“Toplumsal Birliğin” Ayak Bağı Olarak “Milli Birlik” Davası

19.10.2015

Türkiye toplumunun toplumsal birliğini sağlayamamasının önündeki tek engel “Milli Birlik”, yani “Kimlik Siyaseti”dir. Türkiye toplumu, “Kültür Devrimi” yaparak modern anlamda bir “Ulus(nation) Devlet(state)” yaratma projesi olarak kurulmak istenmiştir. Osmanlı bakiyesi farklı etnisiteler ve mezhepler(Sünni-Alevi), “Türk Milleti” olarak tesmiye olunmuş ve ideolojik olarak seküler-çağdaşlık benimsenmiştir. CHP, bu ideolojiyi 1950’lere kadar zorla topluma dayatmış, ellilerden sonra çok partili hayata geçince bu ideoloji, politik hegemonyasını(vesayet rejimi) sürdürmesine rağmen; ideolojik olarak gevşemiştir. Daha sonraları kurulan MHP, bu ideolojiye hafif bir İslami “sos” eklemiştir. Yetmişli yıllarda politik hayatımızda rahmetli N. Erbakan tarafından başlatılan “Milli Görüş” hareketi, Milliliği, sekülerlikten “İslami” ümmetçiliğe kaydırmaya çalışmıştır. 1980’lerden itibaren oluşan PKK ise, Kürtlere yüz yıl geç kalmış bir “Millet” olma şuuru ve -yapabilirse- bir “Ev/yurt”  kazandırmaya çalışmaktadır. Sonuç olarak, birbirinden ayrı üç tane “Milli/kimlik” politikamız mevcuttur. CHP ve MHP, seküler anlamda “Millet” olma mücadelesi veriyor; MSP-AKP çizgisi, din kardeşliği(ümmet) anlamında “Millilik” mücadelesi veriyor; PKK-HDP ise, Kürtlerin Türklerden ayrı bir “Millet” olma mücadelesini veriyor.

Biz “Toplumsal Birlik” dediğimiz zaman, bu anlamda ideolojik, dinsel veya etnik bir “kimlik” birlikteliğinden bahsetmiyoruz; bu kimliklerin, Anayasa/toplum sözleşmesi karşısındaki  “eşit” vatandaşlık statüsünü kastediyoruz. Toplumsal Birlik tarihin, kaderin bizi bu yerde(yurtta)/Türkiye’de yaşamaya zorlamasından doğan, bir yanı ile “komşuluk”;  bir yönü ile de “aile” ilişkisidir. Bu topraklarda her ikisi de mevcuttur. Bizi bir aile kılanın da “İslam” olduğu malumdur. Salt “aile” olduğumuzu söyleyenler, kendilerini “reis” olarak görüp, diğerlerine aile değerlerini kendi kafasına göre empoze etmeye kalkışıyor. Aile bireylerini kendi kafasına göre “eğitimden” geçirmeye çalışıyor. “Kardeş” olduğumuzu söyleyenler de, kendilerini “abi” ve “hadi” yerine koyup, diğerlerine “doğru yol” ve yordam dayatmaya çalışıyor. Oysa “Kendini gerçekleştirmek, başka bireylerin de bunu yapmasına imkân veren yöntemlerle başarıldığında cinayeti, işkenceyi, bencilliği… vb. ortadan kaldırır. Başkalarına zarar verme halinde uzun vadede, kendimizi gerçekleştirmemize de zarar veririz. Çünkü, kendini gerçekleştirme, bunda rol oynayan “başka”larının özgürlüğüne bağlıdır. Eşit olanların arasındakinin dışında gerçek bir “karşılıklılık” olamayacağından, baskı ve eşitsizlik, uzun vadede bir tür kendini de engellemedir. Bu ise, Liberal toplum modeline tamamen aykırıdır. Çünkü, liberal toplumda biricik olarak “bireysel” gelişme sürecinin, bir başkasının müdahalesinden korunması yeterlidir. Liberal teoride “öteki”, aslında beni oluşturan değil, benim varlığım için potansiyel bir “tehdit” olandır.”(T. Eagleton. Hayatın Anlamı. İst.2007. 123). Diğer taraftan eğer “Bir insan, “iyilik”in -sonuçlarından bağımsız olarak-, belli bazı faaliyetlerin tabiatında içkin(bizatihi) olduğuna inanırsa, başka insanları -onların lehine sanısı ile- bu faaliyetleri yapmaya zorlamakta tereddüt etmeyecektir. Bu faaliyetlerin doğurduğu insani “fayda” ve “zarar”ların önemli olmadığına inanırsa, yaratılan bir kan denizini de önemsiz görecektir. Bu faaliyetler ile, bunların “kime” iyilik olsun diye yapıldığı hususunu birbirinden kopuk görürse(aşkınlık), “yüce bir iyilik”–örneğin: “şehadet” İG– elde etmek için katliam yapmayı, nesil söndürmeyi, jenosidi de ahlaki bir görev olarak görecektir.” (S. Sakman. Rasyonel İnsanın Felsefesi. İst. 1988, 52) Özetle, siyasal alan kimlik oluşturmak amacı ile bireyleri “biçim”lendirmenin, manipülasyonun aracı değil; adalet anlamında “idare”nin alanıdır.

Güvenlik ve iaşe temini karşılığı veya tekebbür-istiğna sonucu başka ırk ve dili kendinden aşağı görerek(ırkçılık), insanları kimlik değiştirmesine zorlamak(asimilasyon) ise adiliktir. Bir kötülüğün yaygınlığı, onu meşrulaştırmaz. Kimlik, verili olanın ötesinde, insanın özgürce edinmesi-olması gereken bir “onur/itibar” sürecidir.

Yunanistan ile yaptığımız nüfus mübadelesinde Selanik’e göç etmek zorunda kalan Anadolulu yetmiş yaşlarında bir “Rum-Ortodox” kadın, hayal kırıklığını ve travmasını: “Biz, gavur mu idik ki, bizi buralara sürdünüz?” diye dile getirmişti. Bahsettiğim “Toplumsal Birlik”, işte bu kadına bu cümleyi söyleten şeydir. Bu cümlede “gavur” kavramı, kötülük yapan, zalim anlamına gelir; yoksa “gayri müslim” anlamına değil; çünkü kendisi “gayri müslim”dir. Önemli olan, etnik veya dinsel kimliğin ötesinde, bunları yadsımayan ahlaki bir “yurttaşlık” veya “insanlık” kimliği geliştirmektir. Kanaatimce İslam, bir “insanlık” projesidir. Evrenselleşemediği için, zaman içinde dinlerden bir din projesine dönüşmüştür.

Seküler “Hümanizm”in yarattığı kanlı “Ulus-Devlet” ve “Milliyetçilik-Irkçılık” tarihine karşı, benim “İslami Ümmetçiliğim”, böyle diyor. Bu bakış açısı, İmparatorluk dönemlerindeki gayri müslimlerin onursal olarak ikinci sınıf “Zımmilik” statüsünü, -“cizye” vergisini değil-  yanlış/aşırı yorum olarak görür. Çünkü, “Medine Anayasası”nda böyle bir şey yoktur. Kur’an da şöyle der: “Dininizden dolayı size düşman olup sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya zorlamamış (gayri müslim) kimselere karşı Allah, sizi onlara iyilik etmenizden ve onlara adil davranmaktan men etmez.”(60/8). Bu tavsiye, ister onlar ile birlikte aynı yurtta yaşayalım; isterse, komşu olarak ayrı yurtlarda yaşayalım geçerlidir. Velev ki, aramızda “düşmanlık” durumu bulunan “öteki” topluma karşı da Kur’an, patolojik(hastalıklı) bir hal olan “kindar” olmamayı tavsiye eder: “Bakarsınız, sizinle düşman olanlar arasına Allah, (durumun değişmesi ile) bir sevgi koyar…”(60/7).

Yukarda bahsetmiş olduğum politik ideolojiler, yirminci yüzyılın başlarında aktüelleşmiş, arkaik ve anakronik ideolojilerdir: Türkçülük-Kürtçülük/Milliyetçilik, İslamcılık, Batıcılık/Sekülerizm. Oysa, şimdi bizler, yirmi birinci yüz yılın başlarında küreselleşmiş Postmodern bir durumda/dünyada bulunuyoruz. Devlet ve Demokrasi teorilerinde önemli gelişmeler kaydedildiği gibi; Millet ve Kimlik ideolojilerinde-teorilerinde de önemli dönüşümler yaşandı. Özgürlüklerin, tüketim maddelerinin ve sosyal bilimlerin verilerinin çoğalması ile, artık yüz yıl öncesinde olduğu gibi “kesin” ve “büyük” yapılar kurulamıyor. Kimlikler çoğaldı ve iç içe girdi. Politik arenada radikal ideolojik-etnik-dini kimlik politikaları, toplumu birbirine karşı ötekileştirerek “Günah Keçileri” yaratmaya sebebiyet veriyor. Kimlik sorunu, artık devlet ve politika dolayımından çıkarılması gerekiyor. Dünyada bir “Türkiye”lilik kimliği vardır. Bunun içeriğinin oluşumunu sivil topluma bırakmak gerekiyor: vakıflar, dernekler, cemaatler… Gönüllü ve iknaya dayalı olarak kimlikler(etnik, dini, cinsiyet, ideoloji…) devinsin ve dönüşsün. Devlet ve Politika, “Vatandaşlarının” eşit düzeyde onur ve refahlarını artıracak işler ile uğraşsın. İçine doğduğumuz “verili” din, dil, ırk, cinsiyet… gibi çoğul olan kimlik ve aidiyet yapılarını tahkim etme yerine; onların zemini olan insan olma onurumuzu, güvenliğimizi ve refahımızı temin edecek olan “vicdan”a vurgu yapalım. Vicdanın tefessüh ettiği yerde, bahsi geçen kimlikler “ölümcül” hale gelir. Nitekim bugün, ne ülkemizin elde ettiği “zafer”(Nobel Ödülü), ne de Ankara’da maruz kaldığımız meşum katliamın doğurduğu “yas” insanlarımızı birleştirebiliyor.

“Milli Eğitim” bakanlığının ismi,  “Eğitim Bakanlığı” olarak değiştirilsin ve vazifesi de, bu ülkede doğan çocukların insan olmakla taşıdıkları yaratıcı ve ahlaki gizil kabiliyetleri nasıl açığa çıkarabileceklerinin eğitimini(insan olma) ve onlara kabiliyetlerine göre meslek becerisi(vatandaşlık) -anadilleri ile- kazandırsın. Onları “Çağdaş”, “Dindar”, “Türk”, “Kürt”… yapmaya çalışmasın. Kürtler, anadilleri ile eğitim hakkını aldıktan sonra, “bölücülük” yapmasınlar. Türkiye, ev olarak onlara da, burada yaşayan herkese de yeter. Ayrı bir “Ev” açmanın(Devlet-Bayrak), yüz yılın başındaki gibi, fazla bir anlamı yok. Önemli olan, onur ve refahta eşitlik idealidir. Onların yeni bir “Ev” açma ideali-ütopyası, onları bölgeye üşüşmüş Çakalların, Sırtlanların, Ayıların avucuna-kucağına itiyor. Sonuç olarak da, olan hepimize oluyor. Abdullah Öcalan, bunu anladı ve kitaplarında yazdı. Evin sorunlarını kendi aramızda konuşarak insaf ve izan ile halledelim.

İslam, bu topraklarda yaşayan insanların kahir ekseriyetinin kimliğinin “ontolojik” kurucu bir unsurudur. Ancak, politik-kurumsal gövdesi(Hilafet-Şeriat), yirminci yüzyılın başında çökmüştür. Teolojisi de, ahlakı da önemli ölçüde yaralıdır, eskimiştir. İslam’ın mevcut yeşilliği, tohum yeşilliği değil; yorgun yosun yeşilliğidir. Kolay değil, kuruluşundan beri 1400 yıl geçmiş.

Kültür devrimimizden sonra, bu kültürel koda değer verenlerimiz var, vermeyenlerimiz var. Bu kodu toplumdan söküp atmak isteyenler var; toplumun tümüne benimsetmek isteyenler var. Politik arenada buna son verilmesi lazım. Üniversitelerdeki ilahiyat fakülteleri, bu teolojinin-tohumun sorunları ile ilgilensin; vardığı sonuçları, ürünler olarak topluma sunsun. Toplum da dini hamiyetine bağlı olarak bu bilgiyi alsın ve kimliğini tamir etsin veya itibar etmek istemeyen etmesin. Diyanet, politik iradeden özerkleştirilsin. Devlet veya Politik aktörler, bize “doğru din” öğretmesin, kendi kafasına göre bizi “dindar” yapmaya çalışmasın. Dindar veya değil, her politik aktör kendi kapasitesince icraat ortaya koysun, biz de beğenelim veya beğenmeyelim. Onları destekleyip iktidara getirelim veya iktidardan düşürelim.