerken; köle, efendisine bilinçli (korkusundan) dolayı, zorunlu olarak boyun eğer.(1)
II-UYGULAMA: KUR’ANDA OTORİTE
1-Allah’ın Otoritesi
Tanrı’nın otoritesi, Tevrat’ta yukarıda saydığımız otorite çeşitlerinin tümünü birden içerir. Tanrı Yahwe; aynı anda Baba, Reis, Yargıç ve Efendidir. “Orduların Rabbi” olan Tanrı, öfkesi hemen “alevlenen” (Yeşu-7/1) bir Efendidir. Yahudi olmayanlara karşı tavrı “Galip” in mağlup üzerindeki otoritesi gibidir. İncil’deki “Göklerin Kıralı” ise, ağırlıklı olarak “Yargıç” ve siyasal “Reis” olmaktan vazgeçmiş bir “Baba”dır. “Göklerdeki Babamız”dır. Kur’an’a geldiğimizde Allah, Halik (Baba), Melik (Reis), Hâkim (Yargıç) ve Rabbdir (Efendi). Yalnız “Efendi(Rabb)”ye zorba anlamı yerine, insanlar ile olan din ilişkisinde “sahip ve mürebbi”; “Abd”a da, “insan” anlamlarını vermek koşulu ile. O, yerlerin ve göklerin, insanların, hayvanların… Rabbidir. İradeli/özgür insanlar üzerindeki tasarrufu ahlaki-hukuki “Misak(sözleşme)” ve “Ahit/akit” iledir; gerekçelidir. Kur’an’da Allah ile insan arasındaki din ilişkisinin “Rabb-Abd” ilişkisi olarak ifade edilmesi, yukarda tasvir ettiğimiz otoritenin insani düzlemdeki “Efendi-Köle” içeriğinden ziyade, Araplarda mevcut olan sosyoloji ve sosyal bilincin hazır bulunuşluluğunu, iletişim olarak kullanmadır. İnsanlıkla olan genel ilişkisi, ahlaki-hukuki (siyasi) bağlamda “Velayet/Dostluk-Adavet/Düşmanlık” ilişkisidir(2/ 98,257; 6/51, 4/45, 8/60…)
a) Halik (Baba):
Yerin, göğün, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıcısı Allah’tır. O, kâfir-mümin ayrımı yapmadan herkesi rızıklandırır. Rahmandır, Rahimdir. Her şey, varlığını ona borçludur. Bu in’am, ihsan, ikram, inayet, rahmet karşılığında ergin/yetişkin insanlardan, yaratılışlarında kendilerine verdiği vicdan kabiliyeti ile bu iyiliğin karşılığı olarak kendinin şükran duygusu ile keşfedilmesini(iman) ve saygı gösterilmesini(ibadet) beklemektedir. Bu durumu takdir edemeyenler, zalim ve nankördürler(kâfir).
b) Melik (Reis):
Rahmeti gereği, insanları eğitmek için tarihin bir döneminden sonra bazı halklara peygamberler gönderip, onları ekstradan eğitmek(hidayet) istemiştir. Onların başıboş, sorumsuzlukla kendi kendilerine icat ettikleri “dinsellik”lerin (şirk) yanlışlığını ortaya koymaya çalışmıştır. Bilgeliği gereği ve halkların geleceğinden sorumluluk duyarak vahiyleri ile onları uyarmıştır. Kendine, uyarılarına ve peygamberlerine isyan edenleri de cezalandırmıştır (helak tarihi). O, “Meliki’n-nas”tır(114/2). Allah, kendini son vahyinde Araplara bir Bilge Kral(Melik-Reis) olarak tanıtmıştır. O, Hikmet sahibi, Rahman, Rahim, Afuvv, Ğafur, Adil, Cabbar, Zu-İntikam ve Kahhardır (Merhametle Yoğrulmuş Adalet).
Müslümanların Mekke ve Medine dönemlerinde karşı karşıya kaldıkları politik durumlarda mazlum-mağdur ve hakkaniyetli pozisyonlarını sürekli desteklemiş, onları cesaretlendirmiş, mücadeleye-savaşa teşvik etmiş, onların yanında olmuş, onları kendi taraftarları (Hizbullah,5/56) olarak görmüş ve Yahudi-Müşriklerden oluşan karşı/düşman tarafı kendine de “düşman” olarak bellemiştir (8/60). Düşmanlaştırmayı, “küfür” üzerinden değil; “zulüm” üzerinden yapmıştır (60/7-9). “Bedir” savaş planını yapmış (8.Enfal suresi), savaşta müminlerin safında yer almıştır. Haddi aşma eğilimleri karşısında da müminleri sürekli uyarmıştır (2/194, 231; 5/2). Nankör (kâfir) ve zalimlere karşı “sert/adalet” sıfatları aktifleşirken; mümin ve adillere karşı merhametle yoğrulmuş adalet sıfatları işbaşında olmuştur. Kur’an’daki ve erken dönem İslam tarihindeki şiddeti (kıtal-cihat-cehennem tasvirleri-iç-savaş), Arapların cahiliyyeden-çölden gelen (Ficar Savaşları) antropolojik doğalarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Allah’ın aslî “din” davasının barış/sulh-selamet olduğu Kur’an’da gayet açıktır (3/186, 42/43, 4/128, 5/28).
c) Hâkim (Yargıç):
Allah, İnsanların kendisi ve birbirleri ile ilişkisinde Adalete riayet etmelerini istemektedir. Merhamet, Allah’ın insanlar ile ilişkisinde kendinin bir erdemidir. Mutlak gücünü Adalet ve Merhamet ile sınırlandırmıştır. Ancak merhamet, Kur’an’da İnsanların birbirleri ile ilişkisinde sadece bir defa tavsiye edilmiştir (90/17). İnsanlar arasında esas olan adalettir. Yeryüzünde adaleti insanların temin etmesini istemektedir. Dünya hayatı “zorunlu” olarak adalet üzerine kurulmamıştır; Adaleti insanlar gerçekleştireceklerdir: “Adaleti ayakta tutanlar olun” (4/135, 5/8). İnsanların “denenmesi”nin esas muhtevası, konusu budur. Adaleti gerçekleştirenler, Ahirette adalet ile yargılanıp, hak ettikleri ceza (cehennem) ve ödülü (cennet) kazanacaktırlar. Orada kimseye zerre miktarı haksızlık edilmeyecektir.
2- İslam Kelamında Allah’ın Otoritesinin Halleri
a) Mutezile
İslam Kelamında Allah’ın otoritesi üzerine ilk düşünenler Mutezile kelamcılarıdır. Onların “Beş Esas”ından ilk ikisi Tevhit ve Adalettir. İkisi de Tanrı’nın otoritesi ile ilgilidir. Onlar, Allah’ın otoritesini Yargıcın otoritesi (Adalet) ve Reis/Melik’in (Tevhit) otoritesi başta olmak üzere Babanın (Yaratıcı) otoriteleri bağlamında temellendirmişlerdir. Allah’ın insana güç yetiremeyeceği şeyleri (sorumluluk) ahlaken teklif edemeyeceği ve insanlar için en iyi/adil olanı (Aslah) yaratmak zorunda olduğu ve İnsanların Ahirette karşılaşacakları durumun, dünyadaki hak etmeleri (İstihkak) sonucu olacağı… görüşleri, onların teorisinin “Yargıcın otoritesi” olduğunun kanıtıdır. Buradaki “zorunluluk”ların ontolojik değil; ahlaki olduğuna dikkat etmek gerekir. İnsan, fiillerinde özgürdür. Ahlaki iyi ve kötü, Tanrı’nın buyruğu ile değil; kendiliğindendir ve insan aklı/vicdanı tarafından görülebilir. Vahiy/Tanrı, sadece iyiliği destekler; kötülüğü köstekler. (Kadı Abdulcabbar, Şerhu’l- Usili’l-Hamse, 1988, Kahire, s. 301vd.)
b) Eş’arilik
Eş’arilik, Mutezilenin tam tersine, Allah’ın otoritesini, “Efendi”nin otoritesi olarak teorileştirmişlerdir. O, “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i Mutlak, Mürid-i Mutlak ve Âlim-i Mutlaktır. Fiillerinde asla bir “gerekçe” aranmaz. Bir şey veya bir eylem, Allah ona “iyi” dediği için iyi; “kötü” dediği için de kötüdür. Fiiller ve şeyler kendi zatlarında “iyi” veya “kötü” olamazlar. O’nun adaleti, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesidir. Ahirette isterse kâfirleri cennete, müminleri de cehenneme koyabilir. Cennete ve cehenneme “istihkak” ile değil, Allah’ın dilemesi ile insanlar oralara gider. İnsanın fiillerinde bir dahli/payı yoktur. Allahtan başka fail, Allahtan başka yaratıcı yoktur. İnsan, görünürde hür; aslında fiillerine zorlanmıştır. İnsanların cüz-i iradeleri Allah tarafından yaratılmıştır… (Ebu’l-Hasan el-Eşari, Kitabu’l-Lum’a, Kahire, 1975, 47 vd.)
c) Maturidilik
Maturidilik, Allah’ın otoritesini, “Reis”, “Yargıç” ve “Baba”nın otoritesi olarak temellendirir. Onlar, Allah’ı “Hikmet” sıfatı ile açıklarlar. Allah’ın bütün fiilleri bir maksada, maslahata, hikmete dayanır. Onlar da Mutezile gibi, Allah’ın insanlara güç yetiremeyeceği tekliflerde bulunmadığını ve Allah’ın hikmetinden sual edilebileceğini savunmuşlardır. İnsanın özgür iradesini ve sorumluluğunu savundukları gibi, aklın kendi başına iyi ve kötüyü bulabileceğini de savunmuşlardır. (Ebu Mansur el-Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, çev: B.Topaloğlu, 2002, Ankara, 22vd.)
d) Tasavvuf
Tasavvuf, Kelamda Eş’ariliğe bağlı olarak, Allah’ın otoritesini “Efendi” ve “Baba”nın otoritesinin karışımı olarak savunmuşlardır. Yargıcın “Hukuki” otoritesini önemsemedikleri gibi; Reisin “Siyasal” otoritesini de önemsememişlerdir. Hristiyanlığa yakın olarak “Baba”nın koşulsuz merhametini ve “Efendi” din mutlak (koşulsuz) hâkimiyetini, yani “Kaderciliği” savunmuşlardır. “Vahdet-i Vücut” teorisi, oluşun tümünün Allah’ın tekvini iradesinin bir tecellisi olarak “Efendi”nin otoritesini perçinler.
3) Otoritenin Aktarımı:
Otorite kalıtım, seçim ve atama yolu ile intikal eder. Otorite, özünde kişiye bağlı değildir. Onu temsil eden kişiler, onu cisimleştirir, gerçekleştirir, ona maddi dayanak sağlar. Bunun sebebi, otoriteyi doğuranın, onu elde tutanın varlığı değil; edimleri veya nitelikleridir. Otoriteyi kuran fiil ve nitelikleri taşıyan herkes, otorite olur. Otorite, Tanrı da mutlak/mükemmel olarak bulunurken; ondan intikal ettiği şahıslarda mükemmel olmamaları hasebi ile azalır. Peygamberler, atama yolu ile otoriteye sahip olurlar. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği önerileri halka duyurur (Elçilik) ve o önerilere uygun, onlarla çelişmeyecek önerilerde veya eylemlerde bulunmak zorundadırlar.
a) Hz. Muhammed’in Otoritesi:
“Hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”(4/65) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan idarecilere itaat edin. Her hangi bir şeyde ihtilafa düşerseniz, -Allah’a ve peygambere inanıyorsanız- onu, Allah’a ve resulüne arz edin.”(4/59). “Kim, peygambere itaat ederse; Allah’a itaat etmiş olur.”(4/80).
Hz. Muhammed, fani bir insan olması hasebi ile kararlarında yanılabilir. Nitekim bazı kararlar, Allah tarafından kınanmış ve düzeltilmiştir(9/43, 17/74, 80/1-10). Hz. Muhammed’e devredilen otorite “Reis” ve “Yargıç”ın otoritesidir. Elçi(peygamber) olarak vazifesi: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle, en güzel tartışmalarla insanları çağırmaktır”(16/125). O’nun vazifesi, “hatırlatmadır; zorbalık yapmak değil.”(88/22). Müminler topluluğunun politik Reisi olarak öndeyilerde bulunmuş, risk almış, stratejiler yapmış ve savaşmıştır.
Hz. Muhammed’in canlı şahsına (peygamber, Reis ve Yargıç olarak) aktarılmış bu otoritenin, onun ölümünden sonra gelecek müminlere müteaddiyeti (geçişkenliği), yani onun Hadislerinin ve Sünnetlerinin metaneti ve bağlayıcılığı Fıkıh Usulünde derin bir tartışma konusu olmuştur. Ahmet İbn Hanbel ve İmam Şafii, Hadis ve Sünnetlerin tümünün, bir kere ve bütün zamanlar ve insanlar için -Allah’ın otoritesi gibi- kesin bağlayıcı olduğunu savunmuşlar; İmam Malik ve Ebu Hanife ise, hükmün doğasına göre bazılarının bağlayıcı, bazılarının ise bağlayıcı olmadığını ileri sürmüşlerdir. Mutezile de bu kanaatte olmuştur.
Hz. Muhammed’in Allah’tan devraldığı “Reis”in otoritesi yani politik otoritesi, Sünnilikte Kureyş kabilesine aktarılarak rutinleştirilmiş; Şia’da “veraset” yoluyla “Ehli Beyt”ine intikal ettirilerek “imamet” kurumuyla sürdürülmüş; Haricilerde ise “Yargıç”ın otoritesi olarak algılanıp sürdürülememiştir.(2)
b) Ulemanın Otoritesi
“Ulema-i Beni İsrail” (26/197), “Ehlu’z-zikr”, (16/43), “Rasihûne fi’l-ilm”(3/7), “Rabbâniyyûn/Ahbar” (5/44, 63) ifadeleri, Yahudilerde otoriteleri Tanrı tarafından onaylanmış “ulema”ya tekabül eder. Bu otorite, “Yargıç”ın otoritesidir. Kur’an’da da “olayları değerlendirip hüküm çıkaracaklar” (4/83) ve “din konusunda derin kavrayış sahibi olanlar (9/122) ifadeleri, Kur’an’ın veya dini muhtevalı olguların yorumlanmasında dürüst ve uzman kişilere bir otoritenin aktarıldığını gösterir. Bu otoriteyi hakkı ile taşıyamayan (5/63) Yahudi âlimleri, “Kitap Yüklü Eşekler”e benzetilmiştir. (62/5) Ulemanın otoritesini gerekçelerinin makuliyeti, mukniliği, hakkaniyet ve maslahata uygunluğu ve delillerinin gücü belirler. Taşımak zorunda oldukları ahlaki nitelik (muttakilik) de eklenmeli.
c) Ümeranın/Yöneticilerin Otoritesi
“Ulu’l-Emr minkum= sizden sorumluluk sahipleri” (4/59, 83) ve “Emanete ehil” (4/58) ifadeleri, kamusal (politik-hukuki-iktisadi) sorunların çözümünü, ehliyet ve liyakat yani “nitelik/yüklem” olarak taşıyan kişilere de bir otoritenin intikal ettiğini gösterir. Buradaki otorite, Reisin ve Yargıcın otoritesidir. 3/159 da Hz. Muhammed’e kamusal sorunların çözümünde bir “otorite” olarak müminler ile “istişare” etmesi emrolunmuştur. 42/38 de ise, direkt müminlere kamusal sorunlarını kendi aralarında “danışma-oydaşma/ortak akıl (şûra)” ile çözmeleri istenmiştir. Bu ifade, otoritenin, çoğunluğun “seçimi/oylaması (icma)” ile de oluşabileceğini ifade etmektedir. Seçimde “Otorite”, seçenlerin “çok”luğundan izafi olarak kaynaklandığı gibi; seçilenin (ilkenin-çözümün) yüklem oluşu yani niteliğinden (doğruluğundan) da kaynaklanabilir. Çoğunluğun ortak iradesi, zorunlu olarak her zaman “doğru/hakkaniyet/adalet” olmayabilir. Şiilerin iddia ettikleri gibi, Allah’ın Otoritesi, Hz. Muhammed’in “veraset”iyle onun çocuklarına (Ehl-i Beyt) intikal etmiş değildir (imamet). Sünnilerin iddia ettiği gibi, -“İmamlar (Halife/Yönetici), Kureyştendir” hadisi(?) ile- onun otoritesini cahiliyeden gelen Kureyş kabilesinin karizmasına intikal ettirmek de mesnetsizdir. Bu iddia, düpedüz kabileciliğin onaylanmasıdır. Oysa Müslüman kimliğin kurucu unsurları, iman ve salih ameldir. Dolayısıyla, İslam’da herhangi bir “Teokratik” veya “Aristokratik” otorite oluşturma yolu yoktur. Yöneticiler, otoritelerini ahlaki “nitelik”lerinden ve eylemlerinin ahlaki “yüklem”lerinden alırlar. Otoritelerini kullanma, tenfiz yetkilerini de, Tanrı’dan değil; halkın teveccühünden (seçim-oylama-şûra) alırlar. Zulüm işledikleri takdirde de, halkın itaat etme sorumluluğu kalkar; kendileri de otoritelerini (meşruiyetlerini) kaybederler.
d) Vicdanın Bireysel Otoritesi ve “Ezeli Misak”
d.1) Yaratılışta İnsana Verilen Vicdan(İlahi Ruh) Kapasitesi
Yaratılışta Allah insana kendi ruhundan üflediğini söylemektedir (15/29). Başka bir yerde de insan yaratılınca ona “kötülük yapma ve ondan sakınma kapasitesi”nin verildiği belirtilmektedir (91/7-8). Bu her iki ifade de, otoritenin kaynağı olan ahlaki “nitelik” ve “hüküm/yüklem” kapasitesi olarak “Vicdan”ı kastetmektedir. Tanrı’nın Yaratıcılığı dışındaki insanla ilişkisinde onun fiillerini de nitelik ve yüklem olarak “otorite” olmaya layık kılan ve onu keşfeden kapasite vicdandır. Vicdanı yaratan Tanrı’dır; ancak, Tanrının kendisi de vicdan tarafından keşfedilir ve o vicdan terazisinde tartılır. Kendini Kur’an’da bu terazide tartarak bize sunmuştur. Şirke karşı “Esmau’l-Hüsna” ile Tevhit’in savunması, vicdan ile yapılmıştır. Tanrı ile insan arasında bir “ilişki” olarak din, bir metafor olarak “Ezeli Misak” ile kurulmuştur. Tanrı, insana bahşettiği sonsuz nimet, lütuf, ihsan, ikram, rahmet karşılığında insanın üzerine düşen minnettarlık, şükran (iman-ibadet) sorumluluğunu yerine getirmesi için: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye insan vicdanına bir soru sorduğunda; insanların ruhu/vicdanı da: “Tabiiki Rabbimizsin” demişlerdir (7/172). Peygamberler ve onların gönderildiği kavimler ile de din ilişkisi, “misak/sözleşme” ilişkisi olarak devam etmiştir (2/27, 3/81, 4/21, 5/70…) Vicdan, insanın içinde yaratılışta verilmiş potansiyel bir nitelik ve ahlaki hüküm/yüklem oluşturan “öz/lübb” dür. Bu özü aktifleştirenler, “Ulu’l-el-bâb”dır (2/179, 3/190, 13/19,3 8/43…) “Basiret”, vicdanın diğer adıdır: “İnsan, mazeretler ileri sürse de; basireti, kendini bilir.”(75/14-15).
d.2) Görme-İşitme Olarak Vicdan
Vicdan kapasitesi, Kur’an’da görme ve işitme duyuları ile de mecazi olarak ifade edilmiştir. Tanrı’nın doğadaki “ayet”lerini (Güneş sistemi, Dünya ve içindekiler) görenler ve O’nun vahiy olan “ayet”lerini işitebilenler, can kulağı ile dinleyenler, vicdanlı insanlardır. Görme ve işitmeleri ile vicdanları keskinleşir. “Onlar, sözleri dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18). “Kur’an okunduğunda susun ve dinleyin ki, size merhamet edilsin (ilham gelsin İ.G.)” (7/204) Doğal olaylara ve şeylere işaret edip de “Görmüyor musunuz…?” diye başlayan yüzlerce ayet vardır.
d.3) Kalp (Lübb-Fuad)/Akıl ve Düşünme-Hikmet
Kur’an’da dini bağlamda düşünmenin faili vicdan anlamında “Kalp/Fuad”dır. İnsanın mantık ve ahlaki duygulanım kapasitelerini birlikte ifade eder. Dini aktın gerçekleşmesi için düşünme (tefekkür, taakkul, tedebbür, tezekkür, tafakkuh) olmazsa olmazdır. Taklit, atalara körü körüne inanç ve bağlılık otorite olarak reddedilmiştir. Böyle düşünme “Hikmet” olarak isimlendirilmiştir. Kur’an’daki düşünce “Hikmet-i Baliğa=Hikmetin Doruğu”dur (54/5). “Kime “hikmet” verilmiş ise; ona çokça hayır verilmiştir.” (2/269). Vahiy/peygamber, ancak vicdanı “diri” olanları hidayete erdirir (36/70). Akıl, Arapçadaki zapt (hafıza), rapt (bağlama), keff (çekinme) ve fark (ayırma-furkan) anlamları ile Latincedeki “Cause”, “Logos” veya “Ratio” (nedensellik) anlamlarından farklı olarak; fiziksel/ontoloji/doğal (mantık) bağlamında değil; daha ziyade, ahlaki-dini bir anlama/yorumlama içeriğine sahiptir. İman ve salih ameli doğuran bu aklın otoritesidir. Kur’an, “Bilim”den (gerçeklik/vakıa-gerçek olmayan) değil; “İlim”den (hakikat-batıl) bahseder. “Tohumu çelik olanın, meyvesi olmaz.”
4- Reddedilen Otoriteler
a) Nefs’in/Heva’nın (Egonun-Arzuların) Otoritesi
Burada yapacağımız tahlil, insanın biyo-psişik yapı bütünlüğünün en temel unsuru olan içgüdülerinin veya arzularının kategorik reddi değildir. Çünkü bunlar, insanı hayata bağlayan temel unsurlardır. İçgüdülere kök söktürme veya nefsi öldürme, Kur’an’ın değil, ancak bazı Mistik/Tasavvuf hareketlerinin dini davasıdır. Bunun yerine, insan olmanın en temel diğer bir yapı özelliği olan vicdanı ve ahlaki doğasını aktüelleştirmesini engelleyecek tarzda bu arzu ve içgüdülerin taşması ve bütün benliği kaplaması kritik edilecektir. Çünkü bir yabancılaşma süreci olarak bu durum, insanın kendine ‘self/nefs’ anlamında ahlakî/tutarlı, bütünlüklü bir benlik/kendilik inşa etmesini engeller.
İnsanlar günlük ilişkilerinde bu ilişkilerini değerlendirirken veya şahit oldukları insanlık durumlarını değerlendirirken genellikle ‘kendinin o eylemi kendisiyle rastlantısal özel ilgisinden -kendi özel koşullarıyla ilgisinden- dolayı değerli-değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar. Bu, bir eylemin onu değerlendirenle ilgili sonuçları açısından değerlendirilmesidir. Eylemin değerlendirene sağladığı yarar ya da yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir… Değerlendirmede ilk adım –yani eylemin nedenlerine bakma- atlanarak, o eylemin değerlendiren için rastlantı sonucu doğurduğu yarar ya da zarar, yani eylemin dolaylı bir etkisi, değerlilik ölçüsü olarak kullanılır. Bir özel değer yargısında bulunulur; sonra da bu özel değer yargısı, eylemin özelliği olarak –“değeri” olarak- eyleme atfedilir’. (3) Ali Şeriatî de, insanın özgürlüğü ve ahlaki yaratıcılığının önündeki dört “zindan”dan (diğer üçü doğa, tarih ve toplumdur) en güçlü ve aşılması en zor olanını “Ego” olarak niteler. İnsan doğa, tarih ve toplum zindanlarından kritik düşünce ile çıkmayı başarabilse de, ego zindanından kurtulması oldukça zordur. Bu durumda insan: “Kendi”m dediğinde, bunun kendisinde gömülü bulunan özgür ‘ben’ (vicdan. İG) olduğunu algılayamamaktadır; salt ve genel bir insanı, ’kendi’ olarak algılayabilmektedir.’(4)
İnsanda yerleşmiş, tabiatının en temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü, iştiha ve kuvvetli arzular, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir.(48/14, 7/176, 25/43, 23/71…) İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu dış duvarın içeriye doğru aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini şuurda norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.”(2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: ‘Senin ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.’(11/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve arzuların(heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklîleştirilmesi (hesabilik) ve toplumsallaştırılmasıdır (Araçsal akılcılık). Hevanın karşıtı hakikattir. Hakikat yerine hevanın kültür, yaşam tarzı veya dünya görüşü haline gelmesinin sonucunu Kur’an şöyle tasvir eder: ‘Eğer hakk, hevaya tabi olsaydı gökler, yer ve ikisinde bulunanlar bozulur giderdi.’(23/71)
Hesapsız çıkarlar, tutkulu arzular veya azgın güdüler toplamı olarak heva, şişerek benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23…). Bu durumda kişi giderek kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8)). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34)i; şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlerinden kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer.(45/23) Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında “Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.
b) Toplum/Kültür/Gelenek/Tarihin Otoritesi
İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır ve bilinci, benliği, kişiliği bu değerlere göre şekillenir. Freud’un “Süper Ego” olarak kavramsallaştırdığı bu yapı, taşımış olduğu bütün değer kodlarını toplumun üyesi olan bireyde vicdan, benlik, kişilik olarak kristalleştirir. ’Genellikle halk, egemen sosyal düzeni sürdürerek, egemen hukuk düzenini ihlal etmeden, sosyalleşerek hareket eder. Bunlara karşı hareket ettiğinde kendini suçlu hisseder. İnsanın sosyal ve kültürel organizasyonlar aracılığı ile uygarlaşması gelişti ve devam etti. Bu yapılar bebeklik ve çocukluk çağından itibaren her bir bireyin içine nüfuz ederek onu belirler. Dolayısıyla, çocuk büyüdüğünde bu yapıları kırdığında suçluluk hisseder.’ (5) Sonuç olarak, toplumsal vicdan veya kamuoyu olarak süper ego, miras alınan vicdandır.
Bireyin içine doğduğu toplumun ahlaki değer yargılarını/kalıplarını kullanarak günlük yaşamda ahlaki değerlendirmelerde bulunmasını Kuçuradi şöyle tasvir eder: “Bir değer atfetmenin maskesi olmayan yerde, değerlendirenin grup üyeliğinin ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine –psikolojik nedenler bir yana-, “evet” dediği moralin (ahlakın) genel değer yargılarına uygun olması bakımından değer biçtiği değerlerdir. Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunulan tek davranışa değerliliği-değersizliği,-iyiliği-kötülüğü- peşinen belirlenmiş olan davranışlardan birinin adını-kavramını-takmak ve yalın bir akıl yürütmekle –hazır genel değer yargısına göre- sonuç çıkarmaktır. Çünkü bireyde bulunan özel değer yargısı, yani bir eyleme biçilen değer, bir mantık çıkarımından -tümdengelim- öte bir şey değildir… Bu değerlendirme tarzı, genellikle bağnaz kişilerin –yobazların- değerlendirme tarzıdır. Grupların (toplumların/kültürlerin) davranış belirleyen yerleşik değer yargılarını nihai, hakiki değerler sanarak/sayarak onlara en üstün değeri atfeden, dolayısıyla onları korumak ihtiyacını duyan ve grup üyeliklerini en değerli özellik sayarak/sanarak en üstün değeri ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.”(6) Dünyadaki farklı dinsel, kültürel ve etnik grupların, toplumların günlük değerlendirme tarzları ortalama böyledir.
“Genel bir tarzda, insanın ölümünden sonra yaşamında olduğundan daha çok otoritesi vardır. Vasiyetin, henüz hayatta olan bir insanın verdiği emirden daha çok otoritesi vardır. (“Ev danasından öküz olmaz.” “Ananın gözünde çocuk büyümez.”İ.G) Bir söz, vermiş olan kişinin ölümünden sonra daha çok bağlayıcı olur. Ölmüş babanın buyruklarına yaşadığı süre içinde verdiklerinden daha çok uyulur. Bunun sebebi, bir ölüye karşı eylemde bulunmanın somut olarak imkânsız olmasıdır. O halde ölü, tanım gereği otorite sahibidir. Ama ona tepkinin (karşı çıkmanın) imkânsızlığı, ölünün otoritesine Tanrısal/kutsal bir nitelik sağlar. Otoritenin, ölü tarafından icrası, kendisi için bir risk içermez. Bu otoritenin güçlülüğü veya zayıflığı, buradan gelir. Kısacası, bu, tanrısal otoritenin özel bir halidir.”(8) Gelenek, Tarih ve Toplumun otoritesi, “Baba”nın ve “Efendi”nin otoritesinin bir karışımı olarak gerçekleşir.
Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş, geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız.” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter.” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fahişeten), ‘Atalarımızın böyle yaptığını gördük.” (7/28) derlerdi. Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23) kesinlikle reddetmektedir: “Deki: “Eğer imana karşı küfrü tercih ediyorlarsa babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz ve hısım-akrabalarınızı dost edinmeyin.” (9/23-24) Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak ‘Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk.”(33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.
Genelde sıradan insanın korunma ve koruma (güvende olma) saikinin veya tembellik halinin yönlendirdiği bu eğilimi H. Bergson, dinsel ve ahlaki bağlamda “Statik Din” ve “Statik Ahlak” olarak kavramsallaştırmıştır. Bu tip ahlak ve din, içtimai, muhafazakâr, gayri şahsi ve alışkanlıktan doğmuştur. Bu din ve ahlak kapalı toplumların bir meziyetidir: “Grup tek başına yaşayan ferdin benliğinde hazır ve nazırdır, onu teşvik veya tehdit eder; kendisini dinlemesini, buyruğuna boyun eğmesini ister. Cemiyetin gerisinde de grubun bağlandığı ve ferdin hareketinden cemiyeti sorumlu tutan tabiatüstü kuvvetler vardır…”(9) Bireyin çoğu kez kendine ait olduğunu sandığı düşüncelerin aslında topluma ait olduğu gerçeğini E. Fromm şöyle ifade etmektedir: “Düşüncenin yabancılaşması, kalbin veya duyguların yabancılaşmasından hiç de ayrı değildir. Kişi çoğu zaman bir fikir bulduğunu, bu fikrin kendi keşfi ve ürünü olduğuna inanır; oysa gerçekte benliğini kamuoyunun, gazetelerin veya devletin yarattığı putlara ya da bir lidere kaptırmış, düşüncesini onlara aktarmıştır. Bu putların kendi inançlarını simgelediğini sandığı halde, gerçekte, bu simgeleri bilgi ve bilgelik tanrıçaları olarak benimsediği için onların düşüncelerini kendi düşünceleri olarak kabul etmektedir. Ve salt bu nedenle tanrılarına bağımlı bir köle durumuna gelir. Çünkü kafasını, düşüncelerini onlara aktarmıştır.”(6) Dikkat edilirse Fromm, geleneksel kapalı toplumlardan değil, modern sözüm ona ‘açık’ toplumdaki bireyin içinde bulunduğu vicdan durumundan bahsetmektedir. Bireyin kişisel, bireysel vicdanını aktüelleştirememesi bakımından modern toplumların geleneksel toplumlardan geri kalır hiçbir yanı yoktur.
Kur’an’ın “Ataların yaşam yollarına uyma”, Kuçuradi’nin “Değer biçme”, Freud’un “Süper ego”, Bergson’un “Statik Din” ve “Statik Ahlak” olarak isimlendirdiğini, Fromm “Otoriter Vicdan” olarak isimlendirmektedir. Otoriter vicdanı Fromm şöyle tanımlıyor: “Otoriter vicdan, içselleştirilmiş bir dış otoritenin, ana-babanın, devletin, toplumun ya da içinde yaşanılan kültürdeki başka bazı otoritelerin sesidir. İnsanların otoritelerle olan ilişkileri, ahlaksal yaptırımlar olmaksızın dışsal kaldıkları sürece vicdandan söz edemeyiz. Böyle bir davranış, cezalandırma korkusu ve ödüllendirilme umudu aracılığı ile yönlendirildiğinden, sadece caydırıcı olup, her zaman söz konusu otoritelerin varlığına, onların insanın ne yapmakta olduğuna ilişkin bilgilerine, cezalandırılma veya ödüllendirilme güçlerine bağlıdır.”(10) Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan”da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir.(11) Bu ‘iyi’ler, kendi erdemini kendi vicdanı ile keşfedenleri çarmıha gererler. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan iki tanesi “tarih” ve “toplumdur” (kültür): “Demek istediğim, bir ‘canlı’ türü olan insan toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. “İnsan’ olma sürecine girmiş ise, giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan(zindanlardan) kurtulur ve özgür olur.” (12)
c) Putlar ve Tağut’un Otoritesi
Putlar, müşriklerin kendilerinin kendilerine yabancılaşarak ve atalarının uydurdukları “boş” isimlerden başka bir şey değildir. (53/23) Allah, onlara herhangi bir “otorite (sultan)” vermiş değildir (3/151, 6/81, 22/71, 30/35). Müşrikler, onları Tanrı ile kendileri arasına “torpilci aracılar (şüfeâuna, 6/94)” olarak koymuşlardır. Tağut ise, “Şeytani Güçler” anlamında Hz. Musa’nın mücadele ettiği ekonomik(Karun), politik (Firavun) ve dini (Hâman) güç odakları(29/39) ve Ondan sonra gelen ve Hz. Musa’nın din davasını sürdüren kral Süleyman, oğlu Davut ve komutanı Tâlut’un mücadele ettiği aynı şeytani güç odağı olarak Câlut’tur (2/246-251). Bugün, Uluslararası şirketler (Kapitalizm) Karun’un; ABD-NATO, BM’nin 5 Daimi Üyesi ve İsrail, Firavun’un; Vatikan, Haman’ın rollerini oynamaktadırlar. Buralarda aktüelleşen otorite, “Efendi”nin zorba/tiran otoritesidir. Hukuktan, Adaletten, denetimden, sorgulamadan-gerekçeden (vicdan) kaçmaya çalışan her otorite taslamanı, -adı-sanı ne olursa olsun- sıfatı zorba/tirandır (Tağut).
d) Din Adamları ve Kilise’nin Otoritesi
Ulemanın şeffaf, anlama, iknaya, takvaya, delile (gerekçeye) dayanan otoritesinden farklı olarak; Yahudilik ve Hristiyanlıkta Tanrının dışında O’nu “temsil (Rabb)” ettiğini iddia eden Haham ve Ruhban sınıfı (Kilise), kendinde Tanrısal bir yetki vehmedip insanları sömürmüşlerdir (9/31, 34). Bunlar, bir takım özel kisve ve giysiler ile bu yetkiyi taşıdıklarını ima etmişlerdir. İslam’da aynı yetkiyi İmam, Veli, Şeyh, Mehdi, Gavs, Kutup… gibi şahıslar iddia etmişlerdir. Burada aktüelleşen otorite, Yargıcın (ulema) otoritesi değil; “Baba”nın otoritesinin istismarıdır.
5-Sonuç:
Otorite, -Tanrı dâhil- salt kişide, varlıkta (ontoloji-fizik-güç) değil; onun niteliklerinde ve eylemlerinin yüklemindedir. Kaynağı da, -Tanrı yaratmış olsa da- kendinin de onda tartıldığı vicdandır. Tanrı ise, kendi yarattığı vicdanın sigortasıdır. Tanrı, varlığın; vicdan, insanlığın tuzudur. Teolojiler, trajik olarak bu tuzu daima kokutur; varlık ve insanlık da bozulur. Tarihte ve günümüzde olduğu gibi…
KAYNAKLAR:
1-Bu teorik çerçeve, Alexandre Kojeve’nin Otorite Kavramı, çev: M. Erşen, 2004. İstanbul adlı kitabının 13-66 sayfalarında yaptığı otorite analizine dayanılarak yapılmıştır.
2-Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki Otoritesinin Sünnilik, Şia ve Haricilikteki kristalleşme şekilleri için bkz: Hamit Dabaşi, İslamda Otorite, çev: S. Gündüz, 1995, İstanbul. Ayrıca Bkz: Ali Mebruk, Teolojiden Tarih Felsefesine Nübüvvet, çev: M. Coşkun, 2014, İstanbul.
3-Kuçuradi, İonna, Etik, 1988, Ankara, s. 8.
4-Şeriati, Ali, İnsanın Dört Zindanı, çev: H. Hatemi, İstanbul, 1984, 78vd.
5-Roth, Prıscılla, The Superego, Cabridge, 2001, 17.
6-Kuçuradi, Etik,18.
7-Bergson, H. Ahlak ile Dinin İki Kaynağ, çev: M. Karasan, İstanbul, 1986, s.86.
8-Kojeve, Otorite Kavramı, s.21.
9-Fromm, Erich, Çağımızın Özgürlük Sorunları, çev: B. Güvenç, İstanbul, 1973.73.
10-Fromm, Kendini Savunan İnsan. çev: N.Arat, İstanbul, 1991, s.145-146.
11-Fromm, a.g.e.148.
12-Şeriati, İnsanın Dört Zindanı. 69,56.vd.