Hz.Muhammed, Sevgi Peygamberi mi Adalet Peygamberi mi?

Giriş:

İbrahimî-monoteist dinin tarihsel olarak cisimleşmiş üç versiyonu olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın Tanrı tasavvurlarını sırasıyla otoriter-korkutucu, seven ve Adil-Rahman olarak nitelemek mümkün. Bu üç Fraksiyonun kurucu peygamberlerinin şahsiyetleri ile Tanrı tasavvurları arasında da bir paralelliğin olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Musa kızgın, Hz. Davud otoriter bir komutan, Hz. Süleyman ise bir kraldır. Hz. İsa sevgi peygamberidir. Hz. Muhammed’e gelince Kur’an’ın Adil ve Merhametli Allah’ının sıfatlarıyla mücehhezdir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın Tanrı/peygamber tasavvurlarının otantikliği, mevsukiyeti Tevrat ve İncil’in mevsukiyetleriyle doğru orantılıdır. Bu iki kitabın oluşum tarihleri, mitik halk muhayyilesi ile iç içedir. Kur’an’ın mevsukiyetinde ise tarihsel-bilimsel olarak herhangi bir şüphe yoktur.

1- Hıristiyanlık ve Sevgi

Hıristiyan Teolojisine göre gerek Baba Tanrı’nın gerekse Oğul (Hz. İsa) Tanrı’nın temel sıfatlarının sevgi olması “aslî günah” dogmasına dayanır. Hz. Adem ve Havva’dan irsiyetle insanlığa intikal eden günahkârlıktan insanlığı kurtarmak için Tanrı, sevgisinin bir alâmeti olarak Meryem’e hulûl ederek (inkarnasyon) Hz. İsa olarak dünyaya gelmiştir. Hz.İsa da insanlığı bu günahtan kurtarmak için bir kefaret olarak kendini feda etmiştir. Bu onun insanlığa olan sevgisinin bir ifadesidir. Böylece “sevgi” teolojik olarak bir dava/din haline getirilmiştir. Tarihsel olarak Hıristiyanlığın ne kadar sevgi ürettiği ayrı bir tartışma konusudur. Fakat bizim teolojik olarak sormamız gereken soru sevginin dava/din konusu yapılıp yapılamayacağıdır. Hıristiyanlıkta sevginin olanaklı olabilmesi için Tanrı’nın kişi olması gerektiğini vurgulayan Nietzsche, sevgi ve Hıristiyanlık ilişkisi bağlamında şunları söyler:” Sevgi, insanın şeyleri en olmadıkları gibi gördüğü durumdur. Sanrı gücü en yüksek noktasındadır, aynı zamanda tatlılaştırıcı, ferahlatıcı güç de. Kişi sevgi içindeyken, başka zamanlarda dayanabileceğinden çok daha fazlasına dayanır,her şeye katlanır. İş, sevgi duyulabilecek bir din icat etmekti. Böylelikle kişi, yaşamın fenalıklarının ötesine geçebilirdi-artık görmezdi bile onları. Sevginin olanaklı olması için tanrının kişi olması gerekiyordu.”*

2- Ahlâk/Din ve Sevgi

Nefretin, düşmanlığın karşıtı olarak “sevgi” bir pozitif erdemdir, yani iyidir. Yalnız, sevgi koşulsuz bir erdem değildir. Yani herkes ve her şey sevilmez. Nerede ve hangi koşullarda kimin sevileceği gibi şartlara bağlıdır. Bu hem ahlâkî anlamda, hem de psikolojik anlamda böyledir. Bir başka husus da, sevginin duygu ve düşünce kökenli bir erdem olması hasebiyle sübjektif oluşudur. İman gibi ilk bakışta görülemeyişidir, gizlenebilirliğidir. Neye iman edileceği önemli olduğu gibi, kimin, niçin sevileceği de önemlidir. Bütün erdemler(faziletler) duyguların ve yö- neldiği kişilerin sınırlandırılmasından doğar. Koşulsuz erdem olmaz. Koşulsuz iman olmadığı gibi, koşulsuz sevgi de olmaz. Dolayısıyla, koşulsuz olarak sevgi, dava ve din konusu da olamaz, olmamalıdır. Koşulsuz sevginin dava/din haline getirilemeyeceğinin gerekçeleri şöyledir: 1. Her şey veya her davranış güzel ve iyi değildir. Her şey sevilirse insandaki beğeni ve estetik duygusu tahrip olmuş demektir. Her davranış sevilirse insandaki ahlâkî duygu ve kabiliyet tahrip olmuş demektir. 2. Erdemler insana onur ve haysiyet vererek onu hayvandan ayırır, erdemsiz insanların ve davranışların sevilmesi ve hoş görülmesi erdemleri yıktığı gibi, insanın haysiyet ve onurunun gelişmesi ve korunmasını da engeller. Allah ve Hz. Muhammed ile insanlar arasındaki “ilişki” Kur’ân’da şöyle ortaya konur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (3/31). Dikkat edilirse bu ve başka ayetlerde Hz. Muhammed, müminlerin Allah’a olan sevgilerini ortaya koymanın pratik yolu olarak onların kendisini “sevmelerini” önermiyor. Onları kendilerine itaat etmeye, uymaya çağırıyor. Hz. Muhammed ile müminler arasındaki ilişkinin muhtevasını belirleyen Hucurat suresinin ilk beş ayeti, müminlerin onunla kuracakları ilişkiyi adabı muaşeret ve saygı üzerine kurar. O hayatta iken pratik ilişkinin kuralı buydu. Bütün müminlerle, evrensel düzlemde ve tarih dışı kurulacak dinsel/ahlakî ilişki ise “örneklik (usve)” ilişkisidir (60/6). Bu tespit, “O insanlar arasında yaşarken, müminler tarafından sevilmiyordu” anlamına gelmez. Sahabe onunla konuşurken söze “anam, babam sana feda olsun ya Resulallah” diye başlıyordu. Diğer taraftan, Allah, haddi aşanları (2/190), fesad çıkaranları (2/205), kâfirleri (3/32), zalimleri (3/140), hain ve günahkârları (4/107), müsrifleri (6/141), müstekbirleri (16/23), nankörleri (22/31), böbürlenerek küstahlık yapanları (31/18) sevmez. Buna karşılık, iyilik yapanları, yardım edenleri (2/195), pişmanlık duyanları (2/222), temizlenenleri (2/222), muttakileri (3/76), sabredenleri (3/146), Kendisine dayananları (3/159), adil olanları (5/42) ve kendi davası uğrunda sağlam ve yekpare bir bina gibi kenetlenmiş saflar halinde savaşanları (61/4) sever. Sevgi sübjektif olduğu için insanî düzlemde aldatmanın ve istismarın aracı olabilir. Kadın-erkek ilişkilerinde her zaman bunu görebiliriz. İman bağlamında “münafıklık” da bunun gibidir. Sevgi ve imanın tezahürleri olsa da her zaman aranmaz. Sevgiyi hoşgörü (tolerans) erdemiyle karıştırmamak gerekir. Bu ikincisi, beğenmediğimiz, hoşumuza gitmeyen ve fakat başkalarına da zararlı olmayan fikir ve davranışlara olumsuz tepki vermemedir. Yalnız bu, onlara saygı duyma anlamına gelmez. Çünkü saygı, beğeni ve doğruluk içeren fiillere karşı duyulur. Koşulsuz sevgi ve hoşgörü umursamazlığın, amaçsızlığın ve insanları olumlu yönde değiştirme umutsuzluğunun bir tezahürüdür.

3- Kutlu Doğum ve “Gül Muhammed”

11 Eylül’den sonra Batıda İslâm’ın kasıtlı olarak “terör”le özdeşleştirilmesine tepki olarak Türkiye’de kutlanan “Kutlu Doğum” etkinlikleri giderek “gül” motifiyle Hz. Muhammed’i bir “sevgi peygamberi” olarak lanse etmeye başladı. Bu meyanda birçok kitap çıktı ve sempozyum düzenlendi. Gizliden gizliye Hz. Muhammed, sevgi hususunda Hz. İsa ile âdeta yarıştırılmaya başlandı. “Gül” motifinin evrensel olarak sevgiyi ifade ettiği bilinmektedir. Türk edebiyat tarihinde de Hz. Muhammed’e duyulan sevgi gül ile sembolize edilmiştir. Ancak, simgeselliğin alabildiğine arttığı bir dünyada en büyük tehlike, simgelerin muhtevaları unutturarak, örterek, gizleyerek kendilerinin birer put olarak gerçek özlerin yerine ikame olmasıdır. Putçuluğun/paganizmin özü de budur. Hz. İsa’nın Tanrı’nın yerine geçmesinden sonra, ‘Haç’ da Hz. İsa’nın yerine geçti. Hz. Muhammed’in sevgiyle özdeşleş- tirilmesinin problematiğine girmeden önce belirtmeliyiz ki, bir sürü başka türlü “sevgi”yi de ifade eden “gül”ün giderek Hz. Muhammed’in yerine ikame edilebileceği gibi bir tehlike söz konusudur. Evet, Hz. Muhammed çölde bir çiçektir, fakat “çiçek Ahmet” değildir, “çiçekçi gülleri” onu sembolize edemez. Olağanüstü güzel çiçekler açan ve geometrik dikenlerle (zırh) kendini koruyan “kaktüs” kanaatimce Hz. Muhammed için daha anlamlı bir semboldür. Çünkü kaktüsü “koparamazsınız” onunla kimseyi kandıramazsınız. Kaktüs, geometrik dikenleri ve çiçeğiyle yaşamı bütün boyutları ile gerçekçi bir şekilde sembolize eder. Savaş ve barış, sevgi ve adalet, dü- zen ve kaos, çetinlik ve kolaylık, sertlik ve yumuşaklık bir arada ve bir gaye için. Hepsinden önemlisi de çölde açabilmek; gül bahçelerinde, birilerinin “bahçesinde” birilerini memnun etmek için değil. “Çiçekli kaktüs” metaforu, Hz. Muhammed’le Türklerin “gül” üzerinden kurduğu duygusal, sübjektif sevgi ilişkisi yerine, temeli saygı ve örnekliğe dayanan objektif ve muhtevalı bir ilişkiye odaklanılmalıdır. Namazı, güzel kokuyu ve kadını seven, anası arpa ekmeği yiyen, içimizden biri ve bazıları Kur’ân’a yansımış kimi “hatalarıyla” birlikte Hz. Muhammed; Mirac’da gezen, mucizelerle donatılmış, Hz. İsa’nın “kefaret” oluşuna benzer “şefaat” yetkisi ile donatılmış yarı tanrı bir Muhammed’den halka daha yakın ve daha sıcaktır.

4- Objektif Bir Dava Olarak Adalet ve Somut Eylem Olarak Rahmet

Kur’an’a baktığımızda Allah’ın ağırlıklı karakterinin koşullu sevgiyi içermekle birlikte Adalet ve Merhamet olduğunu görürüz. Bu Hz. Muhammed’e de tavsiye edilmiştir. Onun karakteri de böyledir. Dolayısıyla İslâm dediğimiz dava, Hıristiyanlıkta ve tasavvufta olduğu gibi koşulsuz sevgi davası-Gel ne olursan ol yine gel, Yaratılanı severiz yaratandan ötürü- değil; muhtevalı birer ahlâkî içerik olan Adalet ve Merhamet (aksiyon) davasıdır. Adalet ve Merhamet, sevgide olduğu gibi sübjektif ve gizlenebilir –dolayısıyla da istismara elverişli- olmadığından objektif, görülebilir, ölçülebilirdir (Adalet terazisi, Hukuk, Yasa ve yardım, dayanışma). Adalet, Kur’an’da Allah’ın fiillerinin vasfı ve emri-tavsiyesi olarak ortaya konurken; rahmet Rahman, Rahim, Ğafûr ve ‘Afuvv şeklinde isimsıfat olarak tezahür eder. Adaletin ne olduğunu biliyoruz. Rahmete gelince, onu sevgi ile karıştırmamak için önce tanımını verelim: Rağıp el-İsfehanî şöyle diyor: “Yoksun olana vermeyi (ihsanı) gerektiren incelik. Bazen mücerret (kalp) inceliği (rikkat) olarak, bazen de salt “verme” (yardım, iyilik, ihsan) olarak kullanılır. Allah’ın sıfatı olarak kullanıldığında sadece ihsan anlamına gelir.**” Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: İnsanlar için sözkonusu olduğunda” merhamet”in ister rikkat (incelik) boyutu, isterse ihsan boyutu olsun, her iki halde de hemcinslerimizin içine düşmüş oldukları bir maddî-manevî “yoksunluk” durumuna karşı onları oradan kurtarmak için bir duygu ve eylemi içermesidir. Bu gösterilebilir, evrensel ve somut bir şeydir. Merhamet de koşulludur. Merhamet gösterilmeyi hak edecek şey, merhamet edilenin koşullarıdır. Makul, haklı yoksunluk merhameti meşru kılar. Diğer türlü “merhametten maraz doğar”. Koşulsuz merhamet, Adalet ilkesinin altını oyduğu gibi, ahlâk ile ahlâksızlık arasındaki uçurumu ortadan kaldırır. Merhametin genişliği ayrıdır, ‘sınırsızlığı’ ayrıdır. Sınırsız merhamet ahlâksızlığın ödüllendirilmesidir.

5- Allah, Hz. Muhammed ve İslâm’ın Ortak Niteliği Olarak Adalet ve Rahmet

a) Allah: Kur’an’da Allah’ın “Adil” diye bir ismi-sıfatı geçmez. Ancak, Allah’ın “vaadi doğruluk ve adaletle ger- çekleşmiştir” (6/115). Kur’an’da Allah’ın ismi olarak ge- çen “el-Hakk” Adil olmayı içeren bir sıfattır. Allah ne bu dünyada, ne de ahirette “kullarına karşı zalim (zallam) değildir” (3/182, 8/51, 41/46). Genel olarak Allah’ın adaletini onu insanlara emretmesinden çıkarırız: “Adil olun. O, takvaya daha yakındır” (5/8). “Gerçek şu ki Allah, adaleti ve iyilik yapmayı (ihsan), yakınlara karşı cö- mert olmayı emredip, utanç verici ve arsız olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı (munker), azgınlığı ve taşkınlığı yasaklar” (16/90)… Allah’ın rahmeti üzerinde durmaya gerek yoktur. Çünkü, daha önce de değindiğimiz gibi Rahman, Rahim, ‘Afuvv ve Ğafûr sıfatları Kur’an’da yüzlerce kez tekrarlanır. “Allah rahmeti kendine ilke edinmiştir” (6/12).

b) Hz. Muhammed: Allah Hz. Muhammed’e şöyle diyor: “Eğer onlar arasında bir karar verirsen adaletle karar ver. Allah adil olanları bilir.” (5/42) Başka bir ayette de “De ki… ben adaleti gözetmekle emrolundum” (42/15)… O, aynı zamanda özgürlük Peygamberidir. “O, onların sırtlarına vurulmuş yükü indirip, boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözecektir.” (7/157) O, “müminlere çok düşkün ve onlara karşı şefkat ve merhametle doludur.” (9/128) Hz. Muhammed’in yanında bulunanlar da kâ- firlere karşı kararlı ve tavizsiz, birbirlerine karşı da merhamet doludurlar” (10/29).

c) İslâm: Evrensel bir dava/din’in en önemli bir unsuru olarak Adalet Kur’an’da ‘adl’ ve ‘kıst’ fiilleriyle ifade edilir. Müminlere her yerde ve her durumda bütün tarih boyunca yerine getirmeleri gereken bir sorumluluk olarak vazedilmiştir. “Allah size emanet edilen şeyleri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız, adaletle hükmetmenizi emreder.” (4/58) “İnsaf ile hakikate şahitlik yaparak Allah’a bağlılığınızda sıkı durun; herhangi bir kimseye karşı nefretiniz, sizi adaletten saptırmasın. Adil olun, bu, Allah’a karşı sorumluluk bilinci duymaya daha yakındır” (5/8). Merhamete gelince, sarp yokuşu aşarak imtihanı kazanmanın koşullarından biri de insanların birbirlerine “sabrı ve merhameti tavsiye etmektir” (90/17).

6- Sonuç: Genel olarak İncillerin koşulsuz sevgiyi savunduğu söylenebilir: “Ama beni dinleyen sizlere şunu söylüyorum: düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın. Size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin, bir yanağınıza tokat atanlara öteki yanağınızı da çevirin” (Luka: 6/27-28, Matta: 5/38-48)… Tanrıyla insan arasındaki ilişki de genel olarak “sevgi” temeline oturtulur. Bu konuda Yahudi filozof ve teologu Martin Buber şöyle diyor: “Öncelikle Tanrı korkusunu tecrübe etmeden Tanrı sevgisiyle başlayan bir kişi, kendisinin yapmış olduğu bir putu sevmenin yeterince kolay olduğu bir Tanrı’yı sever.***” Tanrı’yla insan arasındaki ilişkiyi adaleti dışlayarak salt sevgi üzerine oturtmanın doğuracağı sakıncalar üzerinde de Fazlurrahman şunları söylüyor: “Kendilerinin tamamen Allah’ın “çocukları” (olduklarını) ve Allah’ın onlara olan sevgisini ifade etmek için kendini feda ettiği inancını vurgulayan dinî ideoloji, insanın ahlâken olgunlaşması hususunda pek az şey başarmıştır. Evet “çocuklar” gerçekten mahkeme edilmez, onlar özel bir tarzda cezalandırılır. Ancak, insanın takva meş’alesini tutuşturup alevlendirmesi beklenirken ona hâlâ çocuk muamelesi yapmak akıl kârı mı- dır? İhmalkâr bir adam ile çocuk arasında dağlar kadar fark vardır. Diğer türlü, insan ne zaman olgunlaşacaktır?**** “ Özetle, Hıristiyanlık sevgiyi gerek Allah-insan ilişkisinde, gerekse insan-insan ilişkisinde dava/din yaparak yanlış yapmıştır. Sevgi bu ilişkilerde olmalı; ancak sübjektif kalmalı. Dava haline getirilecek olan Adalet ve Merhamettir. Birincisi somuttur, ölçülebilir (terazi); ikincisi ise sadece duygu değil bizzat ihsandır. Tasavvuf koşulsuz sevgiyi dava edinerek Hıristiyanlığa yaklaşmıştır. “Gül Muhammed” söylemleri de Allah’ın, Hz. Muhammed’in ve İslâm’ın gerçek davası olan Adalet talebini gölgeleme noktasına doğru yönelmiş durumdadır.

* – Friederich Nietzsche, Deccal, çev. Oruç Aruoba, İstanbul 1995, 35-36.

** – El-İsfehanî, Rağıb, el-Müfredat fî Ğarîbi’l-Kur’an, İstanbul 1986, 279.

*** – Buber, Martin, Tanrı Tutulması, çev. A. Tüzer, Ankara 2000, 51.

****- Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev. A. Açıkgenç, Ankara 2003, 39

Söz ve Adalet Dergisi, Yıl:1, Sayı:1, 2008