Kur’an’da Siyasi İktidarın “Hile-Güç İstenci(Tağut)” ve “Hikmet” Olarak İki Farklı Tezahürü

19.4.2017

I

Yahudilerin Firavun krallığından Hz. Musa öncülüğünde kurtarılmaları ve tarihte kendilerinin de Krallık kurmaları, Kur’an tarafından yorumlanmıştır. Yahudilerin Firavun tarafından köleleştirilmeleri ve ezilmelerine müsaade etmeyen Tanrı, onları Hz. Musa’nın politik öncülüğünde Mısır’dan çıkarmıştır. Hz. Musa, Filistin’de peygamber olmuştur. Yahudilerin iki kralını (Hz. Süleyman ve oğlu Hz. Davut), uyguladıkları erdemli siyasetten dolayı da övmüştür. Onlara “Hilafet/Mülk(iktidar)” verilmiştir(38/26, 2/251). Örneğin, Davut nitelenirken onun iktidardaki uygulamalarının adil ve hikmetli olduğu belirtilmiş(2/251); iyi bir hükümdar olduğu kadar aynı zamanda “Zebur”daki ilahileri inşad edecek kadar “içli/mistik” bir şahsiyet(38/17) olduğu vurgulanmıştır. Hz. Davut’un askeri komutanı olan Talut’un ise, hem cüsseli/güçlü, hem de “ilim sahibi” olduğu belirtilmiştir(2/248). Kral Davut ve komutanının mücadele ettikleri “Calut” ise, zorbalık-güç istenci ve hile olarak Tağut’u temsil etmektedir.  Hikmetin karşıtı olan dini-siyasi uygulamalar, salt gücün hileli uygulamaları olarak “Tağut” olarak nitelenip lanetlenmiştir(2/256, 4/67,76). Tağut, “şeytani güçler”, yani istiğna-istikbar, hile ve desise demektir. “Ta-ğâ: haddi aşmak” fiilinden türeyen “Tağut”, ahlaki/vicdani sağduyu-mantık kurallarını aşan özne-nesne demektir. Tanım ve teori gereği olmasa da, fiili olarak Müslüman-gavur ayrımı yapmaksızın herkesin içine düşebileceği ahlaki bir konumdur tağutluk. Uhud Savaşı’na katılmamak için sahte mazeretler ileri sürerek: “Eğer savaşmayı bilseydik sizinle beraber gelirdik” diyen müminleri, Allah: “Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar.”(3/167) diye değerlendirebilmiştir. Tağutluk da, bunun gibidir; yani sadece “kafirler”e has bir ahlaki nitelik değildir. Firavunların bazıları bu sıfatla nitelenebilir. Makyavelli’nin “Prens” adlı kitabında teorisini yaptığı “ahlaklı olmak iyidir; fakat, iktidarda kalmak, iktidarını güçlendirmek ve uzatmak isteyen için işe yaramaz” anlayışı, hile ve gücün birleşmesi olarak “Tağutluk” siyasetidir.

Siyasette “Hikmet” demek, adalete-hakkaniyete dayanan ideoloji ve uygulama demektir. Toplum ile organik ilişki içinde olup zulme müsaade etmemek ve zulmetmemektir. Adalet ilkesi gereği teba/vatandaşlar arasında -Firavun’un yaptığı gibi- etnik veya dini-mezhebi ayrım yapmamaktır. Karşıtı ise, içgüdüsel-istiğna ve güç istenci ile “Yakaladığını zorbaca yakalamaktır”(26/130).  Yani “Polis Devleti” kurmaktır veya hukuksuz/hakkaniyetsiz “Kanun Devleti”, “Parti Devleti” kurmaktır.

İslam Tarihinde İlk üç halife, Hikmet siyaseti uygulamışlardır. Dördüncü halife Hz. Osman’ın yaşlılığı ve akraba düşkünlüğü, onu hikmet siyasetinden uzaklaştırmıştır ve trajik sonunu hazırlamıştır. Muaviye, meşhur hileleri ve gücü esas alması ile “Tağut” siyaseti gütmüştür. Ömer b. Abdulaziz, “II. Ömer” lakabı ile hikmet siyasetine dönmüştür. Emevi ve Abbasi sultanlarını tek tek bu kritere göre değerlendirmek ve takdir etmek mümkündür.

Yirminci yüzyılda Stalin, Mussolini, Hitler, Nasır, “Tağut” siyasetinin örnekleridir. İslam dünyasında Şah Rıza Pehlevi, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek, H. Burgiba, M. Kaddafi…, Tağutluk içeren siyasetin örnekleridir. Başka örnekler de sayılabilir. Kur’an, açıkça bir peygambere “hile yapmak” yakışmaz dediği halde(3/161); bazı Müslümanlar, peygambere atfedilen “Harp hiledir” hadisini delil göstererek, siyaseti de “harp” olarak yorumlayarak “takiyye” yapmayı yani “hile”yi İslami siyasetin parçası yapmışlardır. FETÖ, bunun bir örneğidir. Oysa siyaset, İslami bağlamda Allah’ın Rahmaniyyetinin tecellisi olarak görülmek zorundadır. Yeryüzünde Rahman’a -O’nun adını kullanmaksızın, eylemleriyle- vekalet(hilafet) etmektir. Düşman olunacak olanlar da, -kriter olarak- kendi dininden olmayanlar(gayri müslimler-kafirler) değil; zalim, zorba, katil ve gasıp olanlardır. Hikmete dayalı siyaset, hakkaniyete dayalı uzlaşma; Tağut siyaseti ise, ne pahasına olursa olsun hileciliktir.

Fransız Marxist düşünür Althusser’in geliştirmiş olduğu “organik aydın”, “ideolojik iktidar” ve “iktidarın/devletin ideolojisi” kavramları bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir toplum, kendi organik aydınlarını yaratırsa; onlar, toplumun kültürel kodlarına dayalı olarak -Hikmete dayalı olarak- bir ideoloji üretirler ve devlet, bu ideolojiye göre şekillenir. Topluma yabancılaşmış suni aydınlar ve siyasi elitler ise, devleti hile veya güç yolu ile ele geçirip yukardan aşağıya bir “devlet ideolojisi” pompalamaya çalışırlar. Siyasi ekip, eğer toplum ile uyumlu bir “toplum sözleşmesi” yaratamaz ise, sürekli olarak tepeden aşağıya totaliter ve hileye dayalı “siyaset” yapmaya çalışırlar.

Hz. Yusuf peygamberi Firavun’un kabinesinde “Maliye Bakanlığı”na atamayı uygun görmesi ve Hz. Yusuf’un da bunu kabul etmesi(12/54-56), hikmete dayalı(liyakat ve hakkaniyet) evrensel İslami siyasetin iyi bir örneğidir. Marifet, sadece herhangi bir mezhebin üyelerini kendine bağlamak değil; toplumun tümünü(gayri müslimler dahil) kucaklayabilmektir. Ailede miras dağılımını kılı kırk yararcasına hakkaniyetle dağıtan(feraiz) Allah(4/11-12), kamu kaynaklarının da halka hakkaniyetle dağıtılmasını siyasal erkten bekler/ister.

II

İslam Dini, siyaset ve savaş içinde doğmuş ve büyümüş-gelişimi ve hayatını devam ettirmiştir. Bu dine ismindeki “silm”, “selam” kökünden kalkarak(filolojik bir analizle) “Barış Dini” demek, hilaf-ı hakikattir. Alternatifi “Savaş Dini” demek de yanlıştır. Buradaki kafa karışıklığının birinci nedeni, İbn Haldun’un büyük bir vukufiyetle ortaya koyduğu gibi, Arapların şiddete teşne ve çapul yapmaya müheyya bir toplum olmalarıdır.(İbn Haldun, Mukaddime. çev: H. Kendir. İst. 2004. S 157-211). İkinci etken ise, onuncu yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasına doğru göç eden “Asker Millet” olan Türklerin 11. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının siyasal hegemonyasını ele almış olmalarıdır. Türkler de “Fütuhat” ve “Cihat” ile İslam coğrafyasını genişletmişlerdir. Bu dinin teorik/teolojik gövdesindeki veya tarihindeki şiddeti doğru anlamak için, bu şiddetin ortaya çıkmasında Allah’ın mı yoksa Arapların mı payı olduğunu analiz etmeden İslam barış veya savaş dinidir demenin hiçbir anlamı yoktur. Benim kanaatim, vahiy tarihi boyunca Allah, asla şiddet ve savaş istememiştir. Bunu Kur’an’dan çıkarmak da gayet kolaydır. Ancak, tarihsel toplumsal şartlar, Allah’ı müminleri korumaya itmiştir.

İslam siyaset, askerlik, hukuk, iktisat, din, ahlak… vs. ayrımlarının yapılmadığı bir ortamda bu alanların tümünü mündemiç olarak doğmuştur. Allah, Medine’deki Müşrik ve Yahudilerle yapılan savaşların tüm süreçlerine katılmış, müminlere yardım etmiş, onları savaşa teşvik etmiş, yenilgi durumlarında onları teskin etmiştir. Bütün bir İslam tarihi boyunca İslam’ın siyasetten ayrılmamasının böyle bir Politik gerçeklik tarihi ve teolojisi vardır.

Din, İslam’ın reel politik tarihinde -Kilisenin siyasal tarihi kadar olmasa da-, politik aktörler tarafından ihtiraslarıyla karışık olarak, kendi güç istençleri doğrultusunda ve totaliter eğilimlerinin aracı olarak kullanılmıştır. Avrupa’da “Laikliğin” ortaya çıkmasında böyle bir arka plan mevcuttur. Diğer saik ise, istiğna ve istikbar(heva) saikleri ile Tanrıyı unutma ve hatta onu “öldürme” teşebbüsüdür(sekülerizm).

Türkiye Devleti kurulurken laikliğin benimsenmesinde birinci saikin etkili olduğu, kurucu siyasi-askeri elitin “pozitivist”liği oranında da ikinci saikin etkin olduğu söylenebilir. 1950’lerden itibaren Muhafazakâr siyasetçilerin halkın dini duygularını dikkate alarak siyaset yaptıkları bilinmektedir. Burada belli oranda bir samimiyetin olduğu kuşkusuzdur. Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi, siyaset erbabında din menşeli istismar, totaliterlik ve dogmatiklik eğilimlerinin nüksettiğini de görmezlikten gelemeyiz. Son referandum için propaganda çalışmalarında sayın Cumhurbaşkanımız, 15 Temmuz’da Marmaris’te FETÖcülerin kendisini bulamamalarını Hz. Muhammed’in Sevr Mağarasında saklanmasına benzetmiş ve İktidarı destekleyen İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ise, yazdığı bir yazıda referandumda “Evet” vermenin hükmünün, İslam dinine göre “Farz-ı ayn olan şeylere vesile olan şeylerin de farz-ı ayn olduğu” hükmü gereğince “farz” olduğunu söylemiştir. Her ikisinin de böyle davranmalarının nedeni siyasal sürecin bin dört yüz senedir din olarak algılanmasının tipik bir tezahürüdür. Buradaki sorun, yukarda bahsetmiş olduğum kronik soru ve sorundur.

Kitap Ehlinin maruz kaldığı “yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimseler”(3/188), dinsel olarak “sahte bilinç” halinde olan kimselerdir. Müslümanların, bundan bağışık oldukları söylenemez. Tanrının gözüne girme ve Cennetteki yerini garantilemek için kendinin yüzde yüz Allah ile aynı görüşte olduğunu sanan dogmatiklerin yaratabileceği totalitarizmden ve kendi gibi olmayanları şeytanlaştırarak onlara coşku ile şiddet uygulamanın kıskacından kurtulmak zorundayız. İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durum, böylesine bir “sahte bilinç” manzarası sergiliyor.

Bu kronik sorunun çözümü için benim önerim şudur. Evet, siyasal akt önemli dinî bir unsurudur; ancak din istismarı, dini iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm de din tarihinin ayrılmaz bir unsurudur. Bu sorunu çözmenin yolu, siyasal aktörler dini saik ile siyaset yapabilirler; ancak siyasal söylemlerini dinî(Allah, Ayet, İslam, Şeriat, Kur’an, Hz. Muhammed… vs.) olarak kurmasınlar. Allah’ın ve Hz. Muhammed’in yaptığı gibi akıl, ahlak, vicdan, sağduyu, maslahat, zaruret ve gerekçeli olarak getirsinler. Böylece hem dindarlıklarını icra etmiş olurlar; hem de dinlerin tarihinde hiç eksik olmayan istismar, iç savaş, totalitarizm ve dogmatizm belalarından kurtulmuş oluruz.