4.1.2016
Türkiye’nin Turgut Özal politikaları ile Kapitalizme eklemlenmesinden sonra(1980 sonrası) Milli Görüş hareketinin “İslamcılığı” da Ak Parti süreci ile birlikte (iki binlerin başından itibaren) “Muhafazakâr Demokrat”lığa evrildi. Partinin ideolojisi, Sünniliğin İbadet-i mersume/Ritüel(Başörtüsü, Namaz, Oruç, Hac, Zekat/yardım) ve “Amentü/Sünni itikad” merkezli dinselliğini korurken; politik iktisat olarak Kapitalizmi onaylama, devlete/merkeze yerleşme olarak gerçekleşti. Partililere göre bu iki husus(İtikad-İbadet), iç politikada “Müslüman” kimliği ifadeye/doldurmaya yetiyor; bunlara “haramlar” olarak içki, zina, domuz eti ve faiz yasağı, “teorik/itikadi” olarak eklenebilir. Tarih boyu olduğu gibi, bugün de mabedlerin büyüklüğü, ihtişamı ve çokluğu, insana karşı işlenen büyük günahların “keffaret”inin, yani Tanrıyı kandırma girişiminin bir semptomu olabilir. Bu konuyu değerlendirirken dikkatli olmak gerekir. Zaman zaman politik manevra olarak ihtiyaç duyulan “Hoşgörü” söylemi de Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi Anadolu’nun Tasavvuf erenlerinden devşiriliyor: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü.” “Şeb-i Arus” törenlerinde “İslam, barış dinidir” ve Mevlana’ya atfedilen: “Bazâ, bazâ! herçi bazâ…”nutukları vs.
Ak Parti’nin kendi “ümmetçi” perspektifinden “Hükumet/İktidar” olarak, bütün İslam dünyası ile ilgilendiği, mazlumlara, mağdurlara yardım etmeye çalıştığı ayrı bir gerçekliktir. Bu politika, uluslararası düzlemde Ak Parti’nin “İslamcı” nitelemesini alıp, şimşekleri üzerine çekmesine yetiyor. Bu politikaların “Stratejik Derinlik”leri ayrı bir tartışma konusudur. Bu durum, niyet ve amele ilişkin değil; sonuçlara ilişkindir. Sonuçların, niyet ve amellerden değer itibari ile geri kalır bir tarafının olmadığı, ayrı bir hakikattir. Esad diktatöründen mağdur Sünnileri kurtarma teşebbüsü/niyeti, mağdurların mevt ve mülteci olması sonucunu doğurdu. “Amerika, bizi kandırdı” iddiası, politikada mazeret değildir. Siyaset, İslami açıdan başkalarını “kandırma” olmasa da; kendinin “kandırılmama”sıdır: “La zarara, vela zırara”(Hadis); “la tazlimuna ve tuzlamun.”(Ayet)
Üretim ve katma değer ile Ekonomisini güçlendirememiş, istihdam ve işsizlik sorunu bulunan Türkiye’de siyasal parti veya Cemaat olmak, hele merkezi ahlaken çökmüş olan bir dönemden(1990-2000) sonra, merkezi Milli Görüşün yarattığı “dindarlık/temizlik” imgesi ile doldurmuş bir parti olmak, üyelerinin veya oy verenlerinin büyük bir bölümünün arzuları şellâle olan bu partinin, Kapitalizme eklemlenmeden önceki gibi ibadet aşkı ile icraat yapacakları anlamına gelemezdi; gelmedi de. Yeni dönemin politik telosunu epeyce bir oranda özetleyen kavramlar, “Biraz da biz ölelim” veya “Mücahitlerin müteahhit olması” veya “Abdestli Kapitalizm” ifadeleridir. Bu ifadeler, birer yafta olmaktan çok, geçirilen tahavvülü(“Sessiz Devrim”), iktidarda iken iş yapma tarzının ahlaki niteliğini ifade eder. Oysa Milli Görüş gömleği çıkarılmadan önceki yıllarda, bu kadroların politik icraatlarının özü büyük ölçüde: rahmetli Erbakan’ın “Manevi Kalkınma” sloganı altında “Halka hizmet, Hakka hizmettir” prensibine dayanıyor idi. Bunun sebebi, 1980’lere kadar İslam’ın manevi/ahlaki esintinin, etkisinin -devrime rağmen- hâlâ Türkiye’de devam ediyor olmasıdır. Yani o dönemde itikad ve ibadet ile birlikte sosyal ahlak da “dindarlık”ta hâlâ mündemiçti.
28 Şubat dönemi akabinde iktidara gelmiş olan Ak Parti iktidarı, diğer taraftan siyasi anlamda “vesayet” çevrelerinin otomatik olarak siyasi “düşman” olarak kategorize edilmesini doğurdu. Türkiye gibi Demokrasi deneyimi ve Hukuk Devleti bilincinin gelişmemiş olduğu bir vasatta siyaset yapmanın temel üç raconu: 1- Devlet eli ile rant/para kaynaklarına sahip olmak, 2-Karizmatik bir lider ve 3-Sadakatı prensip edinmiş partili elemandır. Yalnız buradaki sadakat imandan veya militan olmaktan doğan bir “uğrundalık” sadakati değil; iyi maaş, doyurucu menfaat ve prestij elde etmekten doğan sadakattir. Aksi pozisyon, işsizlik veya protestolarda polisten gaz veya dayak yemektir. Tercih sana bağlı. Yapısal olarak maalesef bu böyledir. Ak Parti ve R. T. Erdoğan, bunu başardı. İktidarının uzun sürmesinin sırrı budur. % 50 oy tabanı ile yapılan -oy karşılığı menfaat- sözleşmesinde “alan memnun, satan memnun”dur. Bu yapıda “Dini Cemaatler”, birer aile/limited şirketi gibi lokal/parça başı çalışıyorlar. Bunlardan biri, fazla palazlandı; çıkar anlaşmazlığı yüzünden az daha anonim şirketi iflas ettirecekti. Sonradan kavgaya ideolojik(dinsel-siyasal) kılıf giydirildi.
Bu ortamda “Parti”, hükumet etme süreci ile “Devlet” imkânlarını sadık-seçmen partililere üleştirme aygıtı veya anonim şirketidir. Halkın tümünün nezdinde/gözünde “dürüstlük ve güven” ifade eden din/İslam, bir yönü ile The Cemaat ve Ak Parti tarafından iktidar, çıkar, makam, mevki ve prestij “aracı”na dönüştürüldü. İtikad ve ibadet-i mersume, partinin-cemaatin manevi sembolik-kültürel kapitali/sermayesi olarak nesnesiz/kamusal-kurumsal düzlemde yapacağı şey olmayan ideolojisidir. Partinin-Cemaatin icraatı/nesnel ideolojisi ise, devlet imkânlarının partililere akıtılmasıdır; hegemonyanın tahkim edilmesidir. “Niçin o partilisin?” veya “”Niçin o Cemaatin müridisin?” sorusunun sahici iki cevabı, derinde/şuuraltında ya muhafazakârlık veya menfaattir. Kârın/kazancın kaynakları ise memuriyetler, bürokrasi, ihaleler, inşaatlar ve emlak rantıdır; yoksullar ve kadınlar için ise harçlıklar ve yardım paketleridir(Sadaka Ekonomisi): Balık tutmayı öğretme(iş-istihdam yaratma) yerine balık verme. Bu süreçte üretim ve ticaret, özel sektör tarafından yapılmaktadır.
Politik muhalifler ile kavga görünüşte, bir taraftan din ve muhafazkârlık üzerinden yapılırken; gerçekte devletin ekonomik kaynaklarının partililere açılması ve onlara özgü kılınmasıdır. Partililer, giderek kendilerini “devlet” sandıkları gibi; aynı zamanda “millet” ve “din” ile de özdeşleştirmektedirler. Muhalifler, ya direkt(Paralel Yapı da olduğu gibi) vatan hainidirler; ya da “Gezi Direnişi”nde olduğu gibi, din düşmanı ve dış düşmanların aracı/oyuncağıdır.
Cemaatte ve Ak Parti’de birlikte görüldüğü gibi, “dindarlık” üzerine kurulmuş “Biz” bilinci, Tanrının kendisine karşı sevgi, saygı veya korkuya dayalı olarak “ibadetler” sahasında son derece titiz olabilirken; kendilerinden olanlara karşı yoğun bir dayanışma ve tolerans ihtiva ederken; genel olarak insana ve özel olarak da kendilerinden olmayan insanlara karşı son derece duyarsız ve hatta acımasız olabilmektedirler. Yani iman ve ibadet olarak “din” ile ahlak ve hukuk olarak din arasında hiçbir etkileyici bağ olmayabiliyor. Dinsel bilinç, Yahudilerde(seçilmişlik), Hıristiyanlarda(kurtulmuşluk) olduğu gibi, İslam’da da(Son ve En doğru din) kendilerinden(din-mezhep-cemaat) olmayanlara karşı bir istiğna hali yaratarak “öteki”nin hukukunu kurmada ve korumada başarısızlığa sebebiyet veriyor. Cemaat-Ak parti kavgası, bunun en güzel örneğidir. “Ne”yin peşinde olduğuna dair(dava) ciddi, uyanık, hesabı verilebilir bir bilincin oluşmaması halinde, “samimi” olmanın hiçbir anlama gelmediğinin iyi bir örneği: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptığını sandıkları halde çabaları boşa giden kimseleri size haber verelim mi?”(18/104). Bundan dolayı Kur’an, samimiyet ile birlikte “Ne”yin peşinde olunduğunun önemine vurgu yapar: “Hakkında kesin bilgin olmayan şeyin peşine düşme; kulak, göz ve kalp/akıl, bunların hepsi ondan sorumludur.”(17/36)
Kur’an, ötekinin hukuku konusunda şöyle der: “Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın sizi adaletsizliğe sevk etmesin; adil olun.”(5/8). “Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa; zengin veya fakir de olsa, ayrım yapmadan Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutun.”(4/135) Şahitlik yapma hususunda bu kadar titiz olmayı öneren Allah’ın, herkese ait olan kamu kaynaklarının dağıtımı konusundaki görüşünü tahmin etmek zor olmasa gerek.
Demokrasilerde iktidar, icraatlarını, kamu kaynaklarının bölüşümünü partililerin menfaatlerini gözeten bir tarzda değil; ehliyet, liyakat, beceri ve hakkaniyete göre, bütün vatandaşlara eşit mesafeden yapar. İslam’da da bu böyledir. Ahmet Davutoğlu, bunu yapmaya çalışacağını söylüyor. Ancak, atom karıncalığına, ideallerinin büyüklüğüne rağmen, “büyük adam/kahraman” olma tutkusu ve bunu gerçekleştirmek için öğrendiği satrancı(stratejik derinlik) sahadan değil, kitaptan öğrenmesi, kolayca “mat” olmasını doğurduğu gibi; içinde bulunduğu yapının mülkiyet sahibine karşı özgüven ve cesaretinin zayıflığı, yoğun menfaat üzerinden işleyen çarka çomak sokmasını da imkânsızlaştırıyor. Partiye “kızak”la getirildiği için, para/ihale/rant işlerinden sorumlu, musluğun başındaki bir bakanın ifadesi ile: ‘kendine tanınan “intifa” hakkını “mülkiyet” hakkı ile karıştırması’na izin vermiyorlar. Bütün bunlara rağmen, Milli Görüş(Mücahit) ruhu ile siyaset yapan insanlar bu partide hâlâ mevcuttur. Partililerin büyük bir bölümü, “istikamet” yerine peşinde koştukları “Başarı”nın şu ilahi yorumunun farkında değiller: “Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlat ile onların “iyiliğine” koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır! Onlar, farkına varmıyorlar.”(23/55-56)
Bu sonucu, içerden “din istismarı” veya “ahlak erozyonu” nitelemeleri ile “neden” olarak görmek mümkün olduğu gibi; global perspektiften, tarihsel sürükleniş olarak sekülerizmin/kapitalizmin(Batının) etki gücünün yaygınlaşması çerçevesinde “sonuç” olarak görmek, nesnel olarak daha doğrudur. Partili ve Cemaat müritlerinin yerinde olsam -müellife/bana kin oluşturmaya başlamadan önce- “Ulan, adam acaba -bazı konularda- doğru mu söylüyor?” diye biraz şüphe ederdim. Zira, insanların şüphesi olmasaydı, “İslam” diye bir din ortaya çıkamayacaktı.