01.08.2016
Darbe Teşebbüsünden Çıkarılacak “Din/Teoloji” Dersleri -II
(Dinsel ve Politik Kimlik (“Biz” ve “Öteki”) Oluşturmanın İki Farklı Kriteri Üzerine)
Not: Bu analiz, tamamen teolojiktir. Olayın arkasındaki dış güçlerin politik manevralarını, desteğini asla reddetmez.
Dinde biz ve öteki oluşturmanın temel kriterleri “İman-Küfür” ve “Adalet-Zulüm”dür. İslam dini, ta başından itibaren “politik” bir hareket olarak doğduğu için, politik “öteki=düşman” ile dini “öteki=kâfirler” aynı gruplardı(Müşrikler ve Yahudiler). Kur’an’da dinsel ötekilerin(kâfirlerin) tümünün politik düşman ötekiler olmadığı; onlar, müminlere düşmanlık yapmadıkları sürece sözleşmeye dayalı olarak barış içinde yaşanabileceğine dair öneriler vardır.(60/8-9) Nitekim, Hz. Muhammed, Medine’ye geldiğinde gayri müslimler(Yahudiler ve Müşrikler) ile bir toplum sözleşmesi imzalamıştır. Buradan şu sonuç çıkar: politik “öteki” de iki guruptur: 1- Sözleşmeliler; 2- Adalet ve zulüm kriterlerine göre oluşan “düşman” ötekiler.
Müslümanlar, Hz. Muhammedin ölümünden sonra “düşman öteki”ni adalet ve zulüm kriterlerine göre değil; iman-küfür kriterlerine göre oluşturdular(Daru’l-harp ve Fetihler/toprak işgalleri). Oysa bu tutum, Kur’an’ın her insan için vazettiği özgürlük, mülkiyet ve onur ilkelerine tamamen terstir. Bu tutumun psikolojik ve antropolojik sebebi, Hz. Muhammed döneminde dinsel “öteki”nin, aynı zamanda “düşman” öteki oluşu ve Arapların, İslam’ın oluşum sürecinde(610-632) profesyonel savaşçılığa ve savaş yolu ile ganimet elde etmeye hazır hale gelmiş olmalarıdır. İslam İmparatorlukları döneminde(Emevi-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı), Daru’l-Harp ile “Sürekli Savaş” politikası sürdürülürken; imparatorluğun hâkimiyet alanlarındaki gayri müslimler, “Zımmî” statüsüne kavuşturularak, onların can, mal, din, dil, mülkiyet hakları garanti altına alındı. Ancak, insan olma onursal eşitlikleri(vatandaş), kabul edilmedi; Allah nezdindeki teolojik pozisyonları, politikaya yansıtıldı. Dönemine nispetle, İslam imparatorluklarının kendinden olmayan teba’ya vermiş olduğu statü, diğerlerinden ahlaki-hukuki bağlamda daha üstündür.
11. yüzyıldan itibaren İslam dünyasına gelen ve Abbasilerden sonra hegemonyayı ele geçiren Türkler, göçebe ve asker millet olmaları hasebi ile, Arapların daha önce oluşturmuş oldukları geleneği(politik hegemonyayı yayarken, onun aracılığı ile geçinme/ganimet ekonomisi) içselleştirmede bir sıkıntı yaşamadılar. Altı yüz yıl Balkanlarda kalan Osmanlının, Balkan halklarının dillerinde İslamiyet’i anlatan “tebliğ” amaçlı bir tane dahi kitap yazdırmamış olması, “Fetih”lerdeki “İslam’ı yayma”(İ’la-i kelimetullah) iddiasının doğru olmadığının kanıtıdır. “Nizam-ı Alem” ülküsü ise, dini hamaset söylemine rağmen, aslında politik bir hegemonya(cihangirlik) davasıdır.
Osmanlı imparatorluğu çöküp, onun arkasından kurulan “Türkiye” devleti, modern bir “Ulus-Devlet” olarak dizayn edildi. Ulus devlet, Osmanlı bakiyesi gayri müslim ahaliyi Anadolu’dan temizleyerek, Kafkaslar ve Balkanlardan Anadolu’ya sığınmış Müslüman ahali, Kürtler ve Osmanlının hakim unsuru olan Türklerin adına ve Türkçe resmi dili ile kuruldu. Vatandaş olarak “eşit” haklara sahip olmakla birlikte(İslami anlamda “millet”), diğer unsurlar, Türkçe üzerinden asimile edilerek “Ulus”laştırılmaya çalışıldı. Epeyce de “başarı”lı olundu. En büyük yerli gayri Türk unsur olan Kürtlerin yarısı da dahil olmak üzere Türkleştirme politikası, 1980’lerden itibaren, Kürtlerin PKK öncülüğünde tekrar başkaldırması ile sekteye uğradı. Bu sorunun çözümü hakkında daha önce bu sitede yazdığım için, bu konuya girmiyorum.
1950’lerden itibaren Demokrasiye geçilmesi ile politik partiler, kimlik olarak muhafazakâr(sağcı) ve seküler(laik-sol) olarak kristalleşti. Ancak 1970’lerden itibaren Erbakan öncülüğünde oluşan “Milli Görüş” hareketi, politik kimliğini İslam dini üzerinden tanımlamaya başladı. Demokrasilerde “Parti” ülkeyi yönetmek için oluşturulmuş farklı “program”ları ifade eder; Türkiye’de Cumhuriyetin kültürel bir “devrim” ile kurulmuş olması, partileri (CHP ve DP-AP-ANAP-AKP) kültürel kimlik ekseninde kurulmalarını intaç etti. Milli Görüş hareketinin dini kimlik üzerine kurulmuş olması, onun devamı olan Ak Parti’yi de o yönde -muhafazakârlık olarak- etkilemiştir. Dindarlık vurgusu, geçmiş sağ-muhafazakâr partilerde de oy almanın hazır bir manivalesi olarak iş görmüştür. Ancak, Ak Parti’nin genel başkanı Sayın Tayyip Erdoğan’ın “İslamcı” kimliği, diğer muhafazakâr parti başkanlarından(Menderes, Demirel, Özal) farklı olarak, diğer(seküler) vatandaşları kucaklamakta başarısız olmuştur. Erdoğan’da “Biz” zamiri ve “Millet” ismi, daima ve kahir ekseriyet itibari ile din üzerinden cumhuriyet devrimlerinin mağduru muhafazakâr kitleyi, yani “dindar!” veya “din kardeşliği” olarak Sünnileri kapsar olmuştur. Oysa eşit vatandaşlar olan modern toplumda partili lokal “biz”in ötesinde, İslami politik “Biz”, -dini inancı ne olursa olsun- adil/dürüstlerden; “Öteki”(düşman/suçlu) ise, -dini inancı ne olursa olsun- zalim/sahtekârlardan oluşmalı; inanç/mezhep/tarikat üzerinden değil. İslamcı siyasette etnisite üzerinden olmadığı, zaten müsellem. Marifet/Siyaset, sadece partililerin duygularını-algılarını yönetmek değil; devleti, halkın tümünü yönetmektir.
Diğer bir muhalefet unsuru, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren rejime politik-kültürel bir direniş sergileyen Sait Nursi’nin öncülüğündeki “Nurculuk” olmuştur. Nurcular, politik muhalefetini “kültürel” olarak devam ettirirken; 1970’lerden itibaren onların içinden kristalleşmeye başlayan Fetullah Gülen ve oluşturduğu “Cemaat”, çalışmalarını eğitim ve kültürel olarak başlatıp; derinden derine devlete “sızma” ve “devleti ele geçirme” hedefine yönelik olarak, dinsel-politik bir süreç olarak sürdürdü. Ak Parti iktidarı döneminde, ordunun seküler kimlik politikalarına(darbeler) karşı, on yıl boyunca Cemaat ile Ak Parti koalisyon oluşturdular. Ancak, Fetullah’ın kurmuş olduğu örgüt(Cemaat), tebliğ değil, “temsil” yolu ile “Bütün Dünyayı Müslümanlaştırma” gibi büyük bir ütopyanın peşinde olduğu için; Kur’an’ın ve Seccadenin götürüldüğü her yerin “vatan” olduğu(mobil vatan) teorisi gereği, Tayyip Erdoğan’ın İslamcı(ümmetçi) politikaları ile çelişmeye başlayınca; aralarında “düşmanlık” oluşmaya başladı(Haşhaşî-Fravun-Musa-Yezid, Ebucehil… söylemi).
Fetullah, örgütünün üssünü Amerika’ya taşıyarak CIA ile iş birliğine girmekte bir sakınca görmedi. CIA, örgütü/cemaati Amerika’nın dünya hegemonyasını sürdürmede piyon ve ajan olarak kullanırken; Fetullah’a göre, Allah, Amerika’yı kendine/İslam’a “hizmet”e koşmuştu. Fetullah’ın, -Mutezile ve Maturidiliğin aksine- Eş’arî-Tasavvuf(Sünnilik) yolu ile edindiği Allah tasavvuruna ve “Kader” anlayışına göre, kendilerini bu işlere koşan, O idi; başarıların tümü, Allah’a aitti; kendilerini “vesile” olarak seçmişti. Bundan dolayı, yeryüzünün Tanrı’sı ABD’yi de Allah’ın bu işe koştuğuna asla tereddüt etmeden inandı. Said Nursi’de de benzer şekilde “dinsiz” Avrupa’ya karşı “muhafazakâr” Amerika güzellemelerinin olduğunu, “Risale-i Nur”u okuyanlar bilir. Fetullah’ın Vatikan(dinler arası diyalog) ve Hz. İsa(Mehdi-Mesih) muhabbetini, takip edenler bilir. Hristiyanlık ile Tasavvuf arasındaki derin tarihi teolojik bağı bilenler, bilir.
Tasavvuf öğretisi ve epistemolojisine(Nakşilik-Kadirilik) organik olarak bağlı olan Fetullah, davayı Allah’a bağladığı gibi, kendini de Sünnilikteki “Mehdilik” misyonu ile(masumiyet, sorgulanamazlık) direk “ilham ve rüya ile Allah’a bağlayarak, taraftarlarına büyük bir davanın -Sahabe’ye eş değerde- seçilmiş erleri(Altın Nesil/Adanmış-Melekleri geçen- Ruhlar/) inancını ve hissini aşıladı. Müritleri/militanları/mücahitleri, İslam’ın doğuş devrindeki(Kur’an) işkence, fitne, imtihan, sabır ve cennet söylemi ile eğitti. Elemanlarının, davanın başarısı uğruna –şeytan dâhil- her kılığa girmeleri fetvasını verdi. İslam’ın temel ahlaki değerleri olan tefekkür/izan/idrâk, şükran, merhamet, adalet/hakkaniyetten… yoksun; sadece sonsuz bir menfaat/pragma olan “Cennet”i, müritlerine yegâne/nihaî gaye, amaç, hedef(sonsuz çıkar) olarak aşıladı. Cemaatin bürokrasi ayağı devlette en iyi yerlerde “Dava uğruna” nemalanırken; ticaret ayağı da milletten himmet ve hayır amacı ile toplanan paralar(25 milyar dolar) ile oluşturulan şirketlerde “işleri iş” idi. Böylece müritler, bununla yetinmeyip, sonsuz nimet olan “Ahiret”lerini(Huri-köşk) kazanmak için, halkımızın “Dünya(hayat-Türkiye)”sını cehenneme çevirdi.
Kesin/kör inanç, -akla, mantığa, sağduyuya, burhana, beyyineye, delile, ilme, bilgiye, hikmete, sorgulamaya dayanan Kur’an’ın iman anlayışının tersine- imkânsızı mümkün(keramet); olmayan şeyleri “var” kıldığı için; müntesiplerini davaya(ütopyaya/hayale)kuvvetli bir inanç/motivasyon ile bağlayabildi. Fetullah için, cihanşümul İslam başarısı yolunda Tayyip Erdoğan lokal, fakat önemli bir “engel”(düşman) olarak görünüyordu. Büyük davanın nihai başarısı için İslam’ın en temel ahlaki yasaklarını/haramlarını(iftira, rüşvet, şantaj, hırsızlık, şeytanca kumpas…) ihlal ederek, ordu başta olmak üzere 40 yıl boyunca devletin içine sızdırdığı elemanları, Tayyip Erdoğan’dan hoşnut olmayan seküler askerler ile işbirliğine girerek, 15 Temmuz gecesi ortak “düşman”larını yok etmeye giriştiler. Bu olay, İslam toplumunun erken dönemde yaşadığı Cemel, Sıffin, Kerbela, Ka’be’nin (mancınıkla) bombalanması… gibi, dini saikli yeni bir “iç-savaş” örneğidir. Sünni teoloji(Hadis Ehli-Eşarilik-Tasavvuf) göbeğinden sorgulanmadığı için, ders alınamadığını gösteriyor. Kişi kültüne dayanan bu örgütün, toplumun her kesiminden eleman devşirebilmesi ve her kesiminden “himmet” görmesi, Sünni teolojinin problemli yapısını gösterir. Fetullah’ın –darbe başarılı olsaydı -Türkiye’ye Humeyni rolünde –arkasında halk desteği ile değil- gelecek olması ise, Sünnilik ile Şiiliğin Batıni “Mehdilik” ortak paydasını ifade eder.
ÇIKARILACAK DERSLER:
1- Dinsel “Biz ve Öteki”nin kriterleri: İman ve küfür, adalet ve zulümdür. İslam’a göre politik “Biz ve Öteki”nin(düşmanlığın) kriterleri, sadece adalet ve zulümdür(mazlumun ve zalimin dini sorulmaz). Hicret etmemiş bir Müslüman, Medine’deki Müslümanlardan yardım talebinde bulunduğunda; Müslümanlar, kendileri ile aralarında sözleşme yapılmış müşriklere karşı bu Müslümana yardım yapamaz(8/72). Müslümanlara zalimlik/düşmanlık yapmayan gayri müslimler ile aynı ülkede “eşit” vatandaşlar olarak toplum sözleşmesi yapılır(Medine sözleşmesi- 60-Mumtehine/8-9)
2- Hz. Muhammed’in ölümünden sonra düşmanlığın iman-küfür üzerinden kurularak(Daru’l-Harp), Müslüman olmayanlar ile ganimet ve zorla coğrafi genişleme(fetih) yani “sürekli savaş” halinde olmak yanlıştı. Bu eylemin “Cihad” olarak kodlanması da yanlıştır. “O devirde, herkes öyle yapıyordu” iddiası, İslam’ın “Barış Dini” olduğu davasını ve yeniliğini reddetmektir. İslam, -Havarilerin ilk 400 yılında olduğu gibi- oluşturulacak tebliğ heyetleri ile barış içinde de yayılabilirdi(16/125).
3- Demokratik devlet yapılarında dinsel “Biz” ve “Öteki” oluşturmak, yanlıştır. Devlet, dini özgürlükler bağlamında bütün vatandaşlarına eşit mesafededir(laiklik). Bu ilke, iktidarın İslami ilkelere göre “Salih Amel” veya seküler “Honourable Duty” olarak icraat yapmasını engellemez. Habermas’ın ifade ettiği gibi, Demokrasilerde her hangi bir partinin dini “davası” olabilir; ancak, bu partinin dili, katı ideolojik-dogmatik, kapalı ve dinsel olamaz. Dili/söylemi açık, anlaşılır, ahlaki-akli olmalıdır. İslami bağlamda devlet ve siyaset, müminleri “öz evlat”; gayri müslimleri, “üvey evlat(Zımmi)” olarak görüp, vatandaşları arasında ayrımcılık yapmak değildir; Devlet ve Siyaset, Allah’ın Rahmaniyetinin tecellisi olarak, dünyada inanan ve inanmayan insanlara adalet ve zulüm üzerinden muamele yapmaktır. İslami Evrensel Politik Ümmetçilik budur. Siyaset ve devletin görevi, -Tanrı adına başvurmadan- yeryüzünde Tanrının rolünü, kişisel değil; kurumsal olarak âdil bir hâkim-hakem(hilafet) olarak yerine getirmektir. Kamu kaynaklarını, hakkaniyetle tanzim etmektir. Coğrafya, din ve tarih yeni nesiller(kitleler) için ”Kader” olduğundan(İbn Haldun) dolayı; vatan/yurt ve komşuluk(hemşehrilik/yurtseverlik), iradi olarak onur, özgürlük ve mülkiyet ortak paydasında ünsiyet sağlamanın, toplum olmanın, birlik oluşturmanın ilk, temel ve dış koşuludur. Bunun içinde dinden veya etnisiteden gelen toplumsallıklar, ikincildir. Sürgün, gasp, etnik düşmanlık ve dini/mezhebi ayrımcılık, insanlık suçudur ve günahtır.
4- Demokrasilerde “parti” olarak “Biz”, kamunun yararına(maslahat) yönelik oluşturulan programın doğruluğuna inananlardır; öteki ise, rakip olarak farklı bir programa sahip olan muhalefettir.
5- Politik dili, ahlaki ve akli kriterlere göre(maslahat) oluşturmak gerekir. Dinsel dil, toplumu düşmanlaştırır, böler ve savaşa sürükler.
6- Partiyi, Cemaat; cemaati, parti gibi “inanç ve itaat” üzerinden örgütlemek yerine; Ortak akla-kurumsal akla(Şûra) göre örgütlemek gerekir. “Gurup kararı”(icma-konsensus), adı üstünde “gurubun” kararı değilse; o gurup, “parti” değil, “cemaat”tır.
7- Peygamberden sonra, dini hakikat için otorite, âlimlerin mutlak olmayan iknaya/içtihada(delile) dayanan icmasıdır. Tek-adamlık, hem dinde, hem de siyasette sakıncalıdır, günahtır, yanlıştır, zararlıdır. Yumurtaların hepsini tek sepete koyma aymazlığıdır. Son olayda bu “örgüt(FETÖ)” bir örgütü(TSK) kandırabildiğine göre; bu örgütün bir kişiyi(T. Erdoğan) kandırması daha kolay olmuştur. Hatta başka bir örgüt de(PKK/KCK) Sayın Erdoğan’ı bir kez daha kandırmıştı(Çözüm süreci).
8- İslami siyasette kamusal otorite, ortak akıl olan seçim/oylama ve ”şûra”dır. Seçimde ortak akla(kamuoyuna) müracaat edip; yönetimde tek akla bağlanmak, akıl kârı değildir. “Mehdi” veya “Karizmatik Lider” kültleri ve mülkiyet kipi ile yapılan konuşmalar(“Benim” valim, milletvekilim, başbakanım…) kendi dışındaki siyaset erbabı ve bürokratların özgül ağırlıklarını sıfıra müncer eder. Medyada(sözde/tartışmada) otorite/itibar, Bilim ve Entellektualiteden “Troll” lüğe, taşra vaizliğine ve popülizme kayar.
9- Uzmanlık gerektiren kamusal işlerde ise otorite/itibar, ehliyet/liyakat(ustalık)tır; alnı secde görme(inanç) değil. Dürüstlük, her türlü otoritenin temel şartıdır.
10- Ortalıkta, dışarda, şehadet aleminde, görünürde mevcut olmayan(soyut/aşkın/münezzeh) ve doksan dokuz değişik sıfata haiz(Esmau’l-Hüsna) olan İslam’ın tek Allah(Tevhid) inancının insanlardaki yansıması manaya, ilkeye, değere, vicdana ve ortak kaygıya dayanan ortak akıl ve hukuki kurumdur; yoksa onu “temsil” ettiğini sanan putlaştırılmış kişiler değildir.
11- Canını dişine takarak, ölümü göze alarak, özgürlük, onur ve mülkiyet/memleket uğruna şehit vererek bu meşum saldırıya karşı kahramanca direnen yoksul halkımızın kamu malını/yararını şahsi menfaatine tahsis eden her siyasetçi ve bürokrat, sıfatının -kamu nezdinde olmasa da-, Allah nezdinde, darbecilere yakın olduğunu bilmelidir.
12- Bu olay, Evrenselci(cihanşümul) Mesiyanik İslamcılığın(FETÖ), -Kur’an’da açıkça yasaklanmasına rağmen(5/51, 2/120)-, taktik gereği, yeryüzünün en büyük askeri-ekonomik –ve de Muhafazakâr/Hristiyan-Yahudi gücü(ABD) ile işbirliği yaparak Siyasal İslamcı(ümmetçi) Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etme girişimidir. Maslahatları birleşiyordu ve taraflar, birbirini kullandıklarına inanıyordu.
13- Dünya’da ve Türkiye’de ekonomi, eğitim, medya ve bürokraside ortaya konan muazzam başarının arkasındaki –tarihi yüz yıllara dayanan- mistik/manevi(Mesiyanik) teolojik (imani) enerji görmezlikten gelinemez. Dini enerjinin, bu tarz patolojik patlamalarını önlemek için, Sünni itikadın hem politik ayağı, hem de metafizik-mistik ayağı sökülmesi ve yeniden dokunması gereklidir.
14- Cemaat, Sünniliğin teolojik bünyesindeki “Mehdilik” inancı ve Batınî Tasavvuf üzerinden/aracılığı ile “Paralel Din(dinin içinde-üstünde din)” olarak tezahür etmiştir. İşlenen cürmün büyüklüğü, teolojik mesafenin yakınlığını ortadan kaldırmaz. Bir toplum, bir anda milyondan fazla “hain” üretemez. “Hainlerin” büyük bir bölümü, “hidayettekilerin” akrabaları olarak “ibadet” ve “ticaret” kastı ile orada idiler. Ağacın baltaya dediği gibi, ironik olarak sapı kendisindendir. Dürüst olalım: Şey, padişah’a; Mehdi, Halife’ye başkaldırmıştır.
15- Türkiye’de kültürel devrimlerin muhafazakârlarda(Biz) yarattığı mağduriyetten doğan “takiyye” yapma stratejisi ile devlete(Onlar) “sızma” veya onu “ele geçirme” hedefinin, onlarda yarattığı muazzam ahlaki tahribatı görmelerinin zamanı gelip geçmektedir.
16- Cumhuriyet devrimlerini yaratmış olduğu mağduriyetten dolayı, son dönemlerde muhafazakârlıktaki(İslamcılık-Cemaat) ve Milliyetçilikteki(PKK) radikalleşmenin kaçınılmaz(trajik) olarak yeniden yaratmış olduğu “kimlik siyaseti”, ülkeyi dış operasyonlara açık hale getirerek, zaten zayıf olan kurumsal yapısını(TSK, Hukuk, Eğitim, Bilim…) ve bütünlüğünü ciddi düzeyde sarsmıştır.
17- Türkiye’nin sınırları, burada yaşayanların tümünün ortak evinin(yurt) sınırları olduğuna ve hiç kimsenin gidecek başka bir evi olmadığına göre; medenice oturup, ortak yaşamanın kurallarını ve kurumlarını laiklik ve demokrasi zemininde oluşturmak zorundayız. Eve karşı her türlü zorla sahiplenme ve hegemonya kurma teşebbüsü, barbarlıktır.
http://www.islamianaliz.com/yazi/darbe-tesebbusunden-cikarilacak-“dinteoloji”-dersleri-ii-3380