İlhami Güler yalnızca bir ilahiyatçı değil, şirketlerin yönlendirdiği “küreselleşmeye” karşı çıkan, dünyanın bugünkü durumuna sert eleştiriler yönelten ve bu konularda siyasi yazılar yazan, söyleşiler yapan, demeçler veren, eylemlere katılan bir antiemperyalist. Kısacası gerçek bir entelektüel eylemci. Dini algılama noktasında tartışmalı yaklaşımları olsa da siyasal yönüyle direnişten yana olmuş bir isim. “Zalimler, nasıl bir çöküşe uğrayacaklarını yakında görecekler?”(Kur’an – 26/227) ayetinden hareketle bir direniş teolojisi oluşturmanın zaruriliğine dikkat çekiyor İlhami Güler “Direniş Teolojisi” kitabında. Kitabın ithaf cümlesi üzerinde durulmaya değer doğrusu: “Kendini ‘tarihin sonu’ olarak insanlığa dayatan zalimliğe/israfa (kapitalizm) ve dünyamızı esir almaya çalışan tağuta (ABD) dünyanın her yerinde direnen herkese…” Kitap iki ana bölümden oluşuyor: Küresel Direniş ve Yerel Direniş. Ayrıca ilk bölümün sonunda ekler bulunuyor. Güler, bir direniş teolojisine duyulan ihtiyacı, “Bugün ihtiyacımız olan şey, egemen iktidarlara yamanmış olan dogmatik teolojilerin (tuzu kuruların) ve dinsel kurumların ve söylemlerin arasındaki “diyalog” değil; ezilen halklar arası ‘dayanışma’ ve ‘direniş’tir. Sadece texte (metne) dayanan dogmatik teolojiler değil; kontekse dayanan dayanışma ve direniş teolojileri üretmeliyiz” şeklinde gerekçelendiriyor. İnsan arzularının/hevasının yarattığı fesada ve bu fesattan çıkışı mümkün kılacak yola işaret etmesi bakımından oldukça önemli olan kitabı İlhami Güler’le konuştuk.
Direniş Teolojisi’nde yer alan yazıları nasıl yazmaya karar verdiğinizden ve kitabın yapısından ve ithafından bahsederek başlayalım mı söze?
Ben genellikle -iki kitabım hariç- kitap tasarlayıp yazmıyorum. Makale tarzında çalışıyorum. Beni rahatsız eden konularda varoluşsal olarak hissettiklerimi yazıyorum. Sonradan geri dönüp baktığımda, belli yerlerde/konularda birikimlerin, göllenmelerin olduğunu görüyorum. Kitapların adı da kendini bana bağırıyor. Adlandırmada zorluk çekmiyorum. İthaf da öyle. Birden ilham olarak geliyor.
Kitabınızı yerel ve küresel direniş olarak ikiye ayırma nedeninizden başlayarak küresel ve yerellik kavramlarını nasıl anlamlandırdığınızı merak ediyorum?
Kitaptaki yazılar üç iktidar odağına karşı direnişi öneriyor. Birincisi, Makyavelizm veya küresel emperyalizm. ABD, İngiltere ve İsrail’in İslam coğrafyası üzerine zorla tasallutuna karşı direniş. İkincisi ülkemizdeki militarizme karşı direniş. Üçüncüsü ise dinin ölümü olarak veya Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak teşhis ettiğim ülkemizde cari muhafazakârlığa karşı direniş.
Bir direniş teolojisi tasarlamak ya da var olan direniş öğelerini hatırlamak bugün için ne ifade ediyor?
Nefs-i emmarenin kendini “uygarlık” olarak sistemleştirdiği, adını Batılı “pesimist” olarak yaftalanan düşünürlerin “Duyumcul” (Sorokin), “Kahraman” (Schubart) ve Promethauscu-Seküler (Danilevski) olarak koydukları bir ayartma çağında yaşıyoruz. Hâsılı “Asra yemin olsun ki insanlık hüsran içinde.” (103/1-2). Direnişi hatırlamak, “Sabrı ve hakkı tavsiye etmeyi” (103/3) hatırlamaktır. Asr suresi, biliyorsunuz Kur’an’ın özetidir.
Böyle bir direniş algısı nasıl donanmalı?
Kur’an okuyarak yeniden iman etmekle zuhurunun şiddetinden özünü gizleyen küfrü ve zulmü görme imkânını yakalayabilirsiniz. Aksi takdirde ‘Tarihin sonu’ masalına inanıp cennetinizi yeryüzünde kurma (refah devleti) iğvasına kapılırsınız.
Kitabınızı okurken, teorinin, kafamızın bir yerinde çınlayıp duran pratik karşılığını düşünmeden edemiyorum. Latin Amerika’daki kurtuluş teolojisinde olduğu gibi İslami direniş düşüncesinin bugününü, onu besleyen düşünürler ve pratikler üzerinden okuduğumuzda nasıl bir manzara ile karşılaşırız?
Dinin, insanlarda “sahte bilinç”e dönüşme kapasitesi hayli yüksektir. Marks’ın dediği gibi, kolayca kitleleri uyuşturan afyona dönüşebilir. Özellikle iktidarla birleşince çürüme adeta kaçınılmazdır. Latin Amerikalı papazlar bu durumu görerek, Hıristiyanlığı doğuş dönemindeki gibi ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak yorumladılar. Bugün İslam dünyasında da egemen iktidar odakları İslam’ı kendi hegemonyalarını sürdürmek için bir enstrüman olarak kullanıyorlar. Merhum Ali Şeriati, bu durumu ‘Dine Karşı Din’ olarak kavramsallaştırmıştı. İstisna olarak Mısır’da Seyyid Kutup ve onun sol yorumcusu Hasan Hanefi, İslam’ı bir tür ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak yorumladılar.
11 Eylül`den sonraki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Amerika’nın İslam coğrafyasına tasallutunu artırdı. Bölge halkı ve yönetimleri de ikiye bölündü. 1-İşbirlikçiler. 2- Direniş cephesi. İşbirlikçilerin sayısı direnenlerden daha fazla. Bu da normal. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (4/28)
Bilincin sömürgeleştirilmesi olarak ılımlı İslam politikaları küresel iktidar için nasıl bir misyon icra ediyor?
İşini kolaylaştırıyor.
İslamcılığın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Yeni programı ve planı ne olmalı?
İtiraf edelim ki bazı bölgelerde iman, bazı bölgelerde de entelektüel zaafından, hatta iki zaafın birden olması nedeniyle kolayca şiddete veya egemen küresel güçlere eklemlendi. Çok iman, çok düşünce gerekiyor. Lafla peynir gemisi yürümüyor.
Tüm bunlara `toplum/lar nasıl baktı/bakıyor`u da mutlaka konuşmalıyız?
İslam coğrafyasında halkların -Suud ve Körfez Krallıkları hariç- günlük iaşe derdine mahkûmiyetlerinden dolayı, olup biteni ahlaki, dini, kültürel kaygılarla politik bir bilinç ile değerlendirme imkânını pek haiz olmadıkları kanaatindeyim. Yoğun kriz bölgeleri hariç tabi.
Heyecanlı olma, duygusal olma, tutkulu olma hakkı konusunda reel politiğe teslim olan siyasilerin olumsuz tavır almaları biraz da bu hakların potansiyelinden çekindiklerinden mi kaynaklanır?
Reel politiğin bütün dünyada Makyavelizm olduğu en azında Makyavelli’den beri müsellem bir gerçek. Sorun, reel politiğe teslim olduğunuzda, insan olmanın ve Müslüman olmanın imkânının kalıp kalmadığıdır. Bahsettiğiniz duygular, insanı insan yapan duygulardır. Sorun, insan ve Müslüman kalarak kaybı göze almak mı, yoksa bunların kaybı ihtimaline karşı “başarılı” olmayı tercih etmek midir? Muaviye birinciyi, Hz. Ali ikinciyi tercih etmişti. “Muaviye kazandı, Ali kaybetti” diyebilirsiniz. Bu, neyin peşinde olduğunuza bağlı.
“Peki, iktidar nerede” sorusunu sorunsallaştırmak ve ona sabit bir cevap vermeyi reddetmeyi içeren post yapısalcıların “iktidarın maskesini düşürmek” amacıyla yapıp ettikleri amaçlarına ters düşmüyor mu? İktidarı açıkça tanımlamadan direnişi nereye konumlandıracağız, yoksa direnişi konumlandırabileceğimiz her türlü etik zemini yok edip kendilerini çoktan eylemsizliğe mi itti bu ve benzeri akımlar?
İktidar, bir otorite mercii olarak kendiliğinden negatif bir kategori değildir. Önemli olan, otoritenizi hakka, haklılığa, yani meşru bir zemine, sürekli kritiğe/muhalefete açık olmaya mı dayandırıyorsunuz, yoksa salt güce, haksız şiddete mi? Direniş, meşruiyetini birinci tarz otorite ideasından alır. Post yapısalcıların iktidar analizi, gelip nihilizme dayanır. İktidar olmanın ahlaki anlamda çok zor, adeta avuçta ateş tutmak gibi bir şey olduğu doğrudur. Ancak bu zorluğu görerek görevden kaçmak da anlamsızdır.
Dünyanın bugünkü gidişatıyla nasıl mücadele edilmelidir, sorusu çerçevesinde gündeme gelen olgulardan biri de STK’lar. Özellikle son yıllarda çok fazla gündeme gelen sivil toplum kuruluşları (STK`lar) konusunda Arundhathi Roy, STK`ların hayranı olmadığını, bu örgütlerin çoğunun fonlarını Batılı kuruluşlardan sağladığını, sonunda bir düdüklü tenceredeki düdük görevini gören kuruluşlar haline geldiklerini belirtir. Siz ne düşünüyorsunuz?
Fiili durum bizim ülkemizde de böyle olabilir. Ancak bu, STK’ları, örgütlü güç kullanma tekeli olan devletten gelebilecek tehlikelere karşı bireyi koruyan bir siper, mevzi oldukları gerçeğini değiştirmez. Önemli olan, sivil toplumun kendini meşru menfaat ve Peygamberimizin de katıldığı “Hılfu’L-Fudul: Erdemliler topluluğu” gibi “emribilmaruf venehyi anilmünker” ilkesine dayanan gönüllü, organik yapılar olup olmadığıdır.
Kitabınızda yer alan ekonomi odaklı ölümler çok güncel ve hayli sarsıcı. ABD ekonomisi, dünya ekonomisi, o arada Avrupa ekonomisi ve Türkiye ekonomisi açısından son derece hareketli gelişmelere eşlik etti geçtiğimiz yıllar. Kitabınızdaki öngörü ve uyarıları büyük ölçüde doğrulamış olsa da bu söyleşinin verdiği olanaktan yararlanarak bu gelişmeleri değerlendirmek ister misiniz? Kapitalizmin sonu müjdeleri herhalde abartılı ama neo-liberalizmin sonunun geldiği, kapitalizmin yeni bir `birikim rejimi`ne geçişin eşiğinde olduğu yolundaki değerlendirmeler konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yeni bir ekonomik yapıya geçmek, yeni bir üst-kültür sistemine, paradigmaya, ruh’a ve prototipe geçmeye veya evrilmeye bağlıdır. Şu anda çağdaş Prometausçu, Kahraman, Duyumcul, Seküler Paradigmanın gün batımını, akşam vaktini yaşıyoruz. Bu kültürün gezegenimizi ve insanlığı sürüklediği bazı problemleri, bunların semptomlarını yaşıyoruz. Biraz daha canımızın yanması gerekiyor. “İnsanlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (13/11)
Bu bağlamda gündeme gelen İslami sol tartışmalarının niteliği hakkındaki düşünceniz nedir? Bu tartışmaların 60’lı yıllardaki tartışmalardan farkı var mı? Varsa neler? Böyle bir algı direniş teolojisi perspektifinde neler sağlayabilir?
Solun ve sosyalizmin kendisi, özünde Hıristiyanlığın devamı anlamında sekülerleştirilmiş bir ahlak ve tinsellik olsa da dayandığı metafizik bağlamında Duyumcul ve Kahraman kültürün altında çalıştı. Bu teoriye İslami bir aşı yapmak bana pek makul gelmiyor. Bu sistem de yeryüzünde ‘cennet’ kurma peşinde koşuyor. Mülkiyet, özgürlük ve insanın denenmesi gibi temel kavramlarda farklılıklar var. Ancak bu farklılıklar, zalimliğe ve israfa (kapitalizme) karşı durmada ortak cephe kuramayacakları anlamına gelmez.
Türk muhafazakârlığının 50’li yıllardan bu yana Amerika’ya duyduğu sevginin kaynaklarının değiştirilemez bir kültürel genetik olarak devam edişini değerlendirdiğimizde hangi durum daha baskındır?
Kitabımdaki makalede dediğim gibi, dünya hayatının insanı ayartmasını din ile örtme ve dindar “mış gibi” yapma, bağlamında Türk ve Amerikan muhafazakârlıkları birleşmektedirler. Bana göre Avrupa’da Amerika’dan farklı olarak -birçok şeyine katılmasam da- bir ciddiyet, derinlik ve asalet var. Amerika, Avrupa’nın taşrasıdır. Cumhuriyetin kültür devrimi ile Türkiye de asaletini kaybetti. Avrupa aşkı ile başlayan maceranın sıkıyı görünce Amerika muhipliğine evrilmesi boşuna değil.
Kitabınızın temel söylemi konusunda dile getirilen dinlerin birlikteliğini savunduğunuz ya da direniş teolojisinin yeniliğini sorgulayan eleştirilere nasıl bakıyorsunuz?
Dinlerin birliği diye bir şey savunmuyorum. Mağdurların ve namusluların dinleri, dilleri ne olursa olsun egemen küresel baskıya karşı birlikte direnmelerini savunuyorum.
Küresel iktidarın maskesini düşürmek, hem bariz olduğu hem tahmin etmediğimiz yerlerde onu su yüzüne çıkararak, hegemonyasını kırmak için neler yapılabilir?
İnsanın tek ayırt edici vasfının, onun iç bütünlüğü, yani vicdanı olduğuna inanıyorum. Kendi iç bütünlüğünü ( dürüstlük, omurgası dik olmak, sütü temiz olmak vs.) gerçekleştiremeyen biri insan olamayacağı, kalamayacağı için, iş buradan başlıyor. Bizim dilimizde iman etmek de aslında böyle bir şeydir. Bunu başaranların birbirini bulmaları ve birlik oluşturmaları gerekiyor.
Şimdi önümüzdeki sürece, geleceğe nasıl bakmalı?
Denenmenin özü, inanmak ve umutla (Allah rızası ve cennet) içgüdülere, zulme ve nankörlüğe (küfre) karşı direnmektir. Tanrı, insanın elinin dolu olup olmadığına (başarı) bakmaz, temiz olup olmadığına bakar. Gerisi Allah Kerim.
Söyleşi için teşekkür ederim…
Rica ederim.
http://www.ozgundurus.com/Haber/Soylesi/29042010/Guler-Cok-iman-cok-dusunce-gerekiyor.php