Türkiye’de Tehlikeli Olabilecek Özdeşleşmeler ve Ötekileştirmeler

08.12.2016

“Türkiye “Türkiyeli”lerindir”

Ontolojik varlığın “cevher”ler halinde tekil ve sabit ünitelerden(cisim-idea) mi oluştuğu(Platon, Aristo); yoksa sürekli akış halinde olan “oluş”tan ibaret mi olduğu(Hareklitos-Nietzsche, Hegel) Felsefe tarihinde daimî bir tartışma konusudur. İnsan ve onun oluşturduğu sosyal ünitelerin(toplum-kültür) sürekli değişim ve oluşum halinde olduğunda son yüz yılda giderek bir konsensüs oluşmaktadır. Sosyal Bilimlerde pozitivist “açıklamacı” metodolojiden tarihselci, hermenötik “anlamacı” metodolojiye bir geçiş söz konusudur. Çünkü beşerî-sosyal olaylar, -hayvanlarda olduğu gibi- tekrar etmekten çok, özgür iradeli/yaratıcı varlıklar olmaları hasebi ile tekil/tikeldirler. Bir “fark” ile tekrar etme, insanlık kategorisinin daimi özelliğidir. Tarih de, ne sürekli “ilerler”; ne de aynının tekrarına dayanan (kısır) “döngüsel”dir; daima ritmik olarak zik zak çizer.
İslam dini, iki katlı bir “Biz-Öteki” ayrıştırması yapar: 1-İman-Küfür(teoloji), 2-Adalet-Zulüm(siyaset). Siyasetin ve hukukun ötesindeki ahlak, (tarihsel olarak) kadınların ve çocukların kârıdır. Küfür, metafizik anlamda Tanrıya karşı “zulüm” olsa da(31/13); toplumsal-ahlaki bağlamda insani içeriği, insana karşı fiili bir eylemliliktir. Bundan dolayı “Biz”, Kur’an’da bazen teolojik/iman bağlamında oluşurken; bazen de politik (ahlak/adalet) bağlamında oluşur. Hz. Muhammed’in, Müslüman olmayan kabileler ile oluşturduğu anlaşmalar(ahit/akit), adalete, hakkaniyete ve maslahata dayalı politik/ahlaki “Biz”i(ümmet) oluşturmuştur. Medine sözleşmesi, bunun ilk örneklerinden biridir. İmparatorluk dönemlerinde ikinci sınıf vatandaş anlamında “Zımmilik” statüsü yaratılarak bu ilke ihlal edilmiştir.
Ahlaki/politik Biz(adalet) ve Ötekini(zulüm) ortadan kaldıracak akrabalık ve din birlikteliğinin(teolojik ”Biz”) bir anlamı yoktur: “Ey iman edenler! Akitlerinize uyun…; sizi Mescid-i Haram’dan alıkoydular diye, müşriklere beslediğiniz kin/düşmanlık, sizi haddi aşmaya/adaletsizliğe sürüklemesin.”(5/2). “Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız, en yakınlarınız(akraba, kabile, millet) zengin ve fakir…de olsa adaleti ayakta tutun…”(4/135). “Allah, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış kimselere(gayri müslimler/yabancılar) iyilik etmenizi ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.”(60/9). Bu ayetlerden bir “Toplum Sözleşmesi” olarak maslahata dayanan politik “Vatandaşlık(Biz)” kavramı çıkar. Üst kimlik, “Biz” diyebilenlerin hiçbirini rahatsız etmeyecek; bilakis, her birini memnun edebilecek bir kimlik olmalıdır. Çoğul kültürel kimliklerden oluşan modern devlet yapılarında üst kimlik olmaya elverişli yegâne kavram “Vatandaşlık” tır. Dini anlamda “millet(dindaş)” ve modern anlamda “ulus(dildaş)”, yönetimde/devlet katında aşılması gereken kategori ve kavramlardır. Din ve dil birliktelikleri, “aile” gibi toplumda sivil-özgür ve kendiliğinden-kültürel oluşumlardır. Vicdan, içimizdeki “yakın öteki”nin(akraba, aile, dindaş, dildaş…) sesi değildir; mümkün olan oranda “uzak öteki”nin(yabancının, garibin) içimizde duymamız gereken, uzaktan/belli-belirsiz gelen sesidir. Vicdan, bağırarak konuşmaz. “Sağduyu” da çoğunlukla, süper-ego olarak kendi dil, din, tarih ve kültürünün zayıf-sınırlı ifadesidir.
“Biz/ümmet”, özü itibari ile “maslahata” dayanan bir birlikteliktir. Maslahat, salt kişisel “çıkar” gözetmeyen bir toplumsal çıkarcılıktır. Politik hakikat/iyi(ahlak), bu çıkarın tutarlı bir şekilde(kimlik aidiyeti ayrımcılığı yapmadan) takip edilmesidir. Bundan dolayı A. Bodiou’nun dediği gibi “…bir hakikatin bütüncül gücünü dayatmaya yönelik her girişim(totallik/totaliterlik), söz konusu hakikatin temelini harap eder. Bir hakikatin gücünün her mutlaklaştırılması, bir kötülük örgütler.” Yani, cemaat veya toplum, siyasi hakikatin adlandırılamayanlarıdır. Bir cemaati veya toplumu “adlandırma”ya yönelik her siyasi girişim(Türk, Müslüman, Çağdaş…vs) feci bir kötülüğün(felaket) ortaya çıkmasına neden olur. Alman/Nazizm, Fransız/Milliyetçilik ve Yahudi/Siyonist… örneklerinde olduğu gibi.(A. Bodiou. Etik, 87 vd.) Nietzsche’nin dediği gibi, bütünlük veya adlandırma(düzen) iradesi, özgüven eksikliğinin bir tecellisidir. Narsizm veya istiğna hallerinin tezahürü de diyebiliriz. “Biz” öznesinin hakikate sadakat(adalet) peşindeki elemanları, ancak ve ancak militan/mücahitler veya mağdur-mazlumlardır. Zalimin de mazlumun da dini ve dili sorulmaz. Hakiki dinin peşinde olduğu veya dogmatik dinlerden de üstün olan “insanlık” budur. “İster ilkel kabilesel, ister ulusal/milli, isterse dinsel yapıda olsunlar, kümelerin(cemaat-toplum) çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Üyelerini küme(cemaat-kabile-millet) dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için, üyelerinin yapısında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da üyelerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için kişiyi kendi gurubunun ahlaksal tutsağı haline getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnenince şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin, kendi guruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz duruma gelirler.”(E. Fromm. Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990.s 82)
Seküler Ulus Devlet, aidiyeti(Biz) hakim bir etnisite(Burjuva) ve onun diline dayanarak, diğerlerini buna indirgeyerek(asimile ederek) vatandaşlık üzerinden tanımlar. İslam ise vatandaşlığı(ümmet) tanımlarken etnik köken, dil ve din kıstas değildir. Coğrafyanın yarattığı kader, adalet ve zulüm üzerinden bir sözleşme(misak, ahit, akit) ile haklılaştırılır: “Ey inanalar, akitlerinizi yerine getirin/onlara uyun.”(4/1). “ Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”(2/193)
Devlet, Hükümet, Ülke/Vatan(coğrafya/sınırlar), Millet ve Din, birbirinden ayrı kavramlardır. Vatandaşlar, eşit haklara sahip bireyler olarak etnik kökenleri, dilleri ve dinleri/mezhepleri ayrı olabilir. Vatandaşları “birlik/biz” kılan en temel husus, özgürlüğün ve onurun mesnedi-mekânı/evi/garantisi olan Vatana ve Anayasaya(toplum sözleşmesi) sadakattir. Din ve dil/etnisite, tali hususlardır. Siyasal özne/biz oluşu ahlaki değil de ontolojik veya kültürel olarak( din, dil, etnisite) kurmak faşizm ve totaliterlik yaratır.
Devleti kurumsal olarak kuran Anayasa hakkaniyete, eşitliğe, adalete dayanmadığı hallerde karşı olunabilir; değiştirilinceye kadar -toplumun selameti açısından- ona uymak esastır. Başka devlet/ülke lehine, kendi vatanının aleyhine sonuç doğuracak fiillere “ihanet” suçu denir ve cezayı hak eder. Hz. Muhammed dönemindeki “Mürtedin öldürülmesi” hadisi, aslında savaş halinde ihanetin cezalandırılması olayıdır. Hükümete karşı olmak veya devletin icraatlarına karşı olmak, ancak tanımlanmış yasalar çerçevesinde “suç” teşkil eder. Herhangi bir siyasal parti, kendi seçmen tabanını, vatandaşların toplamı anlamında, onların tümünü ifade eden “millet/halk” ile özdeş hale getiremeyeceği gibi; Hükümet kendini devlet, millet/halk, ülke/vatan ile de özdeş hale getiremez. Bir vatandaş gurubu, örgütlenerek devletin veya hükümetin uygulamalarına karşı çıkıp onları değiştirmek isteyebilir. Zora, şiddete, silaha başvurmamak koşulu ile bunun mücadelesini verebilir. Siyasal iktidara karşı olmak ve onun başkanına duyulan nefret/kin ülkeye, millete, vatana, devlete “düşman” olmak anlamına gelmez. Devlet ve Hükümet/İktidar, muhalefeti “düşman” olarak ötekileştiremez; muhalefet, rakip ötekidir. Siyasi lider veya iktidar kendini devlet, millet, ülke/vatan ile özdeşleştiremez. Salt kendisi bu kavramları dolduramaz, tüketemez. Bir dine veya mezhebe mensubiyet devlet veya iktidar tarafından “öz-vatandaş” olarak görülemez; diğer din veya mezhep müntesipleri “üvey-vatandaş” konumuna itilemez.
Adalet ve Kalkınma Partisi, The Cemaat ve Kürt siyasal hareketi olan HDP’nin siyasal ilişkilerini yukarıda oluşturmuş olduğumuz çerçevede analiz etmek gerekiyor: The Cemaat’in elemanlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisine karşı edindikleri kin/nefret(düşmanlık) sonucu 15 Temmuz’da Hükümeti devirmek için giriştikleri “Darbe Girişimi”, ülke/vatan, devlet, millet açısından doğuracağı sonuçlar göz önünde tutulduğunda ve Anayasaya aykırılığı bağlamında “ihanet” suçudur. Bu girişime fiili olarak katılmadığı halde, bilinçli olarak destekleyenler de aynı suça iştirak etmiş sayılırlar. Ancak, Cemaatle iltisakı-irtibatı-sempatisi olup da, darbe girişimine katılmamış ve darbeyi onaylamayanlar, “hain” olarak nitelenemez. Tedbiren devlet memuriyetinden uzaklaştırılabilir. Bunların din, devlet, ülke/vatan, millet düşmanı oldukları iddia edilemez. Devleti işleten siyasi iktidar, vatandaşlarını kin duygusu ile “düşman”laştıramaz; onlara sadece hukuku uygular. Darbeye veya 17-25 Aralık teşebbüslerine kadar, bu hareket ile irtibat, iltisak, iş birliği ve sempati içerisinde olan Ak Partililer, kendilerinin “kandırılmış” olduklarını ileri sürerek “suçsuz” olduklarını iddia ederken; Cemaatin tabanından aynı durumda olanları “suçlu” görmeleri mantıksızdır. Anayasal Demokratik bir Hukuk devletinde Ordu, Darbe yaptığında suçlu olanlar kurmay heyetidir. Erler suçlanamaz. Benzer şekilde FETÖ’nün darbe girişiminde de suçlu olanlar, meşum teşebbüse iştirak eden ve destekleyen tepe ve orta kesimdir. Cemaatten “hizmet” alanlar(okul-banka…vs) potansiyel suçlu olarak nitelenirken; ondan siyasal “himmet” alanların veya ona “himmet” gösterenlerin siyasal bağlamda “hıyanet”e maruz kalmalarından dolayı suçsuz olması anlamsızdır. Hakkaniyet ve adalet kriterlerine göre bu tarz konuşmaları veya analizleri Cemaat’i “savunma” töhmetine sokmak da ahlaken ve mantıken yanlıştır. Yukardaki ayetlerin dediği şey, kin/nefret veya korkunun müminleri adaletten uzaklaştırmaması idi. Niyet okuma yerine, Kur’an’ın önerdiği gibi açık “beyyine/burhan”(2/111, 8/42) yani kanun/hukuk ve delil getirmek sureti ile takibatı ve konuşmayı-tartışmayı sürdürmek esastır.
HDP ise, devletin örgütlenme tarzını onaylamayabilir. Bunu değiştirmek için siyasi mücadele verebilir; vermektedir. Ancak, organik ilişki halinde olduğu “PKK” adlı terör örgütü ile ilişkisi olan her partili, devlete ve vatana “ihanet” suçu işlemiş olur. İspat edildiği takdirde cezalandırılır. Çünkü bu örgüt, devleti Anayasal(meşru) çerçevede değiştirmek değil; dış güçler ile girdiği işbirliği ile zorla yıkmak/bölmek istiyor. Bu parti, kendini terör örgütünden ayırmadığı müddetçe “meşru” sayılamaz. Devletin Kürtleri asimile etme günahı işlediği sabittir. Sonunda devlet aklı, bu yolun yanlış olduğunu anlamış ve sorunu İnsan Hakları ve Hukuk çerçevesinde çözülmesi gerektiğini kabul etmiştir. Silaha başvurulmasının meşru bir gerekçesi kalmamıştır. Devletin bu suçu işleyenler ile hukuki ve silahlı mücadelesi meşrudur ve sorumluluğudur. Kürtler ile PKK arasındaki ayrımı yapmak, hükümetin ve devletin ahlaki sorumluluğundadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mezhep ve din yorumundan oluşmuş kendilerine(muhafazakâr/İslamcı) karşı oluşan siyasal münafereti-muhalefeti, ülkeye/vatana, millete ve devlete karşı “düşmanlık” olarak yorumlamaları doğru değildir. Bu parti ve Liderin kendilerini devlet veya millet ile özdeşleştirip kendi gibi olmayanları devlet-millet düşmanı olarak görmeleri yanlıştır.
Türkiye, son yüz yıldan beri modern bir devlet ve ulus olma projesi idi. 1970’lerden itibaren İslamcılar, 1980’lerden itibaren de Kürtler, bu projeye itiraz ettiler. İslamcıların alternatifi, “millet”i etnisite ve dil üzerinden değil, “din” üzerinden tanımlamak; Kürtlerin alternatifi ise, kendilerini Türkler ile eşit ve ayrı bir millet(ulus) olarak kabul ettirmek. Seküler Türkler ve Kürtler, İslamcıların projesine karşı iken; Kürtler, aynı zamanda modern Türk ulus ve devletine karşılar. Çözüm, kimseye etnik köken ve din(kimlik) sorusu sormayan eşit vatandaşlar(ümmet) olarak bakan yaklaşımdır: Türkiyelilik/Anadolululuk. Kahir ekseriyetin kimliğini Türkçe ve Sünnilik oluştursa da, Türkiyeli vatandaşların özel kimlikleri etnik-dil-ırk bağlamında -Osmanlı bakiyesi olarak- Türk, Arap, Ermeni, Çerkez, Gürcü, Laz, Kürt…vs olabilir. Dini bağlamda Müslüman(Sünni-Alevi), Hıristiyan(Katolik-Ortodox), Yahudi olabilir. İdeolojik bağlamda muhafazakâr/dindar, çağdaş/laik olabilir.
Demografileri fazla olduğu için maslahat gereği Anadil ile eğitim hakkı verildikten sonra Kürtlerin, Türkiye’den ayrılarak ayrı bir devlet-vatan kurma davaları “vatana/vatandaşlığa ihanet”tir. Dil ayrılığı, ayrı devlet kurmayı tek başına haklılaştıramaz. Doğum ve ölüm törenlerinin de ayrı olması gerekir. Çünkü Türkiye/Anadolu, burada yaşayan herkesin ortak bileşeni/yurdu/evi ve namusudur. Örneğin, İstanbul’da Kürdün hakkı olduğu gibi; Hakkari’de de Türkün hakkı vardır. Bölücü Kürtler: “Diyarbakır sadece bizim olsun; İstanbul, zaten bizim” demiş oluyorlar. Alparslan’ın ordusunda birlikte savaşarak burayı yurt/ev/vatan edindiysek ve bin seneden beri birlikte yaşadıysak; kültürel kimliğimizin önemli bir bileşeni(Sünnilik) de aynı ise, şu anda da herkes ülkenin her yöresinde yaşayabiliyorsa, “bölücülük” ihanettir; ancak onur ve eşitlik mücadelesi meşrudur.
Toprak/coğrafya(vatan/ülke), insana sağladığı özgürlük ve onurdan dolayı “değerli”dir; İnsanlar, toprak/vatan “için” değildir. “Önce vatan” sözü, özgürlük ve onur onsuz olamayacağı için anlamlı olur; yoksa bizatihi/kendinde doğru bir cümle değildir. Vatan, kendinde bir kudsiyet değildir; sadece komşuluk, tanıdıklık, ünsiyet, adet/töre/gelenek/adap-edep/terbiye, ortak bilinç/kültür yaratma yoluyla bir ümmet/toplum olmanın zemini olduğu için değerlidir.

http://www.islamianaliz.com

Leave a Comment