17.8.2017
İnsanlığın en eski, en yaygın ve aklın kendinde olan yozlaşma biçimi, nedenler ile sonuçları birbirine karıştırması ve yer değiştirmesidir. Bu günahı en fazla işleyenler de Nietzsche’ye göre, ahlaklı olmayı mutluluğun nedeni olarak vaaz eden din adamları-teologlar ve ahlakçılardır: “Erdemli ol ki, mutlu olasın.” Nietzsche’ye göre, tersi doğrudur. Bir başka örnek İtalyan diyetisyen yazar Corneo’nun uzun yaşamak için önerdiği diyetin, tersinden insanın ölümüne yol açacağı örneğidir. Başka bir örnek, sıradan bir gazete okuyucusunun: “Bu parti, eğer böyle gidecek olursa, kendini bitirecek” iddiasıdır. Tersi doğrudur. Bu parti, zaten çöktüğü için, böyle gidiyor…(1) Nietzsche’nin başka bir aforizması olan “Yalnızca kadınlar, çocuklar, inekler ve İngilizler, mutluluk peşinde koşarlar”a dayanarak, mutluluğun ahlakın nedeni olduğunu da sorgulayabiliriz. Bana göre ahlaklı olmanın sonucu mutluluk değil, mutmainliktir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışan birçok düşünür, aydın, entelektüel, Nietzsche’nin bahsetmiş olduğu bu yaygın hatanın içine düşmektedir. Sonuçları sebep olarak göstermektedirler. Bana göre, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sorunların büyük bir bölümünün nedeni, insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşmanın sonuçlarını “neden” olarak görmek yanlıştır. İnsanın kendi özünü ben, içgüdü (nefs), düşünme/yaratma(akıl) ve vicdan/ahlak (lübb) olarak görüyorum. Bakara Suresinin 6-20 ayetleri bize ahlaki/vicdani(dine) yabancılaşmadan bahseder(Küfür-Nifak). Mistisizm(Tasavvuf), insanın “ruh”unu merkeze alarak “ahlak” adına nefsine ve yaratıcı düşünme kabiliyetine yabancılaşmasıdır(pasif nihilizm). Logos’suz (akıl-nedensellik-düşünce-düzen) salt pathos (duygulanım-coşku-sarhoşluk…)dur.
Erich Fromm’da bize insanın modern çağda içgüdüleri aracılığı ile yaratıcı kabiliyetlerine ve ahlaki vicdanına(dine) yabancılaşmasından bahseder: “Din, içi boşaltılmış bir kabuk haline getirilmiş ve insanı başarıya götürecek olan güçlerin artırılmasına yönelik bir yardım mekanizmasına dönüşmüştür. Tanrı ise bir “iş ortağı” haline gelmiştir… İnsanoğlu giderek artan üretim ve refah seviyesine rağmen, kişilik duygusunu her geçen gün kaybetmekte, böyle bir düşünce, büyük ölçüde bilinçaltında olmasına rağmen, hayatın anlamsız olduğunu hissetmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sorun, “Tanrı’nın ölmüş” olmasıyken; yirminci yüzyılda “insanın ölmüş” olmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda “insanlık dışı” olan “zulüm” iken; yirminci yüzyılda bunun yerini şizoid öz yabancılaşması almıştır. Geçmişteki tehlike, insanların köleleştirilmesiydi; gelecekteki tehlike ise, insanların robotlaşması olacaktır.”(2)
Lider-toplum ilişkisinde yaygın olan bir “neden-sonuç” yanılgısını da Deleuze ve Guattara şöyle düzeltirler: Genellikle düşünüldüğünün aksine, liderler halklara yön vermezler; halklar, karakterlerine uygun liderler ortaya çıkarırlar. Liderler tarihe yön vermezler; ama halkların karakter yapıları ve arzuları “otoriterlik” olarak adlandırılan bir tür duygusal veba ile zehirlendiği için, bu yine halkların aleyhine işler. Buna göre, Lider yetenekli olduğu için değil; ataerkil ailede yetişmiş ortalama bir birey olduğu için iktidarı elde eder. Yani kötülük, yukardan aşağı değil; aşağıdan yukarı doğru işler. İnsanlar böyle olduğu için, otoriter liderler olanaklı olur. Otoriter partiler, insanları makineci-gizemci yapmamakta; tam tersine, insanların makineci-gizemci kişiliği otoriter partileri doğurmaktadır.(3)
Şu anda İslam dünyasında din, ritüeller ve pathos (tasavvuf) üzerinden siyasal olarak toplumların değişik şekillerde konsolide edilmesi işlevini görüyor. Dinin özü olan düşünce ve duyguya dayanan iman ve ahlak, piyasada neredeyse yoktur. Kur’an, insanın ahlaki/vicdan kabiliyetinin diri tutulmasıyla kurtulacağını; onu dumura uğratmasıyla da çökeceğini bize söyler.(91/7-10). Kur’an, baştan sona kadar insanın ahlaki vicdanını düşünme aracılığı ile diri tutmaya çağırır. Özünü veya insanlığını korumanın başka yolu yoktur. İmanın ve salih amelin oluşmasının ve devamının bundan başka bir yolu yoktur. Düşünce-duygu ve davranıştan oluşan dini akt, ancak bu şekilde canlı kalabilir. Ancak, yine Kur’an’ın itiraf ettiği gibi, peygamberden sonra araya “uzun zaman” girince, müminlerin kalpleri katılaşır ve çoğu yoldan çıkar(57/16). Bugün olan da budur. Biz, buna bir de “Sünni” teolojinin yaratmış olduğu dini yabancılaşmayı ekleyelim:
İslam düşünce tarihinde ilk iki yüzyılda ortaya çıkan ve Kur’an ve Sünneti vicdan, düşünme (dirayet) yolu ile almaya çalışan “Rey Ehli” ile bu kaynakları bizatihi mutlak otorite olarak görüp taklit ile onlara koşulsuz boyun eğen “Hadis/Rivayet/Sünnet/Eser Ehli” arasındaki ayrışmada ikinci yolun “Ehl-i Sünnet” olarak devletlerin resmi ideolojisi haline gelmesi, İslam toplumlarının bugün yaşadığı sorunların temel nedenidir. Teolojik düzlemde bu ayrışma, Mutezile’nin benimsediği kaynakları dil, akıl ve ahlak zemininde yorumlama çabası ile, kaynakları bunların dışına çıkararak Mutlak kudret olan Allah’ın iradesine gerekçesiz-sualsiz bağlayan Kaderci Eş’ariliğin çabasına dayanır. Fıkıh usulünde Rey Ehlini, Hanefilik ve Malikilik temsil ederken; Hadis Ehlini, Şafiilik ve Hanbelîlik temsil eder.
Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Parimonyal sistemin periferisinde kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya) ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır. Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.
Bir başka önemli neden ise, 12. yüzyıldan itibaren küçükbaş hayvan besleyen göçebe ve asker olan Türklerin İslam dünyasında kurdukları siyasal hegemonyadır. Soyut düşünmeye, ticarete ve yerleşik hayata/şehir kurmaya meyyal olmayan Türkler, kurdukları askeri merkezli imparatorluklar (Selçuklu-Osmanlı) ile fütuhat ekonomisi oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi yapısal değişime (endüstri-teknoloji) uğrayınca da gelirleri (hoşafın yağı) kesilmiş ve çökmüştür.
Batıda 16. yüzyıldan sonra meydana gelen Aydınlanma, Rönesans ve Endüstri devriminin yarattığı değişimi zamanında algılayıp ona karşı kendi modernitesini (teknoloji-iktisat-siyaset-hukuk) yaratamayan İslam dünyası, siyasal ve toplumsal-kültürel varlığını koruyamayarak çökmüş ve akabinde ciddi düzeyde yabancılaşmaya uğramıştır. Sanayi ürünü olmayan İslam toplumları, hammadde, yarı mamul-montaj ürünler ve tarım ürünleri satarak gelir sağlamaya çalışmaktadır. Abbasiler döneminde yaratılan ticari kapitalizm, endüstri devrimi (sanayi kapitalizmi) ile sona ermiştir.
Teknoloji toplumunda ve kapitalizm makinasının küresel hegemonyasında alternatif olarak iktisadi sorunların çözümünün zor olduğu ortadadır. Ancak Müslümanlar, kimlik ve kültür sorunlarını (yabancılaşma) çözmek istiyorlarsa, kendilerini bu duruma getirenin, Sünniliğin “Tasavvuf (pasif nihilizm)” eklemeli “Hadis Ehli” ve “Eş’arilik” olduğunu görüp, Mutezile ve Hanefiliğin-Maturidiliğin oluşturduğu “Rey (görüş-düşünce) Ehli”nin düşünce yoluna geri dönmeleri ve dini hamiyetleri ile birlikte eşyayı ve olup-biteni(olguları) merak etmeyi (bilim) öğrenmeleri gerekmektedir.
1-Nietzsche, Friedrich. Putların Alaca Karanlığı. Çev: Y.Kaplan. İst. 2011. s. 53-54.
2-Fromm,Erich. İsa Dogması. Çev:B.Leblebicioğlu. İst. 2017. S, 98-99.
3-Demirtaş, Mustafa. Arzu Politikası(Deleuze-Guattari Etkisi). İst. 2017. s 37.